30 Eylül 2018 Pazar

Chicago Blues ustası Otis Rush'ı kaybettik



Otis Rush cumartesi günü, 84 yaşında hayata veda etti.  Eric Clapton, Stevie Ray Vaughan, Led Zeppelin, Melvin Taylor gibi müzisyen ve gruplara ilham kaynağı olan Otis Rush, Rolling Stones dergisinin yaptığı 100 Büyük Gitarist sıralamasında 53. sırada gösterilmişti.



Chicago Blues'ın görkemli gitaristi Otis Rush cumartesi günü (29 Eylül 2018) 84 yaşında hayata veda etti. 2004 yılında felç geçiren büyük usta son yıllarını müzikten uzak geçirmişti. 

İlk plağı olan "I Can't  Quit You Baby"i 1956 yılında yayınlayan Otis Rush, aralarında Buddy Guy gibi isimlerinde olduğu blues ustalarının çıkışına vesile olmakla kalmayarak, rock gruplarına da ilham kaynağı olacaktı. 

1935 yılında Mississippi'de doğan Rush, 8 yaşındayken gitarı kendi kendine öğrenecekti. 1949'da Chicago'ya giden gitarist, büyük blues ustası Muddy Waters ile çalşmaya başlayacaktı.

Eric Clapton, Stevie Ray Vaughan, Led Zeppelin, Melvin Taylor gibi müzisyen ve gruplara ilham kaynağı olan Otis Rush, Rolling Stones dergisinin yaptığı 100 Büyük Gitarist sıralamasında 53. sırada gösterilmişti.


Jefferson Airplane'dan Marty Balin sonsuzluğa uğurlandı



1965 yılında kurulan Saykodelik Rock'ın öncü grubu Jefferson Airplane'in kurucusu, vokalisti ve ritm gitaristi Marty Balin'i geçtiğimiz perşembe günü ( 27 Eylül 2018) hayata veda etti. 

76 yaşında olan sanatçı 2016 yılında açık kalp ameliyatı geçirmişti. Bu ameliyatın ardında yapılan yanlış tedavi ve ihmal sonucu Marty Balin kısmi felç olmuştu.

1965 ile 1971 yıllarında Jefferson Airplane grubunda yer alan Marty Balin grubun 1989 ile 1996 arasında grubun tekrar kuruluşunda da bulunmuştu. 






25 Eylül 2018 Salı

Ana Popovic'in 2010 yılı İstanbul konseri'nden kareler.


Ana Popovic'in yeni albümünün çıktığı şu günlerde aklıma sekiz yıl öncesi geliverecekti. O yıllarda radyo programım Blues Perişan'da bolca çaldığım ( bir anlamda kendimce keşfim ) bu usta kadın gitaristi 2010'da İstanbul'da verdiği konserde çok az sayıda ama şanslı insanlardan biri olarak izlemiştim. 




Rock FM'de Blues Perişan radyo programına başladığım günlerde Ana Popovic'le tanışmış ve programlarımda da sık sık parçalarına yer vermiştim. Onunla ilgili yazılanları okuduğumda Yugoslavya'dan çıkmış kadın blues gitaristi olduğunu öğrenmem de bu ilgiyi körüklemişti açıkcası.  O sadece komşu bir ülkeden çıkan Trakyalı bir gitarist olmasından öte müziği ile de önemi benim kulak zevkime fena halde hitap edecekti. 
Ana Popovic'in albümlerini külliyatıyla dinliyor, Blues Perişan radyo programında da bolca çalıyordum. Hatta bir programı da tümüyle ona ayırmıştım. O zaman Baraka'da yaptığım gecelerde de DJ kabininden mutlaka bir iki Popovic parçasına yer veriyordum. 
O zamanlarda bir arkadaşım, "Ana Popovic'in İstanbul konseri olacakmış." demesiyle şoke olacaktım. İlk anda bunun arkadaşım tarafından yapılan bir şaka olduğunu düşünecektim. "Hadi ordan hangi aklı evvel organizatör yapar böyle bir konseri" deyip, ekledim, "Yahu Ana Popovic'i bilen sen ben bizim oğlan, o konser dolmaz ki"

Arkadaşım konserin haberini internetten gösterdi, göstermesine ama o da bir tesadüf eseri bu haberi görmüştü. Konser sanki eş, dost arasında yapılan bir düğün gibiydi, tabir yerindeyse. Yapılacağı yer Ortaköy'de bir otelin altında bar ile restaurant arası bir mekandı. Jazz Club & Restaurant adındaki bu mekandaki konser için biletlerimizi aldık. 

21 Mayıs 2010 gecesi Ana Popovic'i ilk kez konserde izlemek için yedi, sekiz kişilik tayfalar halinde Ortaköy'e doğru yola koyulduk.   Jazz Club & Restaurant'a geldiğimizde kalın bir mekanla karşı karşıyaydık. Büyük bir  bar ve kanepe, koltuk biçiminde oturma grupları önünüzde sehpa biçimli masalar ve ciddi anlamda yemek de söyleyebileceğiniz masalar da vardı. Sahne, davul, klavye gibi enstrümanları görmesek orada bir konser olacağı aklınıza gelmezdi hani.
Bundan 8 yıl önce Ana Popovic ve grubunu ilk kez konserde izleyecektim. Çok güzel bir geceydi ve hala unutulmazlarım arasındadır. 
Ana Popovic’e o konserde bas gitarda Ronald Jonker, davulda Ron Wright ve klavyede ise Michele Papadia eşlik etmişti. Konser sonrasında da hepsiyle sohbet edip, bol bol fotograf çektirmiştik.  


Bas gitarist Ronald Joker ve Ana Popovic


Michele Papadia 


 Ron Wright 


Ve konser biter... Tayfalar sahilde yolluklarını içer.

Bu konser 21 Mayıs 2010 Cuma gecesi olmuştu. Ertesi gün Cumartesi gecesi de bir konser vardı ve ona davetliydik ama ben Çanakkale'de bir etkinliğe davetli olduğum için gidemedim. Geronimo Yalnızkartal ve Rock FM'de Long Play programını yapan Sezen Aladağ orda olmuşlardı. Geronimo o konseri bana anlattı açıkcası çok kıskandım, çünkü ilk konserin seyircisiydik ama ikinci gece tanışmış insanlar olarak izleyecektik. Geronimo işte böyle bir şekilde oradaydı. Bir ara o günü  Geronimo yazar ve fotograflarla paylaşırsa ne güzel olur hani. 

Aptulika


20 Eylül 2018 Perşembe

Kaza geçiren Dickey Betts'in durumu kritik


Güney Rock'ın efsanevi grubu Allman Brothers Band'in gitaristi Dickey Betts geçtiğimiz Pazartesi günü Florida'daki evinin bahçesinde köpeği ile oynarken ayağının kayması sonucu başını yere çarpmıştı. Derhal hastaneye kaldırılan sanatçıya müdahale eden doktorlar, başında oluşan çatlak sebebiyle durumun kritik olduğunu belirttiler. 
Dickey Betts şu sıralar hastanede ve tedavisine devam ediliyor. Sanatçı yarın bir ameliyata alınacakmış.

19 Eylül 2018 Çarşamba

Ana Popovic ile Keb' Mo işbirliği : "Like It On Top"



Eski Yugoslavya'dan çıkan en önemli Blues Rock gitaristi ve şarkıcısı Ana Popovic yeni albümü "Like It On Top" u geçen hafta Cuma günü yayınladı. Prodüktörlüğünü Keb' Mo'nun yaptığı albümde Ana Popovic tarzını biraz daha Soul, funk ve hatta R&B kulvarına yönlendirmiş. 







Blues Rock gitaristi ve şarkıcısı Ana Popovic yeni albümü "Like It On Top" u geçen hafta Cuma günü (14 Eylül 2018) piyasaya çıkardı. 10 yeni şarkısıyla müzikseverlerle buluşan Popovic, Avrupa'nın bir çok yerinde festivallere katıldıktan sonra şimdi de yeni albümünün tanıtımı için geniş bir ABD turnesine çıkmaya hazırlanıyor. 

Nashville'de kaydedilen "Like It On Top albümünde prodüktörlüğü Grammy ödüllü blues müzisyeni Keb' Mo üstlenmiş. Albümde Ana Popovic'e konuk olarak Keb' Mo'nun yanısıra Kenny Wayne Shepherd, Robben Ford gibi ustalar da destek vermiş. 

Bu çok özel konukların yanısıra Ana Popovic'in son albümünde şu isimlerin eşlik ettiğini görüyoruz: Akil Thompson (ritm gitar), Mike B. Hicks (keyboards), Eric Ramey (bas), Marcus Finnie (davul), Tommy Sims (davul, bas) Roland Barber (trombon), Evan Cobb (saksofon), Josh Harner (trompet), Jason Eskridge (geri vokaller), Moiba Mustapha (geri vokaller).
  Joe Ashlar (keyboard), Michele Papadia (keyboard), Brad Walker (saksofon), Jon Ramm (trombon), Claudio Giovagnoli (saksofon), Davide Ghidoni (trompet) Buthel Bass (bas), Favor Goodiam (davul).


‘Like It On Top’  

1. Lasting Kind Of Love (ft. Keb’ Mo’)
2. Like It On Top (ft. Robben Ford & Keb’ Mo’)
3. Sexy Tonight (ft. Kenny Wayne Shepherd)
4. Slow Dance (ft. Robben Ford)
5. Funkin’ Attitude
6. Last Thing I Do
7. Virtual Ground
8. Brand New Man
9. Matter Of Time
10. Honey, I’m Home

Ana Popovic'in yeni albümünde ilk gözümüze çarpan daha bir soul etkisinin hakimiyet kazanması. Bu değişim Ana Popovic'i blues rock olarak sevmiş biri olarak beni biraz üzse de albümü bir iki dinledikten sonra bunun çok doğru bir tavır olduğuna kanaat getirecektim. Kadın blues rock gitarında kendini kabul ettirmesine rağmen Ana Popovic hâlâ yetkinleşmeyi, kendini geliştirmeyi esas alıyor. Bu albümde de hedefine soul'u koymuş ve bu yüzden de Keb' Mo ile çalışmış. Yelken açtığı soul yolculuğunda da kendine has tavrını koyabilmiş. 







Mark Knopfler'ın yeni albümü Kasım'da çıkıyor


Dire Straits'in kurucusu Mark Knopfler dokuzuncu solo albümü "Down The Road Wherever" ı çıkartmaya hazırlanıyor. 16 Kasım 2018'de piyasaya çıkması planlanan albümün kayıtları Mark Knopfler'ın Batı Londra'daki kendi stüdyosunda yapılmış. Prodüktörlüğünü Mark Knopfler ve keybordcısı Guy Fletcher tarafından yapılan albümde 13 parça yer alacakmış. 

Mark Knopfler'ın "Down The Road Wherever" albümünde Guy Fletcher ( keyboards),   Imelda May (vokal), Jim Cox (keyboards), Nigel Hitchcock (saksofon) Tom Walsh (trompet)  John McCusker (keman), Mike McGoldrick (flüt), Glenn Worf (bas), Ian ‘Ianto’ Thomas (davul) ve Danny Cummings (perküsyon) müzisyen kadrosunu oluşturmuş.

18 Eylül 2018 Salı

Gür Akad 40. Yıl Konserleri


Türkiye'de Rock'ın kilometre taşlarından biri : GÜR AKAD. 
Rock tarzının ülkemizdeki macerasını bir bayrak yarışı gibi görürsek, Gür o bayrağı 1980'lerin başında aldı ve daha sonraki kuşaklara taşıdı. 
O günden bugünlere üç rock kuşağı geçti ama Gür Akad o bayrağı hiç düşürmeden bu günlere dek  taşıdı. Kimi zaman grubuyla kimi zaman da popüler çalışmalarda gitarıyla yerini aldı ama her daim gitarı nevi şahşına münhasır ve de rock olmaktan bir gıdım geriye gitmedi. 1978'de başladığı müzikal kariyerinde günümüze dek Gür Akad duruşuyla ülkemizde rock müziğe heyecan ve ilham vermeye devam ediyor. 
Gür Akad bugünlerde 40. yılını konserlerle kutluyor. Usta gitaristimiz 20 Eylül 2018, Perşembe gecesi İstanbul, Kadıköy'de 40. yılı için Ağaç Ev'de bir konser verecek. Saat 22.00'de başlayacak olan bu konserde Gür Akad gitar ve vokalde yer alırken,  davulda Bilge Candan, basgitarda Çağatay Ateş, klavyede
Barış Göker bulunacak. 




17 Eylül 2018 Pazartesi

Jethro Tull ve Fairport Convention'ın elemanı Martin Allcock Öldü.


Jethro Tull'ın İstanbul'a ilk kez gelip, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda verdiği konseri izleyenler, aradan 27 yıl geçmiş olsa da o dört gece birbiri ardına verilen konserleri hiç bir zaman unutamazlar. O gün verilen konserde haliyle bütün dikkatler Ian Anderson'un üzerinde olsa da piyanodaki kırmızı urbalı, güler yüzlü adam da hafızamıza oturacaktı. Sadece piyano, org, keyboard değil bütün enstrümanlar ustalıkla çalan  Martin Allcock bu Pazar günü, 16 Eylül 2018 tarihinde, 61 yaşındayken hayata veda etti.

5 Ocak 1957 yılında Middleton'da doğan İngiliz müzisyene geçen yıl karaciğer kanseri teşhisi konmuştu. 

Uzun yıllar İngiliz folk rock grubu Fairport Convention'la müzik yapan sanatçı 1988 ile 1991 yılları arasında Jethro Tull'da çalışmıştı.   



Radyo Dinlemek İçin Bir Site ya da kısaca rdib.site - Kurucusu Andaç Işık'la söyleşi

Uzun bir aradan sonra Blues Perişan radyo programı geri dönüyor. Açıkcası büyük bir heyecan içindeyim. Sadece heyecan olsa iyi, bir de tedirginlik taşımaktayım ki haftalardır elim ayağıma dolaşıyor, uykularım kaçıyor. Radyo programcılığında 25 yılı tamamladım ama bu sefer ki benim için bir ilk olacak, çünkü internet radyoculuğuna ilk adımımı atacağım. Bu tedirginlik sadece ben de değil, dinleyicinin de "Nasıl dinleyeceğiz ?" sorularıyla sıkça karşılaşıyorum. Baktım olacak gibi değil, o zaman radyonun kurucusu Andaç Işık ile bir söyleşi yapayım, böylece hem benim hem de sizin sorularınız yanıt bulsun dedim. Blues Perişan bundan sonra 4 Ekim'den itibaren her perşembe saat 21.00 ile 23.00 arası internet radyosu 'radyodinlemekicinbir.site' de yayında olacak. Blues Perişan'ın yeni yayını başlamadan önce 'radyodinlemekicinbir.site' nin kurucusu ve yöneticisi Andaç Işık ile söyleşelim dedik, buyrun okuyun. 
Aptulika




APTULİKA -Radyoculuk  aynı zamanda iyi bir radyo dinleyicisi olmaktır, ne dersiniz?

ANDAÇ IŞIK - İyi bir radyo dinleyicisi olmaktan önce iyi bir dinleyici olmaktır derim. Tabii kastettiğim çok dinlemek, her şeyi ve herkesi dinlemek değil. Kastettiğim ne mi? "Kulak kabartmak" lafını çok severim. İyi dinleyici; neye, ne zaman kulak kabartacağını bilendir tam olarak. Bu anlamda iyi bir radyo dinleyicisi, zevkine göre neyi dinlemesi gerektiğini bildiği kadar neyi dinlememesi gerektiğini de bilendir diyelim. Radyoculuk kısmına gelirsek... Beylik laflar etmek istemem ama radyoculuğun iyi bir dinleyici olmanın yanında iyi bir anlatıcı olmayı da gerektirdiğini düşünüyorum. Yani aslında iletişim sürecinin her iki yönünde de iyi olmak radyoculuğun temel şartı olmalı.


-Radyoculuğa nasıl karar verdiniz?

Sanırım bu soruya vereceğim yanıt bir önceki soruya verdiğim kötü yanıtı tamamlayacak. Bir klişe vardır; "radyoda Elvis'i dinliyordum ve bir gün ben de onun gibi olacağım dedim".  Benim hikayem pek öyle başlamadı. Yani radyoculuğa merakım radyo dinleyerek ortaya çıkmadı. (Tabii ki o dönem radyo dinliyordum ve evde/arabada radyo dinleniyordu.) Ortaokul yıllarımda müzik öğütmeye başlamıştım. 60'lı yıllardan, 70'lerin ilk yarısından ne bulursam dinlemeye ve arşivlemeye başladım. Bir süre sonra dinlemek yetmemeye başlayınca o grupların, albümlerin, parçaların hikayelerini öğütmeye başladım. Bookletler, forumlar, ansiklopediler... Bir yandan içimde bunları birileriyle paylaşmak gerektiği hissi oluşmaya başladı. Bu mutluluğun o şekilde daha da artacağını düşündüm. Peki nasıl paylaşabilirdim?  13-14 yaşında bir çocuğu fiziksel olarak gören biri onun ne anlattığını pek umursamaz. Eh, yazma konusunda da pek becerikli değilim. Ama konuşma ve anlatıcılık konusunda iyi olduğumu düşünüyordum. Ses tonum da fena değildi sanırım. Kısaca ortada bir problem vardı ve radyo benim için bu problemi çözebilecek araçtı. Yani sözlü iletişimde zayıf ama yazma becerisi güçlü bir çocuk olsaydım muhtemelen asla radyocu olmaya heves etmeyecektim. 

-Neden internet radyoculuğu? Pekala bir FM kanalına program yapmayı da tasarlayabilirdiniz. 

Sorular sanki benim her bir soruya eksik cevaplar vereceğim öngörülerek tasarlanmış.  Radyoyu "problemi" çözecek araç olarak belirledikten sonra nasıl yapabileceğimi araştırmaya başladım. Bilgisayar ve internet konusunda o zamanlar oldukça iyiydim. Yaşım itibariyle bir dijital çağ çocuğuydum ve bununla birlikte FM radyo ile duygusal/romantik bir bağım yoktu. 

O zamanlar küçük küçük karaladığım bir blogum vardı. Bir internet radyosu altyapısı kurdum ve oraya bir player ekledim. Daha sonra bazı günler canlı bazı günler banttan 7/24 yayın yapan bir radyo haline geldi. Harıl harıl listeler hazırlıyordum ve çok keyif alıyordum. Tam bir "one man band" olmuştum diyebilirim. O günden bu güne toplamda 1.5 sene ara vermiş olsam da internet radyoculuğu yolculuğum hep devam etti. Üniversitede de Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü seçtim. Yolculuğum Kasım 2016'da radyodinlemekicinbir.site ile başka bir boyuta geçti. Aslında hâlâ bir "one man band"im ama şimdi yol arkadaşlarım da var. 

Bu sorunun ikinci yanıtı "neden şu anda internet radyoculuğu" sorusuna yanıt olmalı sanırım. Yani benim kişisel hikayemin dışında, bugün ile ilgili. Her şeyden önce bir FM istasyona göre daha düşük maliyetli. Bazı dezavantajları olduğu doğru. Kadranı çevirirken bir internet radyosu keşfetmeniz mümkün değil örneğin. Bunun yanında günümüzde FM radyo alıcısı sayısı ile internet bağlantısına sahip bilgisayar ve akıllı telefon sayısını karşılaştırırsak daha ulaşılabilir diyebiliriz. Ulaşılabilir ama, yalnızca bildiğiniz sürece... Belki bir başka avantajı ses kalitesi olabilir ama bu avantajını da kaybediyor. Türkiye'de konuyla ilgili bir gelişme olmasa da ABD ve Avrupa DAB yayıncılığa hazır/hazırlanıyor, Amerika'da uydu radyoları yaygın hale geldi bile. Bizim açımızdan en belirgin avantajı radyoyu bulut ortamında yönetebilmek ve ülkenin, dünyanın farklı yerlerinden yayın yapabilmek. Bunlar FM radyoda da mümkün ancak internet radyoculuğunda daha kolay.

-Radyonun isminin uzunluğu bir handikap yarattı mı? Yoksa bu bilinçli bir tercih miydi?

Biraz esprili, biraz da basit alt metni olan bilinçli bir tercihti. radyodinlemekicinbir.site; haber, video vs. gibi şeyler içermeyen, yalnızca radyo yayını yapacak yani ürettiği tüm içeriği radyo yayını için ve ona paralel üretecek bir internet sitesinin adresi, daha fazlası değil. İki dezavantajı oldu. Birincisi; pek çok insan .com, .net, .org gibi bilindik uzantılar dışındaki internet adresi uzantılarına aşina değil. "Nereden dinleriz?" sorusuna yanıt vermek biraz zor olabiliyor.  Bir diğer dezavantajı ise sadece adresi gören biri bazen radyoların topluca listelendiği ve dinlenebildiği bir site sanabiliyor. Twitter hesabımızı açtığımız zaman karakter sınırına takılınca rdib_site kullanıcı adını almak zorunda kalmıştım. Bir süre sonra dinleyiciler rdib.site demeye başladılar. Ben de rdib.site adresini de satın aldım. Şimdi o adresi de kullanıyoruz.

-radyodinlemekicinbir.site'nin programları ve işleyişini biraz anlatır mısın?

Programlar ve işleyişten önce ne yapmaya çalıştığımızdan bahsetmeliyim sanırım elimden geldiğince. Çocuğum gibi olduğu için üçüncü tekil olarak anlatayım. radyodinlemekicinbir.site tür-spesifik müzik yayıncılığı yapmaya çalışan bir mecra. Klasik rock, hard rock, blues, caz ve klasik müzik ekseninde ilerliyor. Rock ve blues'un alt türlerine ilgili. Alternatif, indie, elektronik türlerle arası kötü. 1920'lerden 1970'lerin sonuna kadar yapılan müziğe ve o müziğin ruhunu bir şekilde yaşatan, devam ettiren eski kafalı "yeni"ye de yer veriyor. İşin müzikal kısmı böyle. 

Bu noktada web sitemizden bir alıntı yapayım. Çünkü oraya yazana kadar çok uğraşmıştım. 

***
Ne yapmaya çalışıyoruz?
Nitelikli programlar ve bant yayınları hazırlayarak keyif alırken keyif vermeye çalışıyoruz.

Nasıl yapmaya çalışıyoruz?
Popülerliği her zaman ikinci plana atarak tür-spesifik programlar yapmaya çalışıyoruz. Bizim için nicelikten çok nitelik ön planda. Eğlenmek tabii ki önemli ancak eğlenirken bilgi verebilmek bizim ilk amacımız. radyodinlemekicinbir.site’nin mottosu kısaca: “Inform-Educate-Entertain”. (Bilgilendir-Eğit-Eğlendir). Bu motto, BBC’nin kurucu genel müdürü John Reit’e ait. Ancak biz onun kastettiği biçimde programcının dinleyiciyi bilgilendirip eğittiği bir modeli değil, hep birlikte eğlendiğimiz ve öğrendiğimiz bir mecra hayal ediyoruz.
***

Programlara gelecek olursak, şu anda yaz dönemindeyiz ve programlarımızın çoğu sezon arasında. Yeni sezonla birlikte kadro tekrar tamamlanacak.

Programlara kısaca bir gözatarsak,


"Sesli Tefrika"



 Uygar Arpak'ın hazırlayıp sunduğu bir sesli müzik ansiklopedisi. Uzunluğuyla ve hikayeleriyle ünlüdür. Her hafta rock/blues tarihinden bir olay, grup ya da albüm anlatılır.



"Solaris:Progressive Rock Güncesi"



Nitel Muhtaroğlu hazırlar. Her hafta yıl/dönem/akım/gruplar özelinde tematik progressive rock seçkileri yayınlanır.



"Novus"



  Başak İdil Özen hazırlar. 20. yy klasik müziğine odaklanır. Her hafta bir besteci/akım üzerine 3 saatlik liste yayınlanır. Yakında final yapacak ve aynı format ile ile 20. yy öncesi müziğine odaklanacak.


"Barış ve Teletabiler"



  Barış Akhan hazırlar. Her hafta 1 saat Anadolu Rock ve Anadolu Pop çalar.


"60 Dakika"




 Değer verdiğimiz müzisyenlerin doğum günlerinde ya da ölüm yıl dönümlerinde müzisyenin müzikal yolculuğunu göz önüne seren 1 saat, 2 saat ya da 3 saatlik seçkiler. Bu seçkileri bizzat hazırlıyorum. Parçaları kişisel beğenim ile müzikal niteliği harmanlayarak seçiyorum.



Sürpriz yayınlar


 Habersiz şekilde, genellikle gece yarısından sonra yayına girip hazırladığım playlistleri çalıp dinleyicilerle sohbet ettiğim bir "format olmayan format".



"Konser Saati"


 Her hafta rock/blues tarihinin iyi konserlerinden birini kesintisiz çaldığımız program.






Bununla birlikte yeni sezonda Okan Meriç ve Gitarist radyodinlemekicinbir.site'deki yolculuğuna devam edecek. Ve tabii Blues Perişan'ı da dinlemekten hep birlikte keyif alacağız. Sezen Aladağ Özdemir'in hazırladığı Long Play'in de belki sezon başında değil ama yeni yılda dönmesini umuyoruz.

Uzun bir yanıt oluyor ama işleyişi anlatmak kısa sürecek. Programcılarımız bu nitelikli programları hazırlarken teknik işler, sosyal medya, web sitesi, bant yayınlarında çalan tüm parçaların seçimi, duyurular, yayın akışı gibi aklınıza gelebilecek tüm işleri ben yapıyorum. Kısa bir süre sonra liste ekibimiz de bant yayınları konusunda bana destek olmaya başlayacak.

-radyodinlemekicinbir.site'de görmek istediğiniz programlar var mı?



Solaris, Sesli Tefrika, Patron Masası, Düzenli İlişki, Novus gibi bizim yarattığımız formatların yanında, Türkiye'de bizim anlayışımıza yakın olduğunu düşündüğüm sayılı programlardan bazıları halihazırda bizimle birlikte ya da bir süre bizimleydiler. Okan Meriç, Sezen Aladağ ve Dinçer Tuğmaner gibi çok kıymetli isimlere Aptülika da eklenince o sayılı programlardan çoğu bizimle birlikte oldu diyebiliriz. Daha önce Türkiye radyolarında yer almış ancak şu anda devam etmeyen bazı programlarla ilgili imkanlar dahilinde fikirlerimiz var. Bazılarıyla bugüne dek temaslarımız oldu. Yeni radyocular ve programlara mecra olmaya da devam etmek istiyoruz. Ancak temel sorun niteliği stabil tutabilmek. Diğer yandan zaman ve maddi olanaklarla ilgili sorunları çözmek
gerekiyor.

-Dinleyici potansiyeli nasıl ve tepkileri nasıl?

Yerli ve yabancı pek çok dinleyicimiz var. Son dönemde de olumlu bir artış yakaladık. Nitelikli bir dinleyici kitlemiz olduğunu düşünüyorum. Tepkiler konusunda biraz dertliyiz. Aslında dertli olduğumuz konu tepkilerden çok tepkisizlik diyelim. Maalesef Türkiye geri bildirim, eleştiri ve tartışma kültürünün gelişmiş olduğu bir coğrafya değil. Yapmaya çalıştığımız şey de pek popüler olmayınca biz de bundan nasibimizi alıyoruz. Tabii radyo aracılığıyla pek çok dinleyicimizle samimi olduk, pek çoğu olumlu geri bildirimler de var. Geri bildirimlerin tamamına yakınının olumlu olması kişisel olarak pek sevdiğim bir şey değil. Bir noktada tıkanıyorsunuz. Son zamanlarda bu duvarı biraz yıkmaya başladık. Umuyorum yakın gelecekte hayal ettiğimiz kolektif paylaşım ortamını yaratabiliriz.

rdib.site sonuçta bir internet sitesi ama maddi problemler oluyor mu? Sponsorluk ve reklam katkısı düşünüyor musunuz?

İnternet sitesi yalnızca bir arayüz. Onun da bir maliyeti olsa da asıl giderlerimiz radyo yayını yaptığımız server'ın ücreti, podcastlerimizi paylaştığımız servislerin ödemeleri, dijital müzik temini ve lisans ücretleri. Bir de şu an için pek bütçe ayıramasak da ekipman giderleri var. Bu giderleri uzunca bir süre ben karşıladım. Bir süredir de bu yükü destek olan dinleyicilerimizle paylaşıyoruz. Ancak ucu ucuna götürebiliyoruz, bazen kapanmanın ucundan dönüyoruz. Projeyi sürdürülebilir bir hale getirmek amacıyla Patreon üzerinde bir destek kampanyamız var. Detayları görmek isteyenler olursa adresi bırakayım: http://rdib.site/destek

Sponsorluk ve reklam katkısı şu anda yürüttüğümüz modelde mümkün değil. rdib.site mevcut durumuyla kar amacı gütmeyen, ticari olmayan ve gönüllü emekle yürüyen bir internet radyosu. Terminolojide non-profit, non-commercial. Reklam ve sponsorluklar için ticari hale gelmeliyiz. Bu bir bakıştan çok sistem meselesi. Yani şirketleşeceksiniz, sözleşmeler yapacaksınız, ücretli çalışma arkadaşlarınız olacak. Böyle bir modele girişmek için başlangıçta bir sermayeniz ya da yatırımcınız olmalı. Eh, bende sermaye yok. : ) Ama muhtemel yatırımcılar için sistem ve gelir modelimiz hazır.

İlerisi için hedefleriniz neler?

radyodinlemekicinbir.site için o melek yatırımcıyı bulmak! : ) Yani ticari modele geçmek. Adı biraz kötü ama "ticari" sadece sistemin ismi. Projeyi sürdürülebilir hale getirip menüyü kültür-sanat programlarının da yer aldığı lezzetli bir hale getirmek diyebilirim. Ve tabii bütün bunları keyif alarak yapıyor olmak, daha fazla paylaşmak, daha fazla insanla birlikte keyif almak...

* * *

Hazır fırsat bulmuşken hem bu yazı ya da Blues Perişan aracılığıyla rdib.site ile tanışacak dinleyicilere kısa notlar paylaşayım. 

radyodinlemekicinbir.site'yi evinizde, aracınızda, ofisinizde yani kısacası internet bağlantısına sahip olduğunuz neredeyse her yerde dinleyebilirsiniz. Web sitemiz ve kendi Android uygulamamız aracılığıyla dinleyebileceğiniz gibi popüler pek çok radyo uygulamasında da radyomuz kayıtlı. Aracınızda dinlemek için telefonunuzu bluetooth araclığıyla ya da basit bir aux kablosuyla teybinize bağlayabilirsiniz. Teybinizde bluetooth özelliği ve aux kablosu girişi yoksa üzülmeyin. Çok uygun fiyatlara kaset gözüne takılabilen aux aparatları mevcut. Bizi bir saat dinlerseniz kotanızdan/paketinizden 85 mb harcarsınız. Yani basit bir hesapla "Blues Perişan"ı hiç kaçırmayacağınızı varsayarsak 1 ayda 680 mb harcarsınız. Tamamdır, hangi uygulamalardan dinleyebilirim, nereden nasıl dinlerim diyorsanız http://rdib.site/nasildinlerim adresini ziyaret etmeniz yeterli.

Radyomuzdan haberdar olmak isterseniz ihtiyacınız olan her şey http://rdib.site/takip adresinde.

Programlarımızı kaçırısanız ya da yeniden dinlemek isterseniz programlardan en geç 1 hafta sonra podcast kayıtlarını paylaşıyoruz.

 


13 Eylül 2018 Perşembe

Yaz Tatili İznindeyiz.


Yaz Tatiline Çıkıyorum. 
Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım için bir süre yazılarıma ara veriyorum. 
Pazartesi tekrar görüşmek üzere. 

Aptulika

50 . Yılında YES Kutlaması Böyle Olur : MUHTEŞEM!



50. Yılında Yes İki Grup Oldu !

Progresif Rock denildi mi akla ilk anda gelecek gruplardan biri kesinlikle YES’tir. Yarım asır içinde her dönemde var olan grup, yaptıkları çalışmalardaki üst düzeyliliğini koruyarak bizleri şaşırtmışlardır. Şimdilerde de YES ikiye katlanarak bizi şaşırtmaya devam ediyor. “Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim iki tane” tekerlemesi gibi bir şey bu ama, işin özü artık iki tane YES’imiz var.
Yes’in unutulmaz hatta alameti farikası olan sesi Jon Anderson gruptan ayrılıp solo kariyeriyle yoluna devam ediyordu. 2010 yılına geldiğimizde ise usta vokalist yanına Yes’in unutulmaz yıllarına imzasını atmış olan eski klavyecisi Rick Wakeman ile birlikte Trevor Rabin’i de alarak “ARW” isimli ‘Süper Grup’u kuracaktı. Üçlü böylece konser turnelerine çıktı. Konserlerde haliyle Yes klasikleri çalınıyordu. 
Grubun kuruluşunda yani 1968’de yer alan basçı Chris Squire ile Jon Anderson grubun isim hakkını ellerinde bulunduruyorlardı. Haklı olarak Anderson da “ARW” olarak değil Yes olarak müzik yapmak istiyordu. 2015 yılında Squire’in ölümüyle birilikte ilk kadrodan sadece Anderson kalacaktı. Yes’in klasik kadrosundan gitarist Steve Howe ve davulcu Alan White da grubu devam ettiriyorlardı. Her iki cephede anlaşınca 2018’den itibaren iki tane Yes grubu olacaktı. Bir yanda gitarist Steve Howe ve davulcu Alan White’lı Yes, diğer yanda da  Jon Anderson gitarist Trevor Rabin ve klavyeci Rick Wakeman’dan oluşan Yes
Bu nasıl iştir derken geçtiğimiz 7 Eylül 2018 tarihinde “Yes (featuring Jon Anderson, Trevor Rabin, Rick) – Live At The Apollo” albümü çıkacaktı. Öyle güzel bir konser albümüydü ki, iyi ki iki Yes oldu dedim. Hatta keşke üç Deep Purple olsaydı bile dedim.  
“YES” ( FEATURING JON ANDERSON, TREVOR RABIN, RICK WAKEMAN )’in “Live At The Apollo” albümü grubun 25 Mart 2017 tarihinde Manchester’daki Apollo’Tiyatrosu’nda  Yes’in 50. Kuruluş yılı için verdikleri konserin kayıtlarından oluşmuş.  
Grubun ilk dönemlerinde bulunan Jon Anderson, Rick Wakeman ile 1980’li yıllarda Yes kadrosuna katılan Trevor Rabin temeli oluştururken yanlarına aldıkları iki elemanla bu konsere çıkmışlar. Üçlüye eşlik eden davulcu Lou Molino III bagetleriyle ustaların kurduğu görkemli yapıda işini başarıyor ama basçı Lee Pomeroy’un işi biraz daha zor, zira o Yes’in kurucu basçısı  Chris Squire’ın yerini doldurmak zorunda. Ancak bu yeri doldurmayı bire bir Squire’ı taklit etmeden başarabilmiş.    
Konser için seçilen repertuara gelince Yes hayranlarının isteyebileceği şekilde olmuş.    "Rhythm Of Love", “Heart Of Sunrise”, dinleyicinin nakaratlarda dev bir koro halini aldığı  
“ Changes” ve diğerleri birbiri ardına gelmiş.   
 1977 yılının unutulmaz Yes yapıtı  "Awaken" 23 dakikalık yorumuyla destanlaşıyorken    Lou Molio III ve basçı Lee Pomeroy da dahil olmak üzere bütün elemanlar harikalaşıyor.  Konsere 1970’lerdeki gibi peleriniyle çıkan  Wakeman,  bizi hem şov hem de müzikal olarak o yıllara götürüyor. Tabi bu konserin asıl gözdesi bir imza halini alan sesiyle gösterinin yıldızı   Anderson
“Yes (featuring Jon Anderson, Trevor Rabin, Rick) – Live At The Apollo” albümü unutulmaz Yes klasiği “ Roundabout” ile 50 yılın özetinin finalini oluşturuyor.



Jon Anderson (vokal, gitar ) 
Trevor Rabin (gitar, vokal) 
Rick Wakeman (keyboards) 
Lee Pomeroy (bas) 
Lou Molino III (davul)

Yani iki YES’ten biri 

Ve

Harika bir konser

“Yes (featuring Jon Anderson, Trevor Rabin, Rick) – Live At The Apollo”

CD 1
1. Intro / Cinema / Perpetual Change
2. Hold On
3. I’ve Seen All Good People : (i) Your Move (ii) All Good People
4. Lift Me Up
5. And You & I (i) Cord Of Life (ii) Eclipse (iii) The Preacher, The Teacher (iv) Apocalypse
6. Rhythm Of Love
7. Heart Of The Sunrise
CD 2
1. Changes
2. Long Distance Runaround / The Fish (Schindleria Praematurus)
3. Awaken
4. Make It Easy / Owner Of A Lonely Heart
5. Roundabout

12 Eylül 2018 Çarşamba

32 yıl sonra Paul Simon ile barışma


Simon & Garfunkel 1960 ve 70'li yılların popüler müziğinde damgasını vurmuş ikililerin en heybetlilerindendi. O iki sesin bir araya gelişindeki armonik bütünlük keyfine doyulmaz bir etki yaratırdı. 1966 yılından gelen o meşhur parçalarının adı gibi "Sessizliğin Sesi" girdiği mekanı devasa bir hacimle doldururdu. Onları birbirinden ayrı düşünemezdiniz ama bütünlüğün gizi karşıtların birliğiydi aslında. Tıpkı artı ve eksinin birbirini çekimi gibiydi, bu bütünlük. O iki farklı ses ve dünya bir zaman gelecek, yollarını ayıracaktı. Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi seksenlerde ikilinin yolları ayrıldı ve benim kulağım her ikisinden de kopuverdi. Onlar yollarına ayrı ayrı devam ederken, ün yönünde Paul Simon otuz küsur yıla izini bırakacaktı. "Bangır Bangır Sessizliğin Sesi" yazımda da belirttiğim gibi Paul Simon'ın solo döneminde yaptığı "Graceland" albümünden sonra bağımı koparmıştım. Geçen hafta çıkan yeni albümüyle 32 yıl sonra Paul Simon'a tekrar kulak kabartacaktım. 


7 Eylül 2018 tarihinde Paul Simon, 14. stüdyo albümü olan " In The Blue Light"ı yayınladı. Bu albüm yeni ama içindeki parçalar eski. Olayın aslına şöyle bir mercek tutarsak; Paul Simon solo dönemindeki diskografisinde yer alan albümlerindeki parçaların en az bilinenlerini seçerek, yeniden yorumlamış. Bayat ekmekleri değerlendirebileceğiniz papara isimli bir yemek vardır ya bu da onun gibi birşey. Evde kalan bayat ekmeklerin üzerine, hazırladığınız kıymalı, soğanlı ve domatesli paparayı döktükten sonra üzerine sarımsaklı yoğurdumuzu boca ediyoruz ve ortaya harika bir yemek çıkıyor. Paparanın güzelliğinin sırrı böyle bir şey. Yemek örneği belki yakışıksız bir benzetme oldu ama paparanın lezzeti bu yargıyı affettirir olsa gerek. Hem zaten Paul Simon da elde kalmış, bayatlamış işlerini değil az tanınan belki de bir anlamda hakettiği değeri verilmemiş parçalarını bir araya getirip, caz formundaki düzenlemelerle yorumlamış. 
 " In The Blue Light" albümünde gitarist Bill Friesel, trompetçi Wyton Marsalis , davulcu Steve Gadd gibi caz ustaları da konuk olarak yer almış. 
Şimdi de Paul Simon'ın yeni albümü " In The Blue Light"a şöylece kısaca bir gözatalım... 
Yeni caz yorumu yapılan parçaların aslının hangi albümlerde olduğunu parantez içinde yazdım. 

1 - One Man's Celling Is Another Man's Floor
(1973 yılında çıkan "There Goes Rhymin' Simon" albümünden)

 2 - Love
( 2000 - "You're the One" )

 3 - Can't Run But
( 1990 - "The Rhythm of the Saints" )
Bu yorumu aslından daha çok sevdim, her dinleyişte de sazan gibi "vay bu parça güzelmiş" diye de atılıp durdum. 1990 yılındaki halinde Afro ritimli, world müzik hedefindeki şarkı burada Batı klasik müziği etkisinde sunulmuş. Vurmalı çalgıların yerini keman, çello, flüt almış.

 4- How The Heart Approaches What it Yearns
( 1980 - "One Trick Pony" )
Folk etkili bu parça harika bir caz yapıtı oluvermiş. Yorumda Wynton Marsalis ve trompeti ziyadesiyle ağırlıkta. 

 5- Pigs, Sheep and Wolves
( 2000 - "You're the One" )
Fabl etkisindeki bu parça New Orleans barlarında caz ile gezinirken, eski yorumun tadı da sürebilmiş.


 6- Rene and Georgette Magritte with Their Dog After the War
( 1983 - "Hearts and Bones" )
Sürrealist ressam Rene Magritte ve eşi Georgette üzerine yazılmış bir parça. Şarkı yapıldığı yıllarda ticari bir felaket olarak nitelenmişti. Bu parça o zamanlar tutulmasa da benim için asıl hali çok güzeldi. Belki de Rene Magritte'in resimlerine özel ilgim olması sebebiyle de sevmiş olabilirim. 
Size önerim bu şarkıyı dinlerken internette Rene Magritte resimlerini bulun ve onlara bakarak dinleyin derim. 

 7- The Teacher
( 2000 - "You're the One" )
Akustik gitarla yumuşak bir nehir gibi akan bir parça.

 8- Darling Lorraine
( 2000 - "You're the One" )

 9- Some Folks' Lives Roll Easy 
( 1975- "Still Crazy After All These Years" )

 10- Questions for the Angels
( 2011 - "So Beatiful or So What")  

"Into the Blue Light" albümüyle Paul Simon ile barışmakla kalmadım, neredeyse bir haftamı hem bu albüme hem de tabi ki Paul and Simon klasiklerini dinlemekle geçirdim. Fena da olmadı hani hayatım sanki 1970'li yıllara dönmüş gibi oldu. Kırk yıl var ki o eski diyarlara gitmemiştim... iyi oldu doğrusu. 

Aptulika




Bangır Bangır Sessizliğin Sesi

Bir gün TRT televizyonunda ikilinin konseri yayınlanınca "Sessizliğin Sesi" tekrar canlanacaktı. Bu Simon & Garfunkel ikilisinin Central Park'ta verdiği konserin naklen yayınıydı. 1982 tarihindeki bu konseri sanki oradaymışım gibi izlediğimi hatırlarım ve bugüne kadar da aynı etkiyi hâlâ duyarım. 



İlkokula 1968 yılında başlamıştım. O yıllarda üniversiteli abilerimiz o yıla "kuşak" damgasını vururlarken olanların farkında değildim. Elinde kitaplarıyla, parkalarıyla üniversiteye giden abiler benim için "filinta" idi. Büyüyünce ben de onlar gibi İspanyol paça pantolon, favorili, sinek kaydı traşlı ama bol bıyıklı olacaktım. Onlara duyduğum hayranlık yüzünden üniversiteye gitmeyi o zamanlardan aklıma koyacaktım. Bu yüzden üniversiteye kadar okudum ama sigaraya da alıştım ilerleyen yaşlarda. Çünkü onların kaldıkları öğrenci evleri kapıdan adım attığınızda yoğun bir nikotin kokusuyla kaplı olurdu. 

Biraz daha büyümüştüm ama gene ilkokul yıllarındaydım ve radyoda duyduğum bir şarkı hafızama yerleşmişti. Yıllar biraz daha ilerlemişti, plak ve müzikle biraz daha haşır neşirim...bir arkadaşımın evinde babasının plaklarına imrenerek bakıyorum. Çoğu Türk müziği... bir iki Frank Pourcel, James Last gibi pop orkestraları... ve neredeyse pikabı olan herkesin evinde gördüğüm Werner Muller Orkestrası... meşhur kemancı Darvaş'ın plakları gibi gidiyordu sıralama. Bunlar arasında bir plak vardı ki, kapağında o çocukluğumdaki gibi iki üniversiteli abi vardı. Biri sanki İTÜ'de, diğeri de İstanbul Üniversitesi'nde okuyordu. İkisi arkalarına heyecanla bakarak, iki yanı ağaçlıklı hafif yokuş olan bir yolu tırmanıyorlardı. Eh ilkokul bitmiş Boğaziçi Üniversitesi'nin Bebek'ten tırmanılan yolunu biliyorum artık. Tabi hayal gücüm hemen, bu iki üniversiteli Boğaziçi Üniversitesi'ndeki arkadaşlarına yarın yapılacak yürüyüşte dağıtılacak bildirileri götürüyorlar diye yapıştırıyor. 
Plağı elime alıp kapağa bakarken arkadaşımdan bu plağı çalmasını istiyorum. Plak dönmeye başlıyor ve o yıllar önce radyoda duyduğum şarkı odayı dolduruyor. "Hello darkness, my old friend..." diye başlayan bu melodi ortamı tümüyle kaplıyor. "Sound of Silence" isimli bu parça ile yıllar önce radyodan kulağıma kazınmıştı ve onu söyleyen ikili yani Simon and Garfunkel'le bu şekilde tanışacaktım. İnsanların "gürültülü" dediği müzikleri dinlemeye başlamıştım ama "Sessizliğin Sesi" de yaşamıma girecekti böylece. İkilinin yaptığı parçaları da merak içinde dinlerken aynı zamanda pikabımda Deep Purple da dönüyordu. 
Lise bitmiş ve üniversiteye girdiğimde artık Simon & Garfunkel eski bir hatıraydı. Bir gün TRT televizyonunda ikilinin konseri yayınlanınca "Sessizliğin Sesi" tekrar canlanacaktı. Bu grubun Central Park'ta verdiği konserin naklen yayınıydı. 1982 tarihindeki bu konseri sanki oradaymışım gibi izlediğimi hatırlarım ve bugüne kadar da aynı etkiyi duyarım. 
Oysa ki o televizyonda izlediğim konser ikilinin yollarının ayrılmaya başladığı zamanlarda verilen son konsermiş. Tabi ben bunu bilmeden onların eski albümlerini toplayıp, dinlemekle meşguldüm.  1986 yılına gelindiğinde ise grubun dağıldığını ancak anlayacaktım. Paul Simon o yıl solo albümüyle ortalığı inletiyordu. "Graceland" isimli bu albüm ortalığı sarmış radyoda, televizyonda her yerde o çalıyordu. Albümden çıkan "You Can Call Me Al", hayatımıza yeni duhül eden video klip ile de televizyonda bol bol çıkıyordu. 
Seksenlerin ortasında Paul Simon  fırtına gibi esiyordu ama o ikili zamanlarındaki "Sessizliğin Sesi"nin yerinde yeller esiyordu. Diğer yandan Art Garfunkel de yoluna solo olarak devam ediyordu ama benim gönlüm hep Simon & Garfunkel istiyordu. Paul Simon'a küsmüş ve dinlemez olmuştum. Hele o "You Can Call Me Al" parçası yok muydu ... fena halde gıcık oluyordum. Bu yazıyı yazarken bir daha dinleyeyim dedimse de gene ısınamadım hatta daha da dayanılmaz buldum. (Bu parça seksenlerin nitelikli pop çalışmalarından biri olabilir ama kimse kusura bakmasın ne yapalım ki bu benim yargım.)

Aptulika


Simon and Garfunkel - The Sound of Silence (1966)




Simon & Garfunkel - Mrs. Robinson 
( Central Park konserinden)
1982





10 Eylül 2018 Pazartesi

Beatles'ın 'Beyaz Yakalısı'


 Yıllar içindeki izlenimlerime göre Beatles elemanları arasında en az sevileni daha doğrusu antipatik bulunanı hep Paul McCartney olmuştur. Lennon'un protest duruşu ve George Harrison'un gitar ustalığının yanında onun esamesi bile okunmaz. Hatta Ringo Starr'ın sempatikliği bile davulculuğunun önüne geçip, sevgi puanlarını toplayarak McCartney'i fersah fersah geride bırakır. 
Ben hiçbir zaman böyle düşünmemişimdir. Bununla kalsa iyi, Beatles döneminin en sevdiğim parçaları da Paul McCartney imzasını taşıyanlardır. Beatles sonrası elemanların yaptıkları solo çalışmalarda da en sevdiklerim onunkiler olmuştur. Belki diğer elemanlara göre daha pop diye nitelenebilir ama besteciliğinde Beatles'tan bu yana rengini koruyan isim Paul McCartney olmuştur. Seksenli yıllarda Michael Jackson'la yaptığı "Say Say" parçasını bugün bile dinlemekten vazgeçemem. Hele o Stevie Wonder ile seslendirdiği "Ebony and Ivory" parçasının sözlerindeki piyanonun tuşları üzerinden yapılan metafor, benim için unutulmazlar arasındadır. 

Bütün bu dediklerime bakıp, Paul McCartney'in bütün albümlerini sıkı takip altına aldığım sanılmasın, dinleme yoğunluğuma bakarsak George Harrison ve John Lennon albümlerini daha çok hatim etmişimdir ama Paul McCartney albümü elime geçtiğinde keyifsizlik söz konusu olmamıştır hani.   
Şu sıralar yeni çıkan albümlere bakarken Paul McCartney'i görünce gene gönlüm çelindi ama çok da heyecanlanmadım açıkcası. Bir sürpriz beklentisine girmeden dinlemeye koyuldum ve bitirdiğimde 76 yaşındaki bu adamın yola yeni çıkan birinin heyecanını taşıyan bir çalışma ortaya çıkarmasına hayranlık duydum. 7 Eylül 2018 tarihinde çıkan bu albüm "Egypt Station" adını taşıyor ve kapağı da McCartney'in 1988 yılında yaptığı bir resimden oluşmuş. 
Paul McCartney bundan önceki albümü "New"i beş yıl önce yayınlamıştı. Bu yeni çıkan "Egypt Station" ise sanatçının 18. stüdyo albümü oluyor. Kayıtları Los Angeles , Londra ve Sussex'te yapılan albümün prodüktörlüğünü de Greg Kurstin üstlenmiş. 16 parçanın yer aldığı albüm müzik basınından da olumlu eleştiriler almış. Variety dergisinden Chris Willman köşesinde , " Paul McCartney'in yaptığı bunca çalışmaları ve de 76 yaşında olduğunu bilmesek daha bir düzine albüm yapmaya hevesli bir genç müzisyen olduğunu sanabiliriz." derken,  Metacritic'te albüm için 100 üzerinden 76 puan verildiğini görüyoruz. 
Paul McCartney'in "Egypt Station" albümünden ilk öne çıkan parçalar "I Don't Know" ile "Come On To Me" oluyor. McCartney'in alışıldık izlerini taşıyan bu iki parça Haziran ayında da "single" olarak yayınlanmıştı. 
"Egypt Station" eskilerin günümüze yansıması gibi bir şey, fazla bir şey beklemezseniz pop rock tadında güzel bir yolculuğa çıkmanız garantidir. 

Aptulika


Gary Moore'ın dostlarından "Still Got The Blues"



Gary Moore'ın yakın arkadaşı bas gitarist Bob Daisley'in  Moore için bir saygı (tribute) albümü hazırladığını geçtiğimiz hafta duyurmuştuk.  

"Moore Blues for Gary - A Tribute to Gary Moore" adını taşıyan bu albümde bir çok önemli isim konuk olarak yer alıyor. 26 Ekim 2018'de piyasaya çıkacak albümü merakla beklerken bugün albümde yer alacak olan "Still Got The Blues"ın videosu plak şirketi Ear Music tarafından sosyal medyada yayınlandı. 

Vokalde Danny Bowes (Thunder), gitarda John Sykes (Tygers of Pan Tang) , keyboardda Don Airey (Deep Purple), davulda Rob Grosser ve bas gitarda Bob Daisley'in yorumuyla  "Still Got The Blues":




8 Eylül 2018 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 78


İlber Ortaylı
"Türkiye'nin Yakın Tarihi"


 Tarih konusuna en meraklı olduğumuz dönemi yaşıyoruz, yaşamasına ama bir o kadar da masallar alemindeyiz. Değil öyle yüzyıl, daha şunun şurasında yaşadığımız beş yıl öncesi bile hatırlanmaz hale geliyor, her kafadan başka başka anlatılıyor. Ortaya bir curcuna çıkıyor ve biz buna tarih diyoruz. 
Televizyon dizilerinden tartışma programlarına, komplo teorilerinden politik nutuklara kadar her yerde tarih eğilip, bükülüp meşrebimize göre senaryolaşıyor. Toplumsal hafızasızlığımız da buna eklenince al sana 32 kısım, tekmili birden efsaneler, destanlar. 
 İlber Ortaylı'nın bu kitabını gördüğümde elbetteki yukarda yazdığım durumlarla karşılaşmayacağımı biliyordum ama televizyondaki popülerliğinden dolayı ilk anda biraz uzak duracaktım.  Merak işte ilk sayfayı çevirir çevirmez gidiverdim. Açıkcası Ortaylı'yı kitapta okumak, televizyoda dinlemekten daha keyifliymiş. 
Kitabın adına bakıp, tuğla gibi bir şey sanıp, irkilmeyin. Ben okurken niye bu kadar az sayfa diye düşündüm. Her bir tarihsel kesit rahat anlaşılabilir ve kısa ama öz biçimde anlatılmış.  
İlber Ortaylı tarihi bir bilim olarak ele alıp, sunuyor. Taraf tutarak ya da bugünün politikalarına göre geçmişi şekillendirmeye çalışarak yapılan bir tarihçilik değil bu. Tarih dediysek sadece politikalar, savaşlar değil kültür ve sanat, anayasalar, eğitim gibi başlıklarla sunulan tarihimiz de var bu yapıtta.  Kitap bittiğinde de "Oh artık yakın tarihimizi yuttum" demiyorsunuz. Sizde merak uyandırıyor ve başka kaynaklara da bakma isteğiniz artıyor.  Televizyonda, konferanslarda dinlemek güzel ama okumak daha da güzel. 

Aptulika



7 Eylül 2018 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 77

"Savaş Pilotu"
Saint - Exupéry

Gençlik yıllarında kızlarla ilk flört denemelerinde bir kafede oturur laflarsınız. Sanki bir akarsuya kendinizi atmış gibi akışa kapılır gidersiniz. Tam o sıra karşınızdaki kız, "Küçük Prens'i okudun mu?" der. Şubat soğuğunda arkadan biri kafanıza bir kova suyu boca etmiş gibi şaşakalırsınız. İçinizden " Yemişim prensi " falan demek gelir ama yapamazsınız. Hele bir de " Mutlaka okumalısın, ben çok severim." demez mi... yapacak bir şey yoktur artık. Ayağına bir çelme gibi takılan bu "uyuz prens"i ister istemez okuyacaksınızdır. Okumasanız da ertesi gün size bu kitabı getirecektir ki, istersen okuma. Ben de okumuştum tabiki ama sonra o kızla ilişki nereye vardı hatırlamam ama bu kitap aklıma kazılı yıllar yılı durmuştur hani. Bir de Bach'ın "Martı" kitabı vardır ki bu da aynı şekilde kızlar tarafından önerilir.  
Hem "Martı" hem de "Küçük Prens" i okudum ama her iki yazarın da diğer kitapları daha hoşuma gitmişti galiba. Şimdi aklımda iki kitabın da uçmakla alakalı olduğu kalmıştı ama bu flört başlangıçlarında hep kendi başıma uçacaktım. 
Saint - Exupéry, Fransız bir pilot ve yazar. Hep uçmuş ve sonrasında da bulutlara içinde kaybolarak, yitip gitmiş. 2. Dünya Savaşı'nın travması içinde "Küçük Prens" ile insanlığa bir ütopya bırakmış. Yıllar önce bu kitabı öneri ile okumuştum, sadece onla kalsa iyi bir de "Gece Uçuşu" kitabını okumuştum, sonrasında da bu yazarla başka bir teşviki mesaim olmamıştı. Geçen ay bir sahafta bu kitabı görüp alacaktım. 
"Savaş Pilotu", Exupéry'nin hayatından bir kesiti içeriyor. İkinci Dünya Savaşı'nda, Nazi'lere karşı savaşan Fransız havacıların "2/23 Grubu" içinde yer alan yazarın yaşadıkları eleştirel bir bakışla savaşın saçmalığını ve anlamsızlığını gözler önüne seriyor. Bu bir roman ama olayların kurgusundan çok Exupéry'nin düşüncelerinden oluşan  deneme türünde bir kitap gibi. Roman gibi okumaya kalktığınızda olayların akışı yazarın düşünceleriyle bölünüveriyor. Bunu bir deneme kitabı olarak kabül ederseniz, okumak daha keyifli oluyor. 
O korkunç savaş ve bu kitabın yazıldığı tarihten bu yana neredeyse 80 yıla yakın bir zaman geçmiş, ama savaş hala bizim dünyamızda. Böyle olunca da Saint - Exupéry'nin "Savaş Pilotu" romanı insanlığı hâlâ uyarmaya devam ediyor. 
Aptulika
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...