31 Ağustos 2022 Çarşamba

Pat Travers ile Zaman Yolculuğu

 


"The Art Of Time Travel" albümü bu yıl çıkan bir albümdü ama Pat Travers sanki yeniden zirvede olduğu yıllara geri dönmüş gibi.   

Foto: Larry Sabo (2014)

Çoğu zaman eski gruplardan bahsettiğim yazılarımda hep "Zaman Makinesi" lafını kullanırdım. Şimdi Pat Travers'ın yeni çıkan "The Art Of Time Travel" albümü bu zaman yolculuğunu garanti ediyor. Bunun için albümü dinlemeye başlamanız yetiyor. Albümü bitirdikten sonra Pat Travers'ın bir fırtına gibi estiği yılların albümlerini dinlemeye başlıyorsunuz. Bu yolculuğu öyle basite almayın derim hani, zira işin içinde 1970'li yıllara kadar gitmek var.  Bu yüzden Pat Travers'ın albüme verdiği isim boşuna değil doğrusu, çünkü bu zaman yolculuğunun sanata döndüğü bir seyahat. Bir de unutmadan bu yolculuğun çok fazla durakları var: en sertinden hard rock gitarına ve oradan blues tınılarının en harbisine kadar yüzlerce durak. 

 1970'lerin sonlarında, Pat Travers ismiyle tanışacaktı rock dünyası. Bu Kanadalı gitarist,  kısa sürede büyüyen bir hayran kitlesi ile isim yapmaya başladı. Pat Travers Band zirve yaparak, 80'li yıllarda da esti. O dönem heavy metalin yükseliş yıllarıydı ve Pat Travers'ın sert gitarı dikkat çekecekti. Ancak onun meziyeti sadece hard rock yönünde değildi, blues rock'ın da zirvesiydi.  Pat Travers'ın bugüne kadar 25 stüdyo albümü ve bir çok da konser kaydı bırakacaktı. 

19 Ağustos'ta (2022)  çıkan "The Art Of Time Travel" albümü fikir olarak  Covid karantinası döneminde oluşmuş.  10 yeni şarkının yer aldığı bu albümü dinlerken açıkcası zamanı karıştırdım... evet bu yıl çıkan bir albümdü bu ama Travers sanki yeniden zirvede olduğu yıllara geri dönmüş gibiydi.   

Göze çarpan şarkılardan biri, Travers'ın dostu ve yoldaşı Ronnie Montrose'a duygusal bir gönderme. 2012'de kaybettiğimiz, rock gitarının bir başka devi olan Montrose, Travers  için önemli biriydi.  Bir gitarist ve grup lideri olarak Ronnie Montrose'dan çok etkilendiğini belirten Pat Travers, "Onu ilk kez Edgar Winter'ın grubunda gitar çalarken gördüm. Gitarist olarak tavrını çok sevdim. Baş gitarist olarak tavrını sevdim. Her an dumanı tüten bir gitar riffini patlatmaya hazırmış gibi gözlerinde yoğun bir bakış vardı." sözleriyle onu anlatıyor. 

Albümdeki parçalara şöyle bir bakarsak, Black Sabbathvari girişlerle işlenen ama Grand Funk dokunuşlarıyla işlenen "Move On" ilk dikkatimi çeken işlerden biri oldu. 

80'lerin hard'n heavy girişlerini (Özellikle Great White, Crimson Glory gibi) hatırlatan bir girişle başlayan "No Worriers at All" alçalıp, yükselen yapısıyla tam tansiyon ilacı gibi. 

Nefeslilerin katıldığı 70'lerdeki çalışmaları andıran "Full Spectrum"ı dinlerken aklıma o yıllardan Alexis Korner'ın CCS denemeleri geldi. Bu seferkinde enstrümantal olarak takılıyorlar. Caz rock fusion'un heavy gitar tınılarıyla buluşması kayda değer bir şey olsa gerek. 

"I Feel Good"da kesik kesik gitar tınılarıyla funk'a da göz kırpan ve baterinin harika trampet vuruşlarıyla güzelleşen bir çalışma.

Slow bir   enstrümantal olan "Natalie" hem enstrümanların mahir uyumunu gösterirken hem de  finale çok güzel oturuyor. 

"The Art of Time Travel" albümü 10 parçada neredeyse o yıllardan yüzlerce ismini hatırlatıyor. Ancak bu yansıtma taklit olarak olmuyor, bütünüyle Travers imzasıyla karşımıza çıkıyor. Bugün hard'n heavy örneklerdeki karanlık atmosferin aksine o 70'lerin blues tınılı aydınlık atmosferini buluyoruz. Gitar soloları yoğun olmasına rağmen sizi hiç sıkmıyor, çünkü her zaman değişebiliyor. Daha net söylemek gerekirse her parçanın ruhuna göre atılan gitar soloları bunlar. Albümde dikkat çekebileceğim bir noktada geri vokallerin kullanımı, adeta bir ders niteliğinde. 

1970'lerin sonu ve 1980'lerin kıyafetleriyle sokağa çıksanız elbetteki garipsenirsiniz ve herkes sizi alaya alır. Ama Pat Travers'ı o şekilde görseniz, hiç garipsemezsiniz, çünkü o yılların zerafeti onun üzerine güzel oturur. O yılları fena halde hatırlatan "The Art of Time Travel", 2022'de hiç garip gelmiyor. Neden mi? Çünkü bugün eksik kalan, ihtiyaç duyulanları bir nefes gibi bizlere sunuyor. Retro denilen ve geçmişi taklit eden işlerden değil bu çalışma. Pat Travers o yılları taklit etmiyor, çünkü o hep bu duyguda yaşadı ve yaşıyor. Zaten ondan güzel ve keyifli geliyor. 

Açıkcası blues ile beslenen, rock'n roll özlü heavy ve hard rock'ı çok özlemiştim. 

Aptulika




30 Ağustos 2022 Salı

Yes, "Close to the Edge" in 50. yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyor.



Yes, bir progresif rock zirvesi olan albümü "Close to the Edge"in 50, yılını kutlamaya hazırlanıyor!


Yes, "Close to the Edge" albümünün 50. yıldönümünü 2022 sonbaharında ABD turuyla kutlayacak .

8 Eylül 1972'de çıkan Yes'in "Close To The Edge" albümü bir çok müzik otoritesine göre "progresif rock'ın zirvesi" olarak tanımlanır. Senfonik müzik formunun rock müziğinde ustalıkla işlendiği bu çalışmada plağın bir yüzünü kaplayan albümle aynı adı taşıyan destansı parça yer alırken arka yüzde de "And You and I" ve bir 12 telli gitar harikası "Siberian Khatru"  bulunmaktadır. 

Yes'in usta gitaristi Steve Howe albümle ilgili olarak, “ Close To The Edge albümünü yaparak gerçek bir zirveye ulaştık. Müzisyenliğe, sanatsal fikirlere önem verdik ve bunu hala yapıyoruz, çünkü bunu yapmak heyecan verici! Close To The Edge , şimdiye kadar yapılmış en progresif albüm seçildi. Çok deneyseldi. Zaten 10 dakikalık destan gibi uzun parçalar yapmıştık ama bu albümde bir yüzü kaplayacak kadar uzun, 19 dakikalık parça yaptık. Yani Close To The Edge ile bunu bir adım öteye taşıdık ve bunu yapacak kadar cesur olduğumuz için çok mutluyum." sözleriyle o günleri anmakta.

Yes'in beşinci stüdyo albümü olan "Close to the Edge", progresif rock'ın zirvesine ulaşmakla kalmadı, yüksek bir satış yapan albüm, dönemin müzik listelerinde de üst sıralarda yer almıştı. ABD'de ilk üçe, İngiltere'de 4'e giren albüm; Hollanda müzik listelerinde birinci sıraya yükselecekti.  

 


29 Ağustos 2022 Pazartesi

Kat Riggins... her daim blues'a evrilen ses.

 


Floridalı blues vokalisti Kat Riggins, çocukluğundan itibaren müziğin içine doğdu denilebilir, zira ailesinin geniş bir yelpazeye sahip büyük bir plak koleksiyonu vardı. Böylece Kat, soul, blues ve rock plaklarını dinleyerek çocukluk yıllarından pişti. Bu nedenle onun müziğinde de gospel'dan blues'a, rock'tan hip - hop'a kadar genişleyebilen bir tür yelpazesi var. Ancak onun asıl noktası her zaman için blues oluyor. 

*

Yeni albümü "Progeny"i Mike Zito'nun sahibi olduğu plak şirketi Gulf Coast'tan çıkaran Kat Riggins, blues rock gitaristi Zito'nun da katkısını almış. 



Kat Riggins ilk defa karşılaştığım bir isim. İlk dinleyişimde, beni etkiledi, şaşırtıcı bir ses. Onu yeni albümü "Progeny" ile tanıdım ama sanatçının daha önceden yaptığı iki albüm daha varmış. Üçüncü albümün çıktığı firma Gulf Coast Records ile ilk çalışması. Böyle olunca da her anı gitar ağırlıklı bir blues ve soul albümü ortaya çıkmış. Bunun sebebi de bu plak şirketinin sahibinin blues rock gitaristi Mike Zito olması diyebilirim. Bu çalışmaya Zito fazlasıyla önem vermiş ve böylece bir blues vokalinin albümünde gitarın bunca yoğun ve etkili olduğu bir çalışma ortaya çıkmış. Mike Zito bu albüm için bir stüdyo grubu kurmuş ve kayıtlarda kendi de çalmış. Hatta bir parçada da gene bir blues rock gitar devi olan Albert Castiglia'yı da konuk ederek çaldırmış. Blues ve soul tadındaki Riggins'ın sesiyle rock gitarlarını bu kadar çok buluşturmak oldukça riskli hatta yapıştırma gibi yadırgatıcı olabilecekken; Zito'nun matematiği ve zekası uyumlu ve harika bir birleşim ortaya çıkartmış. 

Mike Zito ile sahnede
Mike Zito'nun kendisinin de yer aldığı albüm için özel olarak kurdurduğu grupta; Matthew Johnson (davul), Doug Byrkit (bas gitar), Lewis Stephens (klavye) yer alıyor. Ayrıca Melody Angel ve Albert Castiglia gitarlarıyla birer parçada konuk oluyorlar. Albümün özel konuklarından biri de rapçi Busta Free.

Floridalı blues vokalisti Kat Riggins, çocukluğundan itibaren müziğin içine doğdu denilebilir, zira ailesinin geniş bir yelpazeye sahip büyük bir plak koleksiyonu vardı. Böylece Kat, soul, blues ve rock plaklarını dinleyerek çocukluk yıllarından pişti. Bu nedenle onun müziğinde de gospel'dan blues'a, rock'tan hip - hop'a kadar genişleyebilen bir tür yelpazesi var. Ancak onun asıl noktası her zaman için blues oluyor. 



"Progeny" albümünde benim için ilk sıyrılan parça "My City" oldu. 1970'lerin funk havasını yoğunlukla hissettiren bu şirin çalışmada gitarıyla konuk olan Albert Castiglia harika bir soloyla orta bölümde dalıveriyor. Büyük ihtimalle baştan sona (Funkadelic grubuna benzer) ritmik olarak akan gitarı ise Mike Zito çalıyor. Parçanın ortalarında tiyatral bir girişle diğer konuk Busta Free devreye giriyor. Rap'ten hiç haz etmeyen biri olarak Busta Free'nin bu katılımı benim bile hoşuma gitti. 

Konuklardan üçüncüsü Melody Angel ve o da "WoahMan"de yer alıyor. Helezonik sololarıyla onun konukluğu, insana, "İşte böyle bir kadın parmağı değmeliymiş" dedirtiyor. Daha önceden dinleme imkanı bulamadığım Melody Angel ismini de dinlemek için bir yerlere not alıyorum. 

Neredeyse bir rock klasiği olabilecek "Promised Land", bütün dinleyişlerimde favorim oldu. Öyleki bu parçada Kat'in vokali de blues'tan rock'a evrilmiş.  

Kat Riggins'ın sesi blues ve soul terbiyesi içinde ve buna da sıkı sıkıya bağlı. Koko Taylor'ın izlerini onda hissetsek de albümün sonunda  yer alan "40 25:40" da ve funk etkili işlerini dinlerken Miles Davis'in bir dönem eşi olan ve geçen yıl kaybettiğimiz Betty Davis'i de hatırlatıyor. 

APTULİKA



28 Ağustos 2022 Pazar

BOB DYLAN'ın ustasına vefası: Song to Woody!



Bob Dylan ilk albümünü 1962 yılında çıkaracaktı ve bu albümde yer alan sadece iki parça orijinaldi. Şarkı sözü ve bestesi Dylan tarafından yapılan bu parçalardan biri olan "Song to Woody" ustası Woody Guthrie için yaplan bir saygı şarkısıydı. Dylan'ın ilk yazdığı şarkı olduğu da söylenen bu eseri ve Bob Dylan'ın Woody Guthrie ile olan usta çırak ilişkisini anlatmaya çalışacağız. Bu benim yazım değil, öncelikle onu belirteyim. Çünkü bu hafta sonu okuduğum iki makale  Bob Dylan ve Woody Guthrie arasındaki bağlantı üzerine güzel detaylar, anılar ve analizleri sunuyordu. Okuduğum ilk yazı Tom Taylor imzalı "Bob'dan önceki adam: Bob Dylan ve Woody Guthrie arasındaki bağlantı" adını taşıyordu. Ardından da Andrew Nguyen'in  29 Ocak 2021 tarihinde yazdığı ve Blackwing isimli sitede yayınlamış yazı idi. Bu iki yazıyı ayrı ayrı yayınlamak istedim ama okuyucu için bütünlüğün bozulacağını düşünerek birleştirerek derleme halinde sunmayı uygun buldum. Bu okumalar arasında bu konuyla ilgili karşıma Stephen Thomas'ın 2019'da yazdığı  Bob Dylan biyografisi de çıkınca bir bütün halinde sunmanın uygun olacağı iyice ortaya çıkmıştı.  

Benim derleme olarak sunacağım iki yazıyı alttaki linklerden ayrı ayrı tam metni yani orijinal haliyle okuyabilirsiniz:

https://faroutmagazine.co.uk/bob-dylan-and-woody-guthrie-connection-folk-hero-carnegie-hall/

https://blog.blackwing602.com/song-to-woody/

Bütün bunların haricinde Bizzat Bob Dylan'ın kaleme aldığı, "Woody Guthrie Üzerine Son Düşünceler" adlı yazıyı da alttaki linkten okuyabilirsiniz. 

https://www.bobdylan.com/songs/last-thoughts-woody-guthrie/


Bob Dylan 1959 yılında girdiği Minnesota Üniversitesi'nde bir yıl sonra ayrılarak eğitimini yarım bırakacaktı.  1961 yılının ilk ayında da müzik yapmak için New York'a gidecekti. Ancak bu gidiş sadece müzik yapmak için değildi, hatta ondan daha önemli bir nedene dayanıyordu. Oraya Greystone Park Psikiyatri Hastanesinde Huntington hastalığına yakalanan müzik idolü Woody Guthrie'yi  ziyaret etmek için gitmişti. Guthrie, Dylan için bir ilham kaynağı olmuştu. Guthrie'nin kendi müziği üzerindeki etkisini Bob Dylan şu sözlerle açıklayacaktı: "Şarkılarında bütünüyle halk vardı ve onlar sıradan ve gerçek insanlardı. İşte onlar Guthrie'nin şarkılarında yer buluyordu.  O Amerikan halkının  gerçek sesiydi. Kararımı vermiştim, Guthrie'nin öğrencisi olacaktım ve onun yolundan gidecektim."   

Bob Dylan daha yola ilk adımını atarken ustasına selamını sunuyordu. 

Şimdi Dylan'ın ustasına yaptığı şarkının hikayesi ve Woody Guthrie'yi hastanede ziyarete gittiği 1961 yılına gidelim.  Tom Taylor ve Andrew Nguyen'in yazılarından yaptığım derlemeyi sizlere sunayım.

APT.



Bob'dan önceki adam: Bob Dylan ve Woody Guthrie arasındaki bağlantı

Yazı: Tom Taylor ve Andrew Nguyen

 

   

“Sanatın en yüksek amacı ilham vermektir. Başka ne yapabilirim? 

Herhangi biri için onlara ilham vermekten başka ne yapabilirsiniz?”  

- Bob Dylan -


Bob Dylan'ın kendi adını taşıyan ilk albümünde bir dizi eski folk şarkısı arasında  kendisinin söz ve müziğini yazdığı sadece iki orijinal şarkı vardı. Bunlardan biri, yazdığı ilk şarkı olduğunu söylediği "Song to Woody" idi ve bunu ustasına ithafen yapmıştı. 

1961'de soğuk bir Ocak ayının ortasında, 19 yaşındaki Bob Dylan, bir gitar ve bavuldan ibaret eşyasıyla Minnesota'dan kalkıp, New York'a gitmek için yolculuğa çıktı. Dylan, bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra Minnesota Üniversitesi'nden yeni ayrılmıştı. Genç müzisyeni kış kıyamette 24 saatlik bir zorlu yolculuğa çıkartan şey neydi? Bunun iki nedeni vardı... ilki müziğini yapacağı üniversite öğrencileriyle dolu küçük kafe ve barlarda sahneye çıkmaktı. Ama bundan daha önemli gelen bir nedeni daha vardı ki, New York'a adım attığında ilk yapacağı şey de oydu...  Yani onun müzik yapmasına neden olan, idollerden biri, hatta en başta geleni olan Woody Guthrie'yi bulmak ve onunla tanışmaktı.


 Bob Dylan Greenwich Village'a 24 Ocak'ta geldi. New York'un son 28 yılın en soğuk kışıyla anıldığı günlerinde karla kaplı kaldırımlara adım attı ve Cafe Wha adlı bir mekana sürüklendi. Macdougal St.'de O gece amatör müzisyenlerin sahneye sırayla çıktığı "Açık Mikrofon" isimli etkinlik yapılıyordu ve orada ve genç Bob da şansını deneyecekti. Dylan'ın daha sonraları  kendi şehri olacak yerdeki bu ilk sahne başlangıcıydı. Dylan biyografisini yazan Howard Sounes, Bob'un o gece mikrofona yaklaştığını ve kalabalığa "Ben ülkeyi dolaşıp Woody Guthrie'nin ayak izlerini takip ederek geldim" dediğini yazacaktı.

Dylan uzun zamandır Woody Guthrie'den ilham alıyordu ve Guthrie'nin otobiyografisi “Bound for Glory”yi okuduktan sonra halk sanatçısı ile tanışmaya can atar oldu. Kitap, Guthrie'nin çocukluğunu, Amerika'yı dolaştığını ve sonunda bir halk şarkıcısı olarak tanındığını anlatıyordu.  1940'ların başında, Guthrie, Dust Bowl sırasında Oklahoma'daki evinden ailecek göç etmelerinden sonra, California daha sonra da kendisini  New York'ta bulmuştu. Guthrie'nin New York'ta geçirdiği zaman, “Dust Bowl Troubadour” unvanını sağlamlaştırmasına yardımcı oldu ve politik olarak militanlaşmış, devrimci türküleriyle Amerika'nın en tanınmış folk müzisyenlerinden biri haline gelecekti. Guthrie'nin ateşli ve kışkırtıcı müziği Bob Dylan'ı da aynı yolu takip etmeye itti.

Dylan'ın New York'a ilk geldiği sıralarda, ortalık beat edebiyatının ustaları ve folk müzisyenleriyle doluydu. Bu müzisyenler genel olarak bilinen folk klasiklerini seslendiriyorlardı.  Radyo istasyonlarında da durum aynıydı, onlara bir de  Tin Pan Alley denilen şarkı yazarlarının eserlerini söyleyen şarkıcılar eklemlenmişti. Bu Dylan'ın şu yorumu yapmasına neden oldu: “Ben her zaman kendi şarkılarımı yazdım ama onları asla buralarda çalmazdım. Çünkü kimse kendi şarkılarını çalmıyordu. Bunu yapan tek kişi Woody Guthrie idi.”

Kendi şarkılarını yazarak insanlara gitarıyla sunan Guthrie'nin bu tavrı  Dylan'ın dikkatini çekti ve o da  denemeye karar verdi. “Sonra bir gün,” diye devam eden Dylan, “Daha yeni bir şarkı yazdım ve yazdığım ilk şarkıydı ve ismi 'A Song for Woody Guthrie'ydi."  

Woody Guthrie hastanede (Ama ağızda gene sigarası)


Dylan New York'a geldiğinde, Woody'nin sağlığı, Huntington hastalığıyla mücadelesi nedeniyle giderek kötüleşmişti. O sırada 48 yaşında olan Guthrie, New Jersey'deki Greystone Park Psikiyatri Hastanesinde ikamet ediyordu. 29 Ocak 1961'de, New York'a vardıktan beş gün sonra, Bob Dylan ilk kez Woody Guthrie ile tanışmaya gitti.

Dylan idolünü hastanede ziyaret etti, hatta yanındaki gitarıyla ona bir şeyler çaldı. Hastalığının artması Woody Guthrie'nin değil şarkı okumasına konuşmasına bile imkan veremiyordu. İletişimini yazarak sağlayan  Guthrie, manevi halefine “Henüz ölmedim” yazan bir  bir mesaj iletebildi. Ardından gelen bu şekildeki iletişimde büyük usta çok mutlu olduğunu yazacaktı. Bu tanışmadan sonra belirli aralıklarla hastane ziyaretlerini sürdüren Dylan, ustasına ithaf ettiği “Song to Woody” u besteledi. Bu parçayı ilk olarak hasta yatağındaki Guthrie dinletecekti. Bunu duyan usta parçayı onunla birlikte seslendirmek için yatağından doğrulmaya uğraşıp, gitarını bulmaya çalışacaktı ama ilerleyen hastalık buna izin vermiyordu. Dylan sonunda bu parçayı ilk albümü için iki orijinal besteden biri olarak kaydetti. “Song to Woody”, Woody Guthrie'nin hayatından daha fazlasıydı, melodiyi Guthrie'nin kendi şarkılarından biri olan “1913 Massacre”den ödünç aldı, eski bir halk geleneğini başka bir müzisyenin eserine gönderme yaparak besteleyerek saygı duruşu yapmıştı.

Dylan'ın Guthrie'ye olan bağlılığı, Patti Smith'in dediği gibi, kendi içindeki içsel bir sanatı ortaya çıkardı, “bir heyecan ve hareket etme arzusu”. Ama Dylan, Guthrie'nin onu Promethean halk gücüyle harekete geçirdiği gibi milyonlara ilham vermeye devam etmeden önce,  efendisini küçük bir ozan çırağı gibi hevesle aradı. 

Bob Dylan'ın Woody Guthrie ziyaretini resmeden bir illustrasyon (Çizerini bulamadım.)
 Dylan, Guthrie'yi Morris Plains, New Jersey'deki Greystone Park Psikiyatri Hastanesinde bulup tanıştığında hastalığı son safhalarındaydı. Bu tanışmadan 5 yıl sonrada Guthrie hayata veda edecekti. Annesinden ona miras kalan kas hastalığı onda şöyle bir seyir izlemişti... 1954 yılının Eylül ayında Guthrie, kaslarını kontrol edemediği için zihinsel bir bozukluğu olduğundan korkarak doktorlara başvurmuştu. İki yıl hastenede tedavi gördükten sonra beş parasız bir vaziyette Morristown, New Jersey sokaklarında dolaşarak geçirecekti. Polis tarafından yakalandığında, kendi isteğiyle Greystone'a geri gönderilmeden önce Morris County Hapishanesinde bir gece geçirdi. Geri kabul edildikten sonra paranoyak şizofreniden muzdarip olduğuna inanılıyordu. Polisler ve hastanedekiler, bu şaşırtıcı adamın sayısız şarkı yapan, plak kaydetmiş ve bir kitap yayınlamış biri olduğuna inanamadılar.  Daha sonra Guthrie'nin,  hareketlerini kontrol etme yeteneğini etkileyen kalıtsal bir durum olan Huntington hastası olduğu ortaya çıkacaktı. 


Bound for Glory , Guthrie'nin Amerika'nın arka yollarında yılan gibi bir yol ördüğü otobiyografik öyküsü, arkasında dinleyen herkes için bir şarkı izi bırakarak Dylan'a o kadar ilham vermişti ki, bu, onun memleketini terk edip  New York'a gelmesine sebep olacaktı.      Yolda yaşamanın   ve insanlara şiirini müzikle yaymasının yanı sıra, altı telli gitarının üzerine karalanmış 'Bu Makine Faşistleri Öldürüyor' sloganıyla Guthrie ona ilham oluyordu.   

Ancak, sonunda kahramanıyla tanıştığında, Guthrie'nin durumu kötüleşmişti. Zar zor hareket edebiliyordu, konuşması pelteleşmişti ve gitarını eline almasına bile gücü yoktu.  Onu ziyarete gelen Dylan, artık  “Woody Guthrie müzik kutusu”olmuştu. Her ziyaretinde ona dinleti sunuyordu. O anları Dylan şöyle hatırlıyor: “Onunla tanıştığımda vücudu neredeyse yüzde seksen çalışmıyordu. Daha çok hizmetçi olarak oradaydım. Bütün şarkılarını biliyordum ve ona şarkılarını söylemeye gittim. "

1967 Carnegie Hall 
Usta ve çırak olarak bu iki ismin hayatları farklı zaman dilimlerinde keşişti. Bu adeta bir bayrak yarışı gibiydi.  Guthrie 27 yaşındayken New York'a ilk geldiğinde, en ünlü şarkısını bir hafta içinde 'This Land is Your Land' yazdı.  Şehir daha sonra Bob Dylan için aynısını yapacaktı ve onu takip eden halk ustalığı çağlayanı, popüler kültürün bir daha asla aynı olmayacağını ve her bir parçasının daha iyi olmasını sağladı. Guthrie 1967'de 55 yaşında öldüğünde, Dylan, Carnegie Hall'u kahramanına bir anma konseriyle onurlandırmak için sahneye çıktı. Böylece  Woody Guthrie ve şarkıları, yeni kuşaklara taşınacaktı.

 

Dylan'ın sahnedeki varlığı daha belirgin hale geldikçe ve yeni nesil halk müzisyenleri türü yeniden canlandırmaya başladıkça, Woody Guthrie'nin müzikal manzara üzerindeki silinmez izi daha da belirginleşti. Guthrie 1967 sonbaharında vefat etti, ancak ritmi, çalım tarzı ve vicdanı, ilham verdiği müzik ve müzisyenlerde duyulmaya devam etti. Bob Dylan meşaleyi aldı ve kendi yolunu çizerek Woody'nin mirasını ve etkisini 60 yıl boyunca ülke çapındaki yepyeni izleyicilere tanıttı ve artmaya da devam ediyor. 

Yazı: Tom Taylor ve Andrew Nguyen



 SONG FOR WOODY

Ben buradayım, evimden binlerce mil uzaktayım, 

başka insanların gittiği bir yolda yürüyorum,

senin insanlarla ve mücadelenle dolu dünyanı görüyorum

Senin yoksulların, köylülerin, prensler ve kralların


Hey, hey Woody Guthrie, sana bir şarkı yazdım,

yaklaşan komik bir eski dünya hakkında

Hasta görünüyor ve aç, yorgun ve yırtılmış

Görünüşe göre ölüyor ve daha doğmamış

Hey, Woody Guthrie, ama bildiğini biliyorum,

söylediğim her şeyi defalarca

söylüyorum, ama yeterince söyleyemiyorum

çünkü senin yaptığın şeyleri yapan pek fazla adam yok

İşte Cisco'ya , Sonny'ye ve Leadbelly'ye de

seninle birlikte seyahat eden tüm iyi insanlara .


Yarın ayrılıyorum, ama bugün gidebilirim

Bir gün yolun aşağısında bir yerde

Yapmak isteyeceğim en son şey, benim

de çok zor seyahat ettiğimi söylemek

-BOB DYLAN-





KAYNAKLAR:

* Bir şarkı ırmağı BOB DYLAN - Gökalp Baykal inceleme - Stüdyo İmge Yayınları(1.baskı-1985)

 * Martin Scorsese'nin yönettiği No Direction Home adlı belgesel film.

* Erlewine, Stephen Thomas (12 Aralık 2019). "Bob Dylan biyografisi"  .

https://www.bobdylan.com/songs/last-thoughts-woody-guthrie/

*https://en.wikipedia.org/wiki/Bob_Dylan_(album)

*https://blog.blackwing602.com/song-to-woody/

https://faroutmagazine.co.uk/bob-dylan-and-woody-guthrie-connection-folk-hero-carnegie-hall/

https://en.wikipedia.org/wiki/Bob_Dylan

https://www.quora.com/Did-Bob-Dylan-simply-use-Woody-Guthrie-as-his-early-musical-template




27 Ağustos 2022 Cumartesi

Woody Guthrie: Bu Makine Faşistleri Öldürür!"



Rock &Blues Muse sitesinde Jay Luster tarafından kaleme alınan güzel bir yazı buldum. 

Okurken keyif aldım ve blues perisan blog'da sizlerle paylaşayım dedim. 

Umarım seversiniz.




Yazı: Jay Luster


1967 yılındaki ölümünden elli beş yıl sonra bile  Woody Guthrie'nin mirası,  hem müzik hem de  politik duruş olarak yaşamaya devam ediyor. 1912 yılının Temmuz ayında Oklahoma'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Guthrie, hayatının ilk yıllarını rahat bir şekilde yaşadı. 1920'lerin ortalarında Çıkan ekonomik buhran döneminde babası Charles, her şeyini kaybedecekti.

14 yaşına geldiğinde, Woodrow Wilson Guthrie, yerde düşürülmüş bir bozuk para bulmak için kendini sokakta oyalanırken buldu. ABD'de "Büyük Buhran" diye isimlendirilen ekonomik kriz başladığında ve kuraklığın yol açtığı Dust Bowl çiftlikleri ve kasabaları yok ettiğinde, bölgedeki birçok insan, Woody Guthrie'nin babası gibi birkaç yıl önce her şeyini kaybetmişti. Aile sırtlarındaki giysilerden başka bir şey olmaksızın batıya, tarım arazilerinin verimli olduğuna inandıkları Kaliforniya'ya doğru göç etmeye başladılar.  

Buhran sırasında zenginler ile yoksullar arasındaki uçuruma varan gelir karşıtlığı, Guthrie'nin ufkunu aşacak ve sosyalist dünya görüşüyle tanışmasını sağlayacaktı. 14 yaşında ve ilk gençliğe adım atan Guthrie sömürünün son bulacağı bir dünya idealine sarılmaya başlayacaktı.   Otostopla ABD'yi dolaşarak köylerde, çalışma kamplarında ve grevlerde  gitarıyla yazdığı şarkıları söylemeye karar verecekti.

Dinleyicileri emekçiler, ezilen sınıflar, direnen işçiler ve siyahi insanlar olacaktı. Onlarla paylaştığı şarkılar, insanları birlik kurmaya davet ediyor, ırklar arasında eşitlik talep ediyor, çevreciliği teşvik ediyor, faşizme karşı öfkeleniyordu. Hitler'in vahşetine bir yanıt olarak tutkulu şarkılar yazdı ve onları gitarına yazdığı “Bu Makine Faşistleri Öldürüyor” sloganıyla  sunuyordu.

Woody Guthrie ve Leadbelly
1940'ta Guthrie ilk albümünü çıkardı ve şarkılarını Ulusal Arşivler için Alan Lomax için kaydetti. Robert Johnson gibi sanatçıları belgelemekle ünlü Lomax, Huddie Ledbetter adında başka bir siyah blues müzisyeni de kaydetti. Daha çok Leadbelly olarak bilinen Ledbetter, 1940 ve 1941'de Guthrie ile konserden konsere seyahat etti ve kayıtlar yaptı. Birlikte seslendirdikleri şarkılardan biri de Guthrie'nin yaptığı “We Shall Be Free” şarkısıydı. Şarkı tam olarak din karşıtı olmasa da, sözleri mizahi ama oldukça sert bir şekilde sahte vaizlerin maskesini düşürüyordu.  


"Vaiz ve horoz korkunç bir kavga etti 

Preacher horozu nakavt etti ve 

gözünün önünden kayboldu 

Vaiz horoza her şeyin yolunda

olacağını söyledi

yarın gece kümeste görüşürüz,"


Guthrie'nin gezerek, konser verdiği kırsal alanlarda, din ve vatanseverlik el ele giderdi.  Bunun gibi sözler, döneminin insanlarını tarafından onun komünist olduğu söylentisi yayılacaktı. 

Onun inancı gerçek sosyalizm olsa da, ikiyüzlülerin saklandığı karanlık yerlere ışık tutmak onun için bir o kadar önemlidir. “Pretty Boy Floyd” hakkında, kanun kaçağının kötü doğmak yerine, şartlara göre nasıl yapıldığını göstermeye çalışan bir şarkı yazdı. Floyd'u haksız kazançlarının çoğunu fakirlere veren bir tür Robin Hood figürü olarak resmetti. Hikayenin bu kısmı doğru olsa da, Guthrie Floyd'un suç çılgınlığı sırasında öldürdüğü onlarca kişiden bahsetmedi. Bugünün standartlarına göre, affedilmez bir hata olabilir, ancak, 1939'da kaydedildiğinde, günün banka soyguncularının çoğu, hala Buhran'dan sersemlemiş bir halk tarafından kahraman olarak görülüyordu. John Dillinger, Floyd ve halk düşmanı döneminden pek çok kişinin, kendi vatandaşlarının durumunu mutlu bir şekilde görmezden gelen şişman kedilere karşılık verdiğine inanılıyordu.


Sonunda, hükümet de onun komünist olduğundan şüphelenmeye başladı, ancak onu doğrudan buna bağlayacak hiçbir kanıt ortaya çıkmadı. Lucille Ball ve oylama kayıtlarında gerçekten komünist olarak kayıtlı olan diğerlerinin aksine, Guthrie için böyle bir belge mevcut değildi. Ancak Guthrie'nin siyasi görüşü, yaşamının ve sanatının her zaman var olan bir parçasıydı. O, hayal ettiği daha adil bir sistem için Amerikan kapitalizmini alt üst etmekten mutluluk duyacak bir sosyalistti. Yine de, “Mutlaka komünist değilim, ama hayatım boyunca kırmızılar içindeydim” gibi esprilerle, kızıl korku döneminin paranoyasının onu nasıl bir kara listeye aldığını görmek ayan beyandı.

Yine de onu tanımlayan şey müzikti ve kataloğu baştan sona harika şarkılarla doluydu. Onun şarkılarından bir çoğu bugün bile geçerliliğini korumaktadır.   "John Henry" parçasında, geçimini makineleşme yüzünden kaybetmekten korkan siyahi bir demiryolu işçisinin hikayesini anlatır. Buharlı matkapla rekabet ederken ölümü, ilerlemenin insani maliyetinin hala göze çarpan bir metaforudur.

Para için takma adı “Do Re Mi”, birçok Dust Bowl mültecisinin California'ya geldiklerinde karşılandıklarını gösteriyor. Yoksulların Great Plains'i, Rocky Dağları'nı ve batı çöllerini zahmetle geçerken inandıklarına rağmen, California'nın ekonomisi, Amerika'nın ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Büyük Buhran tarafından eşit derecede harap oldu. Guthrie şarkı söyledi,

“Kaliforniya bir Cennet bahçesidir,

yaşamak ya da görmek için bir cennet,

Ama inanın ya da inanmayın, bu kadar sıcak bulamazsınız

Eğer do re mi yoksa”


En ünlü şarkısı, Irving Berlin'in “God Bless America”sına bir nevi cevap olarak yazdığı “This Land Is Your Land”dir. Opera kontraltosu Kate Smith tarafından gür bir sesle söylenen "God Bless America" şarkısı, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD'li muhafazakar vatanseverlerin marşı olmuş ve popülerleşmişti.  Ancak, bu şarkı Woody'nin kulağına şoven  geliyordu. İşte bu şarkıya bir yanıt olarak "This Land Is Your Land" şarkısını yaptı.  Büyük Amerikan manzarasının gerçeğini gözler önüne koyduğu bu parçada ezilenleri , ırk ayrımına uğrayan siyahileri anlatacaktı. 

"Çan kulesinin gölgesinde güneşli bir sabah,

 Yardım Ofisi'nin yanında bekleyen insanlarımı gördüm.

Onlar aç dururken,

Tanrı Amerika'yı benim için kutsamış mı diye merak ederek orada dikildim.

Bu topraklar senin ve benim için yaratıldı.”


1967 yılının Ekim ayında Woody Guthrie, Huntington hastalığından öldü. Bu genetik, aileden gelen bir beyin rahatsızlığıydı ve ona 1930'da ölen annesinden miras kalmıştı. 1872'de tanınan ve adını James Huntington'dan alan bu hala tedavisi olmayan bu hastalığın semptomları arasında motor kontrolün kötüleşmesi, beyin fonksiyonları ve nihayetinde ölüm yer alıyor. 1950'lerde bu hastalığın belirtileri görülmeye başlayınca Guthtie müzikten kopmaya başlamıştı. 

John Mellencamp'ın “Little Pink Houses”, Bruce Springsteen'in “Nebraska”  ve Bruce Hornsby'nin “The Way It Is” gibi şarkılarında onun müziğinin yankıları duyulabilir . O kesinlikle dinin, siyasetin ve burjuvazinin gözüne parmağını sokan ilk sanatçı değildi, ancak muhteşem gözlemleri, şarkı sunumları, militanvari halk ozanlığı; Dust Bowl göçleri ve Büyük Buhran sırasında olduğu kadar bugün de kışkırtıcı.

 Jay Luster


https://www.rockandbluesmuse.com/2022/08/17/woody-guthrie-this-machine-kills-fascists/

26 Ağustos 2022 Cuma

Rainbow konseri öncesi Graham Bonnet'e berber yasağı



Bir önceki haberde Rainbow'un vokalisti Joe Lynn Turner'ın üç yaşında yaşadığı saçkıran rahatsızlığı sebebiyle 14 yaşından bu yana peruk taktığını yazmıştık. Yeni albümünün tanıtımı için ilk defa peruksuz haliyle fotograf veren Turner bunu da açıklamıştı. 

Joe Lynn Turner'ın peruk takmadan, saçsız haliyle çıkmasına ilk destek veren, gene Rainbow'da bir dönem vokal yapan Graham Bonnet olacaktı. Usta vokalist sosyal medyadan yaptığı açıklamada, “Bugün seni gördüğümde gözlerim doldu. Joe, sen kelimenin tam anlamıyla bir 'rock yıldızı'sın.  Yaptığın cesaret verici, dostum." diyecekti. 

Graham Bonnet, 1970'lerin sonunda Rainbow'da vokal yapmıştı. Kendi adıma çok severdim ama hiç bir zaman onu uzun saçlı olarak görmemiştik. Onun sesini dinlerken hep içimden, "bu kadar güzel bir vokal, neden kısa saçlı olur" demeden de edemezdim. Rock müziği içinde saç uzatmayı sevmeyen ender isimlerden biriydi, Bonnet. Turner'ın saçsız haliyle poz vermesine destek veren Bonnet, “Bu rock alemi saç konusunda  acımasızdır."  dedikten sonra Rainbow'un beyni ve gitaristi Ritchie Blackmore ile yaşadığı bir anısını da paylaşmış. 

Graham Bonnet, Rainbow'un vokaline katılacak. Eh Blackmore, onun Alcatraz'daki güçlü vokalini biliyor ama bir şeyi eksik buluyor ve saçlarını uzatmasını istiyordu. Saçları ufaktan uzamaya başlıyor ve konser turnesine çıkıyorlar. Konser verecekleri kentin otelindeler ama Blackmore vokalistinin odasına  geçtiğinde bir berber çağırıp saçlarını kestireceğinden korkuyor. Bakıyor olacak gibi değil, iki görevli tutup Bonnet'in kapısına gardiyan gibi yerleştiriyor ve üzerine basa basa onlara, "Kapıdan elinde makasla gelen bir berber gelirse içeri almayın" diye tembih ediyor. Ama nasıl oluyorsa oluyor, ertesi günkü konserde Graham Bonnet gene kısa saçla sahnedeki yerini alıyor.  

Ritchie Blackmore gitarının başında kısa saçlı vokalistini görünce ifrit oluyor ama yapacak bir şey yok diyerek konser başlayacaktı. 

Graham Bonnet, saç uzatmayı sevmeyen ender isimlerden biri olarak rock tarihinde güçlü vokaliyle yerini alacaktı. 

 APTULİKA




 


Joe Lynn Turner 14 yaşından beri perukluymuş.




Rainbow'un unutulmaz vokalisti Joe Lynn  Turner, yakında çıkacak olan solo albümü "Belly of the Beast"ın tanıtımı için basına sunduğu fotoğrafında saçsız haliyle çıktı. Turner, bu yeni görüntüsü ile ilgili, "Aslında bu benim 14 yaşından beri ilk kez peruksuz çektirdiğim fotograf" demesi herkesi bir anda şaşkına döndürdü. Rock müzik için saç önemlidir ama bu habere bakıp, kandırıldığınızı düşünmeyin, bu çocukluktan kalma bir saç dökülmesi rahatsızlığıyla alakalıymış. 

Nasıl mı? 

Dinleyin o zaman.

Turner daha 3 yaşındayken kendisine  alopesi teşhisi konmuş. Yani halk arasında bilinen adıyla saçkıran, bu nedenle bölgesel olarak saçları kökünden (hatta kaşlar ve kirpikler de) dökülüyormuş.  Sanatçının liseye gittiği dönemde saçsız halinden dolayı gördüğü zorbaca bir saldırıdan sonra 14 yaşından itibaren de peruk takmaya başlamış.  

Sanatçı, kariyerinde ilk kez bu peruktan kurtularak dinleyicisinin karşısına çıktığını da üzerine basa basa belirtti.  

 Joe Lynn Turner ilk defa peruksuz olarak hayranlarının karşısına çıkmasıyla ilgili, "Kanıtlayacak hiçbir şeyim yok ve peruk takıyordum, şimdi de çıkarıyorum.  İstediğimi yapmakta özgürüm. Üstelik yetişkin bir adamım ve yaşlı bir adam olmaya başlıyorum. Rock dünyasındaki birçok erkek, günümüzde çok moda olan 'saç takmaya' başlıyor. Bir kısmı da saçlarını kazıtıyor.  Her iki durumda cesaret işi.  Lisede beni tekmelemeye çalışan pislikler beni daha güçlü yaptı ve diğerlerinin üzerine çıkmam için gerekli motivasyonu ve gücü verdi. Öfke ve acı harika bir araçtır.  Ogün 14 yaşındaydım ve peruk takmak zorundaydım. Çünkü ötekileştiriliyordum. Bu genç biri için kolay bir şey olmasa gerektir.” diyerek açıklayacaktı. 

Bu saç konusu rock dinliyorsanız önemlidir. Yaşlanıyoruz ve saçlar beyazlıyor ama dökülmedi diye seviniyoruz ama istesek de istemesek de yavaş aralarda açılmalar oluyor. Kimi zaman da tepesi açılmış yanları uzun saçla durmak yerine kazıtanlar da durumu bir şekilde kurtarıyor. Şimdi Joe Lynn Turner'ın çocukluktan gelen bir rahatsızlık nedeniyle peruk taktığını öğrenmiş olmak beni şu anda rahatlattı. Yok yok sakın peruk taktığım falan aklınıza gelmesin! Olay şundan kaynaklanıyordu: Yıllar önce Turner konser vermek için İstanbul'a gelmişti. Ben de o konsere gittim ve konser sonrasında da Kemancı'da tanışmıştık. O sıra adamın saçlarına bir baktım ve içimden:"Yahu adama bak 50'lili yaşlarında saçları dipdiri ve aynı 1970'lerdeki gibi... Bir de bana bak 40'lı yaşlarımdayım akça pakça olmuşum." diye iç geçirmiştim. 

Bu rockçılık mevzuunda saç takıntımız başka bir durum. Yapacak bir şey yok.

APTULİKA


 

Marcus King'in yeni albümü "Young Blood" bugün çıktı.



 Aziz dostum Geronimo Yalnızkartal'la bir ara sohbet ederken hep eski grupları dinlediğimizden yakınmış ve "Oysa gençliğimizde hep yeni isimleri, grupları keşfederdik," diye de eklemiştim. Bunu konuştuğumuz zaman ben 50'li yaşlardaydım o da 40'lı... yani yaşlanmıştık. Ama biz o durumumuza bakmadan arayışa girdik ve birden karşımıza Marcus King diye 15 ya da 16 yaşında bir çocuk çıkıverdi. Benim derdim Rival Sons gibi retro bir grup bulmak umuduydu ama karşımıza 1996 doğumlu acayip bir yetenek çıkmıştı. Üstelik bu velet iyi bir gitarist, besteci, söz yazarı ve vokalisti. Allman Brothers Band vari Southern tadı ile blues rock birleşerek bu çocuğun müziği harikalaşıyordu. Öyle sevmiştik ki, neredeyse elimiz davul alıp, sokak sokak gezerek insanların bu çocuğu dinlemeleri için çığırtkanlık yapacaktık. 

Şimdi bu çocuk 25 yaşına geldi, kendi adını taşıyan grubuyla 3, solo olarak da 2 albüm yaparak bizi mutlu etmeye devam ediyor. Bugün (26 Ağustos 2022) ikinci solo albümü "Young Blood"u çıkaran Marcus King, 11 yeni parçasıyla geliyor. Rick Rubin'in plak şirketi American Recording/ Republic Records etiketiyle çıkan albümün yapımcılığını da bir önceki solo albümde olduğu gibi gene Black Keys'ten Don Auberbach üstlenmiş. Grubu Marcus King Band ile 10 yıldır konser verip, 3 albüm çıkartan King, 2021 yılında ilk solo albümü "El Dorado"yu yayımlamıştı. 

APTULİKA


Aşağıda albümde yer alan "It's Too Late" isimli parçayı konser yorumuyla dinleyebilirsiniz.



25 Ağustos 2022 Perşembe

Günlük Değil GÜNDELİK 0031 - Baloncu?



 Teksas ...Tommiks diyerek tanımladığımız çizgi romanlar çocukluğumuzdan bu yana tutkumuzdur. Adeta 7'den 77'ye kadar süren bir tutku. 

Geçen hafta İtalya'ya giden bir arkadaşım, bana oradan bir hediye olarak Tex'in İtalyanca çizgi romanını almış. Aşağı yukarı bir haftadır o kitap masamda duruyor, her gün sayfalarını karıştırıyorum. Neredeyse yeniden çocuk gibi oldum. 


Şimdi kalkıp biri, 

"Adam niye bilmediğin bir dilde yani İtalyanca olan bir kitaba her gün bakıyorsun?" 

 diye sorabilir. 

Evet İtalyanca bilmediğim bir dil ama bu çizgi romanların aslı İtalyanca. Yani bunlar "Spagetti Western" denilen tarzın örneklerinden. Biz bu kitapları çocukluğumuzda okurken büyüklerimiz, "Bunlar Amerikan emperyalizminin ürünleri" derlerdi. Sonra yıllar geçti ve öğrendik ki, bunları İtalyanlar çiziyor ve yazıyormuş. Tıpkı o merakla izlediğimiz (İyi Kötü Çirkin, Bir kaç dolar içn vb.) kovboy filmleri gibi. 

Bana İtalya'dan gelen bu hediye aklıma eskiden kalma bir anıyı da getirdi. 1970'li yıllarda bu kitaplar ülkemizde basılacağı zaman İtalyanca bilen biri bunları çeviriyor. Onun ardından da "baloncu" dediğimiz yazısı güzel kaligraflar rapido ile bu konuşma balonlarını yazıyorlardı. Benim çalıştığım Gırgır ve Hıbır dergilerinde Rıza Külegeç bu işin ustalarındandı. Leman dergisinde bu işi yapan Şevki Sayışman babadan bu işin ehliydi. Şimdilerin usta seslerinden ve türkülerimizi çağdaş bir yorumla sunan Şükriye Tutkun da bu görevi Pişmiş Kelle dergisinde yapanlardandı. Bu arada biz çizerler kendi yaptığımız karikatür ya da çizgi romanlarımızın konuşma balolarını ne yazık ki onlar kadar güzel yazamayız. Yazdığımız zaman da bu fark edilir... eh biraz da amatör işi kalır (ne yapalım ki böyle) Yani bu "baloncu" denilen kişiler işin erbabıdır ve yerleri öyle kolay kolay dolmaz. 


İşte bizim çocukluğumuzda yani 1970'li yıllarda Tommiks Teksas dediğimiz bu çizgi romanları basan yayınevlerinin iki esas çalışanından biri de mutlaka bu baloncular olurmuş. Haftada bir ya da ayda bir çıkan bu çizgi romanların orijinali gelir ve yayınevinde İtalyanca bilen çevirmen Türkçeye çevirir, ardından da o balonlara Türkçesini baloncu dediğimiz usta rapido ile yazarmış. O da bitirince matbaaya gider ve daha sonrasında da bayiye bizim almamız için gidermiş. 

Baloncu ve çevirmen... Onların ikisinden biri olmazsa bizdeki o çizgi romanlar basılamazmış. İşte o günlerden birinde gene o çizgi romanın orijinali İtalya'dan geliyor ama yayınevi yönetimi ile çevirmen arasında bir anlaşmazlık çıkıyor ve çevirmen kapıyı çarpıp çıkıyor. İşi özü işi bırakıyor. Ama çizgi romanın ertesi günü baloncunun yazması için çevrilmesi gerekiyor. Yeniden İtalyanca bilen bir çevirmen bulmaya da vakit yok. İşte o anda yayınevi sahibi kitabı alıp, baloncunun masasına gidiyor, "Bu kitabı yarına kadar çevir ve sonra da balonları yaz." diyor. Baloncu şaşkın, zira tek kelime İtalyanca bilmiyor. Bu durumu yayınevi sahibine anlatmaya çalışsa da aldığı cevap, "Uydur işte" oluyor. Yapacak bir şey yok, matbaaya yetişmezse işsiz kalacak. İşte bizim baloncu kitabı resimlere bakarak öyküyü yeniden yazmış ve sonra da balonlarını yazmış. Yani tek kelime İtalyanca bilmediği bir çizgi romanı uydurarak yeniden yazmış. İşte o baloncu dediğimiz ustalar böylesine mahir insanlardı. 

APTULİKA

25 Ağustos 2022

saat: 23.50

Beatles ve Heavy Metal'in animatörü Gerald Potterton Öldü



  Beatles'ın Yellow Submarine filmi ve 1981 kült klasiği Heavy Metal üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Kanadalı animatör Gerald Potterton 23 Ağustos 2022 tarihinde 91 yaşındayken öldü.




Kanada Ulusal Film Kurulu'ndan yapılan açıklamaya göre,  

 “Gerald, Kanada'ya ve NFB'ye, taze ve saygısız yeni bir hikaye anlatımı dalgasının parçası olmak için geldi ve büyük bir zeka getirdi. ve her projeye yaratıcılık kattı. Ayrıca Potterton Productions ile günümüzün bağımsız Kanada animasyon endüstrisinin temellerini atmaya yardım eden bir inşaatçıydı. … Olağanüstü bir sanatçı ve gerçekten hoş bir adamdı.” 

denilerek ölüm haberi duyuruldu. 



Londra'da doğan Gerald Potterron, Hammersmith Güzel Sanatlar Okulu'ndan mezun olduktan sonra 1954'te Kanada'ya göç etti. George Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nin animasyon uyarlaması üzerinde çalıştıktan sonra iki kısa filme daha imza attı.  

Beatles'ın 1968 animasyon filmindeki  katkılardan dolayı beğeni topladı. Yönetmenliğini üstlendiği , yetişkin bilimkurgu fantezisi Heavy Metal'in animasyonunu hazırladı.  Bu filmin müziklerinde Sammy Hagar , Black Sabbath , Don Felder gibi isimler ve gruplar yer aldı. 



 Potterton ayrıca sessiz sinemanın gülmeyen komedyeni Buster Keaton'a kariyerinin sonlarına doğru yeniden ün kazandıran 1965 kısa filmi The Railrodder'ı yönetmesiyle de tanınıyordu . Potterton çeşitli projeler üzerinde çalışmaya devam etmişti ve filmografisi 40'tan fazla prodüksiyona ulaştı. Ayrıca çocuk kitapları yazdı ve resimledi.

 Potterton son yıllarda kariyeri hakkında The Flying Animator adlı bir belgesel üzerinde çalışıyordu.  



 


TREAT ile 80'ler Gitmiyoruz, 80'ler Ayağımıza Geliyor!



Zaman Makinesi ile yolculuğa hazır mısınız? 

Bu sefer Treat ile 80'lere gidiyoruz. 

Ancak bu konuda yorulmaya gerek yok, zira İsveçli grup Treat ikinci döneminin dördüncü albümünde bize bugünlerin dünyasında 80'lerin duygusuyla gezdiriyor. 



Treat , Stockholm'de ikamet eden İsveçli bir rock grubu ve  1981'de  şarkıcı Robert Ernlund ve gitarist Anders "Gary" Wikström  tarafından kurulmuş. 1993'te dağılan grup  2006 derleme albümü Weapons of Chois yayınladılar ; albüm beklenenden daha iyi sattı ve onları grubun hala güncel olduğuna ikna etti. Bu, Treat'in o yıl içinde Ernlund ve Wikström de dahil olmak üzere 1989-1991 kadrosunun çoğuyla yeniden canlandırılmasına ve Universal'a kaydolmasına yol açtı . O zamandan beri üç yeni stüdyo albümü yayınladılar: Coup de Grace , Ghost of Graceland ve Tunguska . Grup bugünlerde de yeni çıkan dokuzuncu stüdyo albümü "The Endgame" ile yoluna devam ediyor.


Treat, İsveç'in en eski AOR/Melodik Rock gruplarından biri. Belki de en büyük talihsizliği Europe ile aynı dönemde var olmaları ve karıştırılmaları. Ülkemizde de pek çok dinleyicinin gözünden de bu yüzden kaçmış olacaktı. İtiraf etmem gerekirse benim de bir iki parça ötesine geçen bir dinleyiciliğim olmamıştı ve ilk kez bu albümle baştan sona dinliyorum. Uzun (hem de çok uzun) bir zaman sonra hard'n heavy düzeyinde bir albümü bu kadar severek dinledim diyebilirim. 

Treat, "The Endgame" albümünde bizi 80'lerin hard'n heavy rüzgarlarına götürüyor. Her parçayı tek tek anlatmak isterdim ama altta verdiğim haber kaynaklarından iki yorumu okumanızı tavsiye ederim. Ancak bu albümle ilgili söyleyebileceğim şey, vokalin ve geri vokallerin harika koro özellikleriyle kullanılması, gitar sololarının devamlı akarken hiç sıkıcı hale düşülmemesi, parçaların bir kompozisyon harikasına dönmesi... ilk aklıma gelenler. 


Treat'in albümü şu sıralar bu alanda beni şaşırtan ve coşturan üç albümden biri oldu. İlki Crossing Rubicon'un "Perfect Storm" albümü oldu. Cenk Eroğlu'nun yıllar süren rock birikimi en sonunda akacak bir nehir buldu. (Bir parantez açayım ve diyeyim ki bu albüme kayıtsız kalmayın ve dinleyin)  Onun ardından muhteşem bir üçlü olan The Black Moods grubunun "Into The Night" isimli albümü gelecekti. Ve bugün de Treat'ın bu albümü yani "The Endgame"keyfimi yerine getirdi. Eski günleri bugünlere taşıyan ama nostalji yapmayan, bugüne de yansıyabilen bir sound istiyorsanız bu üç grubu ve albümlerini tavsiye ederim. Ama kalkıp, ben eski grupların eski parçalarından en bilinenleri tekrar tekrar dinlemek isterim ve eski grupların eski işlerini taklit eden işlerini severim diyorsanız bu üç albümle işiniz olmaz diyorum... Boşu boşuna kendinizi de beni de yormayın.

APTULİKA


 HABER KAYNAKLARI:

https://en.wikipedia.org/wiki/Treat_(band)

Markus heavy music blog

https://markusheavymusicblog.org/2022/04/07/review-treat-the-endgame/#:~:text='The%20Endgame'%20is%20a%20great,Rating%3A%208%20out%20of%2010.

metal temple

http://www.metal-temple.com/site/catalogues/entry/reviews/cd_3/t_2/treat-the-endgame.htm


Metal Planet adına ANDY HAWES'in incelemesi:

https://metalplanetmusic.com/2022/06/album-review-treat-the-endgame/

Çizgili Simon Philips



Bir önceki haberde 1977 tarihli Judas Priest albümü "Sin After Sin"de davulda yer alan Simon Philips'in yeni çıkan solo albümü  "Protocol 5"ı yazmıştım, simdi de onun bir çizimine yer vermek istedim. 

Bu arada yazının altına da Simon Philips'in yer aldığı albümleri tekmili birden yazacağım... yani Simon Philips'in davuluna kulağımız bir şekilde fena halde aşina. Siz de isterseniz, yorum bölümüne bunlardan en sevdiklerinizi yazabilirsiniz.  



 

 Gordon Giltrap

Visionary (The Electric Record Company, catalogue no. TRIX 2) (1976)

Perilous Journey (The Electric Record Company, catalogue no. TRIX 4) (1977)

Fear of the Dark (The Electric Record Company) (1978)

  801

801 Live (1976)

Listen Now (1977)

Live @ Hull (2009)

Latino (2013)

Manchester (2015)

  Judas Priest

Sin After Sin (CBS, Inc. (UK)), (Columbia (US)) (1977)


  Jack Bruce

How's Tricks (RSO, 1977)

Cities of the Heart (CMP, 1994)

Jet Set Jewel (Polydor, 2003)



 Gary Moore

Back on the Streets (1978)

After the War (1989)


 Duncan Browne

The Wild Places (1978)

ˈˈStreets Of Fireˈˈ (1979)


  L. Shankar

Touch Me There (Produced by Frank Zappa) (1979)


 Jeff Beck

There & Back (Epic, 1980)


 Michael Schenker

The Michael Schenker Group (Chrysalis, 1980)

The 30th Anniversary Concert – Live in Tokyo (In-akustik, 2010)

In the Midst of Beauty (In-akustik, 2008)

Temple of Rock (In-akustik, 2011)


  Jon Anderson

Song of Seven (Atlantic, 1980)

Animation (Polydor, 1982)


  Pete Townshend

Empty Glass (ATCO, 1980)

All the Best Cowboys Have Chinese Eyes (ATCO, 1982)

White City: A Novel (ATCO, 1985)

The Iron Man: The Musical by Pete Townshend (Virgin, 1989)


Mike Rutherford

Smallcreep's Day (Charisma Records, 1980)


  Ph.D.

PhD (Atlantic, 1981)

Is It Safe? (WEA, 1983)

Three (Voiceprint, 2009)


  Jon Lord

Before I Forget (Harvest, 1982)


 Toyah

The Changeling (1982)

Warrior Rock: Toyah on Tour (1982)


  Mike Oldfield

Crises (Virgin, 1983)

Discovery (Virgin, 1984)

Islands (Virgin, 1987)

Heaven's Open (Virgin, 1991)


 Nik Kershaw

Radio Musicola (MCA, 1986)

You've Got to Laugh (Short House Records, 2006)


  Madness  

The Madness (Virgin, 1988)


  Joe Satriani

Flying in a Blue Dream (Relativity, 1989)

The Extremist (Relativity, 1992)

Time Machine (Relativity, 1993)

Super Colossal (Epic, 2006)


  The Who

Join Together (Virgin, 1990)

Thirty Years of Maximum R&B (Polydor, 1994)


   Asia

Aqua (1992)

Aura (2001)


  Toto

Absolutely Live (Columbia, 1993)

Tambu (Columbia, 1995)

Toto XX (1998)

Mindfields (Columbia, 1999)

Livefields (Columbia, 1999)

Through the Looking Glass (EMI, 2002)

Live in Amsterdam (Eagle, 2002)

Falling in Between (Frontiers, 2006)

Falling in Between Live (2007)

Live in Poland (Eagle, 2014)


 Steve Lukather

Candyman (Columbia, 1994)

Santamental (Favored Nations, 2005)


Derek Sherinian

Inertia (Inside Out, 2001)

Black Utopia (J.S.H.P., 2003)

Mythology (Inside Out, 2004)

Blood of the Snake (Inside Out, 2006)

Oceana (Music Theories, 2011)

The Phoenix (Inside Out, 2020)

Vortex (Inside Out, 2022)


  Steve Hackett

Beyond the Shrouded Horizon (WHD 2011)

At the Edge of Light (2019)


 Hiromi

Voice (Telarc, 2011)

Move (Telarc, 2012)

Alive (Telarc, 2014)

Move: Live in Tokyo (Telarc, 2014)

Spark (Telarc, 2016)


  DarWin 

DarWin 2: A Frozen War (2020)


 

Simon Philips solo albümleri


Protocol (Food for Thought, 1988)


Simon Phillips (Manhattan, 1992)


Force Majeure with Ray Russell, Anthony Jackson, Tony Roberts (B&W, 1993)


Symbiosis (Lipstick, 1995)


Another Lifetime (Lipstick, 1997)


Out of the Blue (Victor, 1999)


Vantage Point with Jeff Babko (Jazzline, 2000)


Protocol II with Andy Timmons, Steve Weingart, Ernest Tibbs (Phantom, 2013)


Protocol III with Andy Timmons, Steve Weingart, Ernest Tibbs (In-akustik, 2015)


Protocol 4 with Greg Howe, Dennis Hamm, Ernest Tibbs (Phantom, 2017)


Protocol V with Otmaro Ruiz, Alex Sill, Jacob Scesney, Ernest Tibbs (Phantom, 2022)


Bu arada Simon Philips'in grup elemanı veya konuk olarak yer aldığı albümlerin sayısı 78 ve solo olarak yaptığı albüm sayısı da 11... yani toplamda 89 albüm. Yani adam doğduğu gün bageti eline alıp çalmaya başlasa bile yılda bir albümden fazla oluyor. Bir de yer aldığı bütün albümleri tek tek dinleyeyim dedim. Bu bile aylarca zaman alabilir. Şimdilik bildiklerimle idare edeyim yeter. 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...