28 Nisan 2017 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 44

İki ay önce piyasaya çıkan bu kitap, Bünyamin Bozkuş’un öykülerinden oluşuyor. “Cennetin Kenar Mahallesi” adındaki bu kitapta 11 öykü yer alıyor. Bozkuş, öykülerinde İstanbul’un Galata semtini insanlarıyla anlatıyor. 
'Bünyamin Bozkuş, ilk kitabı "Cennetin Kenar Mahallesi"nde yepyeni öykü kişileri ile tanıştırıyor bizi. Galata'nın yüzlerce yıllık sokaklarında göçmeninden yoksuluna, esnafından evsizine, sanatçısından yalnızına, delisinden zenginine; tüm ötekiler aynı mekanda. Galata'nın değişmeden önceki zamanlarında geçen öyküler, hem birlikte yaşayan hem de uzlaşamayan insanların hayatlarına eğiliyor.'



Bünyamin Bozkuş
“Cennetin Kenar Mahallesi”
(Alakarga Yayınevi)


Etrafa bakınca ülkemizde yayıncılık adına olağanüstü durumlar yaşandığını sanırsınız. Verilere bakıldığında bizim ülkede kitap okuma oranının düşüklüğü had safhadadır ama görüntüye baktığınızda sanki öyle değilmiş gibi bir durum var. Gazetelerde kitap ekleri  birbiri ardına, devasa alışveriş merkezlerinde kitaplar dizi dizi. Bazı yazarlara baktığınızda bir kitabın ilk baskısı anında 100 bin ile başlıyor. Her yerde kitap fuarı ve kuyruk kuyruğa imza günleri. Yahu yoksa kitap okunmuyor lafları bir maval mı? Yoksa bu da bizi kıskanan Avrupa’nın bir oyunu mu?
Bütün bunlar tabi ki ayın görünen yüzü. Parlatılan sadece bir iki best seller üzerine kurulu bir düzen. Onların da yüzbinden başlayan satışları bir, iki yıl sonra ikinci el dükkanlarında 5 kuruş bile  etmiyor.
Kendi adıma açıkcası son yıllarda yeni bir romancı ya da öykücü okumadım. Benim önyargımdan da olabilir ama neye el attıysam itici bir elektrik hasıl oldu. O dükkanlara girdiğimde gözüme doğru sokuşturulan kitaplardan hiç birine ilgi duyamadım. Kimi zaman da aradığım yeni çıkan kitabı not edip gittiğimde o devasa dükkanlarda bulmak için iğneyle kuyu kazıyordum. Hep best seller öneriliyor, yeni sürprizlere kepenk kapatılıyordu.
Evet ülkemizde kitap okunmuyor, bu doğru ama ben artık yayıncılarında okur yazar olmadığına inanmaya başladım. Edebiyat ödül jurileri okumuyor, kitap eki çıkaran gazete yazarları da öyle. Kimbilir belki şu anda kaç kaliteli romancı, öykücü yok olup gidiyor. Onları tartacak bir terazi olduğunu sanmıyorum. Yayıncılar da zor durumda biliyorum ama son 20 yıldır (hem de daha deniz bitmemişken) best seller dışında hiç bir şeye değer vermediler. Şimdi deniz bitti, galiba best seller da kurtarmıyor. Hadi gelin o zaman kaliteyi keşfe davet edeyim sizi. Biraz geç ama denemeye değer.
Bana kızacaklarını biliyorum ama kızsınlar umrumda bile değil. Onlar ne halt ederlerse etsinler ben iyi edebiyat ürününü arayan biriyim. İnadına iyinin, kalitelinin ve içten olanın desteklenmesini isterim. Tanınmışlık, çok satışın yanına yeni olanın keşfi de eklenmeli. Ben onların devasa alışveriş merkezlerinde deli gibi iğneyle kuyu kazıp, yeni keşifleri bulacağım. Kim okur kim duyar bilmem kendimce buradan önereceğim.

 Yazarımızın ismi Bünyamin Bozkuş, daha önce duymadığınıza eminim, kitabının ismi “Cennetin Kenar Mahallesi” onu da duymamışsınızdır. Yazıya eşlik eden görseldeki kitabın kapağı da bir yerlerde gözünüze karınca büyüklüğü kadar çarpmamıştır. Çünkü bu kitabın çıktığına dair en ufak puntodan da olsa “Bunlar da yeni çıktı” gibisinden bir yazı okuduğunuz gazetenin kitap ekinde çıkmamıştır. Gezindiğiniz AVM’lerdeki kitapçılarda onu bulabilmeniz Kristof Kolomb’un Amerikayı keşfetmesinden daha zor gibidir.
İki ay önce piyasaya çıkan bu kitap, Bünyamin Bozkuş’un öykülerinden oluşuyor. “Cennetin Kenar Mahallesi” adınmdaki bu kitapta 11 öykü yer alıyor. Bozkuş, öykülerinde İstanbul’un Galata semtini insanlarıyla anlatıyor. Aslında her şey Galata Kulesinin çevresine bir daire çekin o kadarcık alandan bir semti ve insanlarını geniş ve rengarenk atmosferiyle bizlere sunuyor. Öykülerde kimi zaman bir kuş oluyor ve kanatlarında uçarak çemberi genişletip, Karaköy’e inip vapur telaşında geziniyorsunuz kimi zaman da Haliç’in balıkçı barınaklarında geziniyorsunuz. Bazen anlatıcı mekanı sokak olan bir insanın kafasındaki bir bit oluveriyor. Yalnız, kimsesiz, kaybetmiş, perişan, zengin, güngörmüş, sanatçı, balıkçı, usta, çırak, bakkal kısaca bir dizi Galata insanıyla bir öyküden bir öyküye yolculuk.
Kitaptaki öykülerden biri olan "Perişan Rıfkı"'dan kısa bir bölümü not almışım, onu sizinle paylaşayım:
“Devir döndü, Galata’da yaşayanlar kovuldu, apartmanlar boşaldı: o çatılarda kimsesizler, berduşlar, kaçaklar barındı. Devir bir kez daha döndü, mermer küvetler amele kuvveti ile indirilip Çukurcuma’daki uyanıklara yok pahasına satıldı. Daracık çatı katları, çamaşır terasları ile birlikte ressam, yazar, şair milletinin dünya ile geçimsiz olan bir kısmına kiraya verildi.”
Nasıl… Neredeyse bir tarihçinin kalın kalın kitaplarda anlatamayacağını bir çırpıda sunmamış mı? Edebiyat işte böyle bir şey. Yalınlıkla insanı takip ederek sunan bir belge.
"Perişan Rıfkı" öyküsünden biraz daha bahsetmek isterim. Galata’da bir çatı katında Hilmi Bey ile başlayan öykü, kedisi Avni’nin pencereden Torbacı Musaf’ın güvercini Perişan Rıfkı’ya takılmasıyla devam ediyor. Buradan Perişan Rıfkı’nın bir kediden önce Musaf’ın bir arkadaşının adı olduğunu öğrenip, onun öyküsüne dühul ediveriyoruz. Bir sarmal halinde öyküden öyküye, karekterlerden karektere geçiyoruz.
"Hayalet" adlı öyküde uyumsuz bir ressam anlatılırken, onun kimseyle konuşup, muhabbet etmemesi, “Dünyanın bu henüz tamamlanmamış tablo hali onun insanlarla oturup muhabbet etmesine engeldi.” sözleriyle vurgulanıyor.

Bünyamin Bozkuş’un “Cennetin Kenar Mahallesi” isimli öykü kitabında sokakta yürürken gördüğümüz ama farketmediğimiz sokak insanı Mahir’den , denizkızlarına, martılara, Osmanlı’dan kalan konağın son bekçisi Mestan’a kadar  geniş bir yolculuk. Kimi zaman önemsemediğimiz bir pencerenin gerisinde karaltı şeklinde görünen bir aşk ya da eski bir binanın üzerindeki yaprak rölyefi bir büyük öyküye dönüşebiliyor.

APTULİKA

27 Nisan 2017 Perşembe

Blues Perişan Liste 30 (28 Nisan 2017) - 12. Hafta

ALBÜMLER




1- COCO MONTOYA  - Hard Truth ( 1 ) - 5





2- ERIC BIBB  - Migration Blues  (7) - 4





3 - SEAN CHAMBERS  - Trouble and Whiskey ( 8 ) - 2




4 - MONSTER MIKE WELCH and MIKE LEDBETTER - Right Place, Right Time (-) 1
5 - ROLLING STONES - Blue and Lonesome (3) - 12
 6 - TEDESCHI TRUCKS BAND  - Live From The Fox Oakland (2) - 4
7 - JULIAN SAS   - Feelin' Alive (4) - 6
8 - BUDDA POWER BLUES BAND and MARIA JOAD - The Blues (10) - 4
9 - DEEP PURPLE - Infinite  ( 6 ) - 3
10 - JOHN MAYALL - Talk About That (5) - 12 

11 - ERJA LYYTINEN  - Stolen Hearts  (11) - 2
12 - CHRIS ANTONIK - Monarch (12 ) - 2
13 - SAMANTHA FISH - Chills and Fever  ( 13 ) - 5
14 -ELVIN BISHOP'S BIG FUN TRIO  - Elvin Bishop's Big Fun Trio ( -) - 
15 - BETH HART - Fire On The Floor (15) - 10







PARÇALAR





1 - MARCUS KING BAND - Rita Is Gone  (1) 11






2 - JOHN MAYALL - The Devil Must Be Laughning (4) - 12




3 - COCO MONTOYA  - Lost In The Bottle (3) - 4


4 - ZOE SCHWARZ BLUE COMMOTION  - Broken (2) - 5
5 - JULIAN SAS - High and Low (5) -  7
6 - ROLLING STONES  - I Can't Quit You Baby (6) - 12
7 - BETH HART  - Fatman (14) - 11
8 - COCO MONTOYA - Old Habits Are Hard To Break (13) - 4
 9 -  BUDDA POWER BLUES  and Maria Joao - I Lost A Friend (12) - 2
10 -SEAN CHAMBERS  - Be Careful with A Fool  (13) - 2
11- DELBERT MC CLINTON - Doin' What You Do (11) - 12
12 - DAVY KNOWLES  - What In The World  (9) - 7
13 - MONSTER MIKE WELCH and MIKE LEDBETTER - I Can't Stop Baby ( - ) - 1

14 - BEGGARS BLUE  - Satisfied Man  ( - ) - 1
15 - BLUES IMAGE - Pay My Dues (7 ) 3



 Editoryal Listeyi 
bu blog'un yazarları
 oluşturuyor. 
Parentez içindekiler geçen haftaki durumu belirtir. 
(-) : listeye yeni girenler.
Parentezin yanındaki mavi renkli sayı: Listede kaç haftadır bulunduğunu belirtir
  

Danimarka'da Blues: BEGGARS BLUE



Biranın memleketi Danimarka olur da Blues'suz gider mi? 


Bu soruyu saçı sakalı kızıli sararmış Danimarkalı Jan Edvard da çok düşünmüş ve bakmış olacak gibi değil, gitarını sırtına atmış, kendini yollara vurmuş. Kimse onun bu gidişine akıl sır erdirememiş. Üzerinden aylar geçmiş ve bizim Jan Edward kasabasına üç kişiyle birlikte dönmüş. İşte böylece Beggars Blue grubu kurulmuş.

Tabi böyle bir şey yok. Yazının yekünü artsın diye ben uydurdum. Çünkü bu adamlar hakkında yeterli bilgiye erişemedim. Bulduklarımla da yazı çok kısa olacaktı. Ha bazı bulduğum bilgiler için de acilen Danca öğrenmem gerekirdi. 
Beggars Blue'nun kuruluşu 2009 yılına dayanıyor. Elemanlar bulabildikleri yerlerde çalmaya gayret etmişler. Danimarka'da yapılan bazı açık hava müzik festivalleri tanınmalarını biraz daha sağlamış.  Bu yıla gelindiğinde de bir albüm yapalım demişler ve "New Boots" albümünü bu ay çıkartmışlar.
Böylece kendilerine ait 10 besteden oluşan bu çalışmayı çıkartmışlar. Grubun uzun boylu devasa vokalisti ve gitaristi Jan Edward Sorensen, grubun beyni konumunda ve şarkıları o yapmış. Grubun ikinci Jan'ı ise davulcu Jan Hvingel. Bas gitarıyla Casper Bue Jansen, parçalara dolgun tonlarını veren isim. Grubun bence gizli kahramanı Poul Rasmussen ki onun piyano ve org ile verdiği lezzet çok hoşuma gitti. Özellikle soloları çok öne geçmeden, gerektiği yerde hissi bir dağılımı sağlayabiliyor. 



26 Nisan 2017 Çarşamba

Vargas Blues Band'dan sert bir dönüş albümü


İspanyol blues'unun dev ismi Javier Vargas grubu Vargas Blues Band ile yaptığı "Cambalanche & Bronca" ile dönüş yaptı. 
21 Nisan 2017 tarihinde çıkan albümde Vargas'ı oldukça sert bir sound ve söylemle duyuyoruz. Müzik tümüyle olmasa da bazı şarkılarda hard rock neredeyse heavy tavrında. Şarkı sözlerindeki sertliğe gelince albümle aynı adı taşıyan parçanın klibinden anlayabiliyoruz.  Albümün şarkı sözleri tümüyle İspanyolca ama "No Te Rindas"ı üstün körü çevirdiğimizde "Boyun Eğme" anlamına geldiğini anlıyoruz ki dert Vargas'ta da büyük gibi olduğuna kanaat getiriyoruz.
Vargas Blues Band son albümü "Cambalanche & Bronca"yı İspanyolların efsanevi yazarı ve müzik adamı Manola Tena'ya adamış.



Monster Mike Welch'in Çizgili "Right Place, Right Time" Albümü




Çizgi: APTULİKA
aptulelcioglu@gmail.com
www.aptulika.com
instagram
blues_perisan

25 Nisan 2017 Salı

Doğru Yer, Doğru Zamanda... Güzel Bir Buluşma



Blues gitaristi Monster Mike Welch ile vokalist Mike Ledbetter bu albümde buluşmuşlar ve ortaya blues adına harika bir çalışma çıkartmışlar :
 "Right Place, Right Time"




Son günlerde çıkan albümler, yeni keşifleri de getiriyor. Keşfetmek güzel ama ilkini özümsemeden ardından gelen bir başka albümle de yeni bir keşifle yüzleşebiliyorsunuz. Böyle olunca da bir önceki keşfi henüz kavrayamadan unutuyorsunuz bile. Daldan dala konan bir hovardanın sarhoşluğunda zamanla keşifler de yoruyor, bir yerde durmak istiyorsunuz.

Bu blog'u hazırlamama vesile olan radyo programını ( Geçen yılın sonunda Rock FM kapanınca nihayete eren programım) yapmaya başladığım 2009 yılında "eskilerin rock müziği ve blues'unu çalacağım"demiştim, yeni bir şey olmayacaktı yani. Ancak başladığımdan bu güne dek yeni bir çok müzisyen ve grup girecekti, çalma listeme.  Hele bu yıl yeni keşifler bolca çıktığı gibi 16 ile 21 yaş arasında bir çok genç yetenekle karşılaşmanız da neredeyse her haftaya bir tane şeklinde oluyor. Bu kadar çok olunca da kitap fuarına gidip, bir sürü kitap alıp, hiç birini okuyamayan adama dönüyor insan. Tam böyle derken geçen hafta elime geçen bir albüm, olayın seyrini değiştirdi. Cuma gününden beri o albüme takıldım ve durmaksızın dinliyorum. Hani bu her dinleyişimde şaşkınlığım o Rusların Matruşka oyuncağı gibi bir etki yapıyor. Keşfin içinde yeni yeni keşiflere ulaşıyorsunuz.

Albümün ismi "Right Place, Right Time"
Adı gibi "Doğru Yer" ve "Doğru Zaman" diyebiliriz bu albüme. Hatta ben buna bir de "eşittir muhteşem bir buluşma" diyorum.
Blues gitaristi Monster Mike Welch ile vokalist Mike Ledbetter bu çalışmada buluşmuş ve ortaya blues adına harika bir albüm çıkartmışlar : "Right Place, Right Time"

11'inde sahnede, 15 yaşında ilk albüm

Şimdi sizlerle şöyle bundan 21 yıl öncesine gidelim. Takvimler 1996' gösterirken, blues dünyası 14 yaşında bir gitaristle tanışıyordu.  Bu çocuğun ismi Mike Welch'ti ve çıkardığı ilk albümle dinleyenleri şaşırtmıştı. Aslında bu küçük gitarist bu albümden çok önceleri blues devleriyle birlikte sahneye çıkar olmuştu.

1981 doğumlu Mike'ın müziğe ilgisi çok küçük yaşlarda babasının plak arşivi sayesinde başlamış. Magic Sam, Earl Hooker ve B.B. King plaklarını dinleye dinleye 8 yaşında gitara başlamış. 
Bu öylesi bir heves değilmiş, zira11 yaşına geldiğinde ise o artık Boston'un kulüplerinde blues jam session'larında sahneye çıkacaktı. Bununla kalsa iyi, gene o yaşta Ronnie Earle ve Luther 'Guitar Jr" Johnson gibi ustalarla birlikte Cambridge'deki House of Blues Club'da sahneye çıkarak, ilk profesyonel başarısını sağlayacaktı. 
O gece bu küçük çocuğun adına bir de "Canavar" lakabı eklenecekti. Onu orada dinlemeye gelenler arasında Blues Brothers filminin unutulmaz oyuncusu Dan Aykord da varmış. Hayran olduğu bu çocuğa Aykord'un bu lakabı takmasıyla birlikte o günden bugüne ismi Monster Mike Welch olacaktı.
Bu konserden bir kaç hafta sonra küçük 'Canavar' Mike, bu kulüpte George Lewis'le birlikte blues Jam'lerine çıkacaktı. Kısa bir süre sonra da "The Monster Mike Welch Band" isimli grubu burada çıkmaya başlayacaktı. George Lewis (gitar), Jon Ross (bas), Warnen Grant (davul)'den oluşan grupta Welch'in gitarındaki Albert King stili herkesin dikkatini çekecekti. 

Zaman geçtikçe bu çocuk gitaristi görüp, dinlemeye gelenler de artıyordu. Onu dinlemeye gelenler arasından biri de "Tone Cool" plak şirketinin temsilcisiydi ve Mike sahnesini tamamladığında da ona plak yapmayı teklif edecekti. Tarihler 1996'yı gösterirken, 15 yaşındaki Monster Mike Welch, "These Blues Are Mine" isimli ilk albümünü çıkartacaktı. 
Bu albümü bir yıl sonra "Axe To Grind" takip edecekti. 1998 yılında üçüncü albümü "Cath Me" piyasaya çıktığında artık dünyanın önemli blues gitaristleri arasındaki yerini alacaktı.
Bugün 36 yaşında olan Mike Welch'in şimdiye kadar 11 albümü bulunmakta. 
Sanatçı 2007'de Sugar Ray ile 2013'te de Duke Robillard ile birlikte albüm yapmış. Bu çalışmadan sonra Duke Robillard onun gitar çalışı için, "fenomen" tanımını yapacaktı. Blues müziğin en önemli  dergisi olan Living Blues onun için, "Giderek dünyanın en büyük gitar ustası olacak" derken, Dünyanın en prestijli caz dergisi Down Beat ise, "Çalış tekniği özel bir yere sahip" diye yazacaktı.

Welch'in gitarını hissettiren vokal 

Monster Mike Welch bu zamana dek 11 albüm yapmış ama ben onu onikinci stüdyo albümü olan "Right Place, Right Time" ile tanıdım. Albüm kapağı üzerinde resmini görmesem, siyahi bir gitarist bile sanabilirdim. İnsanın teni ile gitar çalışının ne alakası var diyebilirsiniz. Doğrudur ama Mike Welch'in gitar çalış sitili blues'ın köklerinde akıp gidiyor ve onu dinlerken Albert King gibi ustaların tadını bulabiliyorsunuz.
Yukarda bahsettiğim siyahi bir gitarist sanma yanılgım, sadece gitardan kaynaklanmıyordu. Vokali de onun yaptığını sanıyordum ve bu ses olsa olsa bir siyahi bluescının gırtlağından çıkabilir diyordum. İşte bu yanılgıda beni yazının başında bahsettiğim "Matruşka" sürprizine götürecekti. Bu arada ben albümü 3 kez dinlemiştim ve kapaktaki diğer adama yeni uyanacaktım. Evet kapakta iki isim vardı ama bu olayı iki gitaristin birlikte yaptığı bir albüm sanacaktım. Sonradan o albümün üzerindeki ikinci adamın yani Mike Ledbetter'in kim olduğuna bakarken Chicago blues tarzında bir vokalist olduğunu öğrenecektim.

Mike Ledbetter'in aslında gitaristliği da yok değil hani. Bu albümde de enstrümantal bir parça olan "Brewster Avenue Bump" da da ritm gitarıyla yer almış. Ancak Mike Ledbetter'de bu güzellikte bir ses yorumu varken gitara bence hiç gerek yok gibi. 
Mike Ledbetter'in daha önceden yaptığı bir albüm var mı, diye baktığımda Chicago kulüplerine sahne almasının dışında bir veriye rastlamadım. Yani onu ilk kez bu albüm ile tanımış olduk. 
Blues köklerine bu derece sahip bir vokali dinlerken Chicago blues'un ustalarının günümüze yansıdığını görüyoruz ki, bu kelimenin tam anlamıyla bulunmaz bir nimet. 
Albümün ismi gibi "doğru yer ve doğru zamanda" doğru ve tadından yenmez bir buluşma. 
Monster Mike Welch'in daha önceki albümlerini de dinlemeye çalışacağım ama bunun keyfi gibi olmayacağını sanıyorum. Zira Welch'in gitarının güzelliğini Ledbetter'ın vokaliyle daha bir keyifle anlayabiliyoruz.
Bana kalsa bundan sonra ikili olarak takılsalar ve tadına doyulmayan on albüm daha dinlesek derim. Ama bu onların bileceği bir şey tabiki.

Doksanların Rock Barlarının Samimi Müdavimi gibi
Laura Chavez, büyük blues gitaristi
Johnny Winter'la

"Matruşka" dedik ya, bitmek bilmiyor. Albümün kapağında bir isim daha "özel konuk: Laure Chavez" ibaresiyle yer alıyor. İsim hiç ama hiç yabancı gelmiyor ama gene de kafamda bir şey şekillenemiyor. Ufak bir araştırmadan sonra bu ismi yıllar önce Blues Perişan radyo programında çaldığım bir albümden hatırlamam gerktiğini anlıyorum. Candy Kane diye bir blues vokalistinin albümünde yer alan bir gitaristti bu. O albüm dışında da bir yerde karşılaşmamıştım. Bu ikinci buluşmaydı ve iyi de oldu. 
Laure Chavez, doksanların rock barlarında müdavim olan ama sıkı rock dinleyen kendi halinde kızlardan biri gibi. Kaliforniya Mountin'li kadın blues gitaristi Laure Chavez, gösterişe önem vermeyen, harbi kişiliğiyle tam bir blues insanı ve  Stevie Ray Vaughan ve Freddie King izlerini takip eden bir gitarist. Teksas ve Chicago'nun geleneksel blues ikonlarını takip ederek işe başlamış. Ancak heybesinde Jimmy Page ve Mick Taylor gibi rockçılar da varmış.
Laura Chavez'in ilk profesyonel çalışması 18 yaşındayken şarkıcı Lara Price'in grubunda olmuş. 8 yıl süren bu çalışmadan sonra Bob Margalin'den Rehe Solos'a kadar bir çok isimle çalışmış.

Matruşka açılımı

 "Right Place, Right Time " albümünün müzisyen kadrosunu tuşlu çalgılarda Antony Geraci oluşturuyor. Piyano ve Hammond oguyla Geraci, 40 yıllık bir usta. Onu Sugar Ray'in grubu The Bluestone ve Ronnie Earl'ın Broadcasters'ın da da dinlemiştik. Albümde piyano tuşelerinin tadına cömetrce varabiliyoruz.
Albümün bas gitar bölümünden sorumlu isim Ronnie James Weber. Onu da The Fabulous Thunderbirds'ten anımsayabiliriz.
Albümde davulları ise Marty Richards çalmakta ki onun da caz fusion alanında iyi bir geçmişi bulunmakta. Albümün nefesli enstrümanlar kadrosunda ise Sax Gordon ( tenor saksofon), Doug James ( bariton ve tenor saksofon)  görülmekte.
Monster Mike Welch'in "Right Place, Right Time" albümü dinlemekten uzun süre kendimi alamayacağım bir çalışma olacak. Günümüzde çok başarılı bluescular çıkıyor ama bu kadar köklere bağlı bir çalışmayı bulabilmek pek kolay olmasa gerek. Albümün bir de Mike Ledbetter diye "bonus"u var ki, bu da değerini daha da arttırıyor.

APTULİKA




22 Nisan 2017 Cumartesi

23 Nisan Kutlu Olsun


GÜLSÜN DİYE ÇOCUKLAR

Çocukluk günlerimizin anıları unutulur mu? 

Hangimizin anılarında bayramlar olmadan o çocukluk günleri yer alabilir.

Belki bir çoğunuz, benim gibi takdirnamelik bir öğrenci değildiniz, sizi şiir okumanız için kürsüye çıkartmazlardı ama o bayramların bir parçasıydınız ve o günleri hiç bir zaman unutamazsınız.


İlkokulu okuduğum o yıllarda 23 Nisan çok özel bir gündü. İlk olarak yavru kurt denilen izcilik gibi bir şey vardı, ona seçilmiştim. Eniştem subaydı ve bana bir subay kıyafeti diktirmişti. Onu giyip, o 23 Nisan’a öyle katılmıştım. O gün yaşadıklarımı bugün bile dünmüş gibi hatırlarım. O sadece bir hatıra değildi yahu, kokusu bile vardı, burnumda bugün bile tüter. Bazı anıların kokusu da vardır tabi. Siz baharı kokusu ile hatırlamaz mısınız.
Bir sene de folklor ekibine girmiştim. Folklor kıyafetleri hazırlandığında eve gelmiş ve uyurken onlara sarılıp yatmıştım. Aynı şeyi Ramazan ve Kurban Bayramlarında da yaşamıştım. O zaman da bayramlık giysi alınırdı. Birine “Milli”, değerine “Dini” bayram derdik. İkisi de birbiriyle yarış etmez, ayrışmazdı. Hatta o dönem ayrı dine mensup Rum yurttaşlarımızın bayramlarını da onlarla birlikte kutlardık. Bak gene aklıma geldi onların yumurtaları boyadıkları bir bayramları vardı, masal gibi bir şeydi. Paskalya çöreklerini nasıl unutabilirim.

Eskiden bayramlar birbirini ötekileştirmezdi, ortak bir sevinçti.
Sonra büyüdük ve 1 Mayıs’ın “bahar” değil, “İşçi” bayramı olduğunu anladık. Milli, dini bayramların yanına bir de yasak  bayramlar eklenecekti. İşte ilk ötekileştirme böylece başladı. Sonrası malüm 12 Eylül günleri geldi, bazı şeyler kötü gitse de 23 Nisan gene güzeldi. Milli ve dini bayramlar ayrılmaksızın bir ferahlama, kucaklaşmaydı. Ha bu arada 12 Eylül günlerinde 19 Mayıs törenlerinde kızların etek boyu tartışılmaya başlanmıştı.
Karanlık günleri aşmıştık ve 12 Eylül’ün bulutları siliniyordu ama 19 Mayıs törenlerinde kızların etek boyları sivil ve “liberal” (kelime anlamıyla değil bizdeki alaturka liboş haliyle ) politikacılarımızın dilinden düşmeyecekti. Ama gene de 23 Nisan ayrıcalıklıydı. Çocuklar gene neşe içinde kutlarken, büyüklerin de yüzünde gülücükler açıyordu. 
Hatta bir ara tüm dünyadan çocukların katıldığı bir şölen haline de gelmişti. Tüm dünyada çocuklara tek bayram yapan ülkeydik. 23 Nisan 1920 yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun tapusu olan meclisinin açıldığı günü çocukların bayramı yapmış bir ülkeydik. O çoşku ve sevinç her şeye rağmen sürdü. Ancak son on yıldır (belki de daha fazla) 23 Nisan’larda törenler olmaz oldu. Bir kuşak gece yatmadan önce folklor kıyafetine sarılıp uyumayı bilemedi. Büyüyünce şiir okuduğunu anlatacağı bir anısı da olamayacak. Tabi bunun iyi bir yanı da var. Mesela 19 Mayıs törenlerinde artık kızların etek boyu, şortlarının ahlaki boyutu da tartışılmıyor, çünkü o törenler artık hiç yapılmıyor.
İyi ki zamanında çocuk olmuşum, 23 Nisan törenlerini yaşamamış bir çocuk olsaydım ne çok şey eksik kalacaktı.
Tüm çocukların “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kutlu olsun. Bir bağımsızlık savaşıyla meclis kuran Türkiye’min çocukları 23 Nisan Bayramını dünya çocuklarıyla birlikte barış içinde kutlasınlar. Şairin dediği gibi “Bu davet bizim” olsun.

Aptulika

23 Nisan 2017



21 Nisan 2017 Cuma

STYX, 14 yıl aradan sonra "The Mission"la dönüyor.


Rock dışında müzikler dinleyenelerin bile unutulmazları arasına giren "Boat On The River" başta olmak üzere, "Come Sail Away", "Mr.Roboto", "Blue Collar Man", "Renegade" gibi klasiklere imza atan rock grubu STYX, bugünlerde yeni bir stüdyo albümü çıkartmaya hazırlanıyor. 
Elli yıla yaklaşan geçmisiyle STYX , 14 yıllık bir aradan sonra "The Mission" adını verdiği albümüyle 16 Haziran 2017 tarihinde sevenleriyle buluşacak. 
14 şarkıdan oluşan albüm konsept bir konu etrafında dönerek birbirini takip ediyor. 
Grup albümün piyasaya çıkışını takiben de Reo Speedvagon ve Don Felder ile birlikte yaz boyunca sürecek bir konser turnesine çıkacakmış. 

Boat On The River

 Blue Collar Man 


Ritchie Blackmore'dan yeni Rainbow albümü hazırlığı müjdesi


Ritchie Blackmore bu hafta basına yaptığı açıklamada Ritchie Blackmore's Rainbow'un konser albümünün ardından yeni parçalardan oluşan stüdyo albümünün üzerinde çalışmaya başladıklarını söyledi. Rainbow grubu 1995 yılında yaptığı "Stranger In Us All"den sonra albüm yapmamıştı. 
22 yıl aradan sonra gelecek yeni bir albüm beklentisi (daha hazırlık aşamasında olsa da) şimdiden heyecan yarattı. Madem öyle dedi ve bir yazı karalayayım dedim. Buyrun okuyun.
 APTULİKA



Çocukluk yıllarımdan beri en çok konserini görmek istediğim grup, Deep Purple'dı. Hoş o çocukluk yıllarımda öyle Türkiye'ye yabancı grup gelmesi gibi bir hayal de mevzu bahis değildi. Ta ki seksenlerin sonunda böylesi hayaller filizlenecek ve Jethro Tull, Santana derken yabancı gruplar gelmeye başlayacaktı. Herkes benim için AC/DC ve Motorhead konserlerini istediğimi söyler ama asıl istediğim her daim Deep Purple olmuştu. Bir ara doksanların başında stadyum konserleri zamanında bu hayal gerçek oluyordu bile. Ancak ne oldu şimdi hatırımda kalmadı ama iptal edilecekti. İptal edilmesine edildi ama gelselerdi de içime bir eziklik düşmüştü. Çünkü o tarihlerde Deep Purple konser turnesine gitarist olarak Joe Satriani ile devam ediyordu. Nasıl mı? Buyrun hele dinleyin. 

1993 yılında Deep Purple "The Battle Rages On...." albümünü yapmış ve muhteşem büyük bir dünya turnesine çıkmıştı. O yıllarda bizim ülkede de stadyum konserleri başlamıştı ve Deep Purple da beklenenler arasındaydı. Deep Purple'ın o konser turnesinde yıl sonuna doğru gitarist Ritchie Blackmore ayrılacaktı. Grup turneye devam etmek için gitarist arayışına girecek ve bu problemi Joe Satriani'yi bularak çözümleyecekti. Satriani grubun gitaristi olarak değil, turne için joker vazifesi görerek kısa bir süreliğine katılmıştı gruba. İşte bunlar yaşanırken biz de Deep Purple'ı bekliyorduk. Ne bir heyacanım kalmıştı ne de başka bir şey. Konser iptal edilince de çok üzülmedim aslında. Sonraki yıllarda Deep Purple geldi, yılların beklentisiyle çoşmuştum. Konser heyecan veriyordu ama grubun albümlerini eski merakla takip etmiyordum artık. Ritchie Blackmore bir çok insan için "soğuk", "suratsız" ve bunun gibi sıfatlarla anılır. Doğrudur da ama benim için önemlidir. Deep Purple çocukluk kahramanlarımdır. Onları plakların üzerlerindeki resimlerinden tanıdım. Blackmore, Ian Gillan, Ian Paice,Roger Glover ve tabi o plaklardaki bıyıklarıyla Jon Lord olmazsa o Deep Purple değildir.  Mesela David Coverdale'i de severim hele ki Glenn Hughes (öyle güzel bir adam var mıdır) ama onların yeri ayrıdır. 
Deep Purple konserini görebilecektim ama büyük bir eksikle. Ömrü hayatımda dinlemeye doyamadığım grubu ne yazık ki tekmili birden canlı konserde görme olasığım artık yok. En azından iki isim kesin olmayacak artık. Bunlardan biri Jon Lord, diğeri de Ritchie Blackmore. Onların olmadığı bir Deep Purple benim için hep eksik kalacaktır. 

1993 yılındaki bu ayrılıktan bir süre sonra Jon Lord da gruptan ayrıldı. Jon Lord'u ölümüne yakın kurduğu blues grubuyla dinleme imkanı bulup, çok keyif alacaktım. Hatta iyi ki Deep Purple'dan ayrıldı diye sevinmiştim bile. Blackmore'u Deep Purple'dan sonra Rainbow'u tekrar kurmasıyla dinleme imkanım olacaktı. 
1995 yılında da Ritchie Blackmore's Rainbow'un "Stranger in Us All" albümü çıkacaktı. Eski dönem kadar olmasa da güzel gelmişti bana. Gönül vokalde Ronnie James Dio ya da Joe Lyn Turner'ı istiyordu ama buna da şükürdü. Dobbie White yeni vokaldi ve grubumu bulmuştum yeniden. Böyle mesut bahtiyar giderken, sen misin bunu diyen iki yıl sonra herşey yerle yeksan olacaktı. Grup dağıldı ve Ritchie Blackmore köyüne çekilerek yavuklusu Candide Night ile birlikte Blackmore's Night'ı kurdu. 
Blackmore's Night'a tayin olacaktık ama adamımız eline elektro gitarı almaz olmuştu. Müzikler de bir hayli folklorik olmuştu. Yıllar yılı bir yerden duhul edeyim desem de olmuyordu hani. 20 yıl böyle geçti ve ben de özlemimi bir tek Jon Lord Blues Band ile geçirdim. Jon Lord da bu dünyadan göçünce tozlu raflardaki plaklarla geçmişi yaad etmeye başladım. 
Dükkanı kapamışken, geçen yıl Rainbow'un tekrar kurulduğu haberini alacak ve yeniden keyiflenecektim. Bir iki ay önce de grubun geçen yıl verdiği bir konserinin görüntülerini izleyecektim. Vokal şöyleymiş böyleymiş gibi kusurlar aramam doğrusu, Blackmore elinde elektro gitarıyla duruyor ya, tamamdır benim için. İyi güzel de gene dağılırsa diye bir endişe basmıyor da değildi doğrusu. Fakat geçen haftalarda 2016 yılında verilen Birmingham'daki Getting Arena konser kayıtlarının albüm olacağını duymam sevindirmişti. Bu albümden sonra bir de yeni Rainbow parçalarından oluşan yeni bir stüdyo albümünün de hazırlandığını bizzat Blackmore'ın dilinden basına yaptığı açıklamada okuyacaktım. Şimdi artık tamamdı ve 22 yıl sonra Rainbow'un yeni bir albümüyle buluşup, hasret gidermek için beklemek düşer bana. 
Aptulika


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...