28 Aralık 2020 Pazartesi

Anılarda Dondurulmak İstemeyenler!



Kebap kokuları arasındaki tavernadan devşirilmiş ocakbaşı mekanında sahneye bir piyanist şantör çıkar, viskisinden bir yudum alır ve ekolu mikrofonuna eğilerek, "Ooo, Ali Bey de buradaymış, sefalar getirdiniz efendim." terennümünü yaptıktan sonra tuşlara basarak fantezi şarkısına başlar:

Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar

Anılar, anılar, beni bu akşam ağlattılar


Facebook, instagram, twitter ve her ne varsa rock adına paylaşımları gördüğümde hep bu sahne aklıma geliyor. Kimi zaman bir bakıyorsunuz telefonunuza bir mesaj gelmiş, merakla bakıyorsunuz, cukkadank biri eski bir fotoğrafı burnunuza sokuveriyor. 

Anılar güzel ama hayat devam ediyor, üretiyoruz ve yeni yaptıklarımızı paylaşmak istiyoruz, ne gezer...varsa yoksa anılar. 

Diyelim eski bir grup yeni çalışmalarıyla bir konsere çıkıyor. Konseri kimse dinlemiyor herkes o eski günler üzerine sohbette. Konser oluyor mu sana Falan Lisesi Pilav Günü.  Dünyaca meşhur bir rock grubu yeni albümlerinin turnesi kapsamında geliyor. Yeni albümden değil herkes 50 yıl önceki parçalarını istiyor. Anılar güzel ama yeni işler üreten insanlar için bir zulme de dönmesi kaçınılmaz.  

Objektif yılların rock grubu ve onları hala "Samsunlu grup" diye biliriz. İlk albümleri "Tımarlı Hastane"den kapak fotoları ve video, ses kayıtlarını temcit pilavı gibi paylaşmaya doyamayız. Oysa Objektif bu güne kadar onlarca albüm yayınladı. Konserleri ise her an daha yenilenerek ve çıtayı yükselterek sürdü.  Bu korona duvarı olmasaydı kesinlikle bu yıla Objektif konserleri damga vuracaktı. Peki bunu nerden mi çıkardım? O zaman anılara dönelim ama öyle 30 yıl öncesine falan değil, bir yıl öncesine. Hoş o bir yıl ara öyle bir ara oldu ki...Korona, pandemi, kovit derken bir sene değil on sene gibi geldi. 

2019 yılı ülkemiz rock müziği adına önemli konserlerin olduğu bir yıldı. Erken yaşta kaybettiğimiz Çağlan Tekil'in mimarı olduğu konserlerle rock adına çok ciddi buluşmalar sağlanmıştı. "Laneth Bir Gece" adıyla yapılan konserlerden birinde de Objektif yer almıştı. IF/ Beşiktaş'ta yapılan bu konserin görüntü kayıtları video olarak yayınlanmıştı. Bu ayda o konserin kayıtlarının ilk bölümü "Açmıyor Yeşil Vol.1 " olarak yayınlandı. 

30 yıl önceki "Lanetli Konserleri" yeniden günümüze "Laneth Bir Gece" diye taşıyan Çağlan, bu konser dizsinde müzik hayatına uzun süredir ara vermiş olan grupları da sahneye getirmişti. Hatta bunlar arasında her elemanı profesör olan Dr. Skull'ı tam tekmil konsere çıkacak coşkuya getirmişti. Değişik zamanlarda "Laneth Bir Konser" adıyla değişik tarihlerde sanırım 4  konserle bir çok eski grubu yıllar sonra bizle buluşturmuştu. Bunlar arasında müziğe ara vermemiş gruplar da vardı... işte Objektif'te onlardan biriydi. 2019'daki o konserde sahne tasarımı, ses mühendisliği, kostüm ve tabi bütünüyle performans harikaydı. Konseri izlerken tam fark edememiştim ama sonradan çıkan video kayıtlarını izlediğimde parça sürelerinin işlenerek bilinen sürelerinin iki, üç katına çıktığını bile görecektim. O gün o konseri izleyenler de bu performansı görüp, "Vay be yıllar sonra adamlar nasıl şeyler yapıyorlar" bile demiştir. Ben grubun her dönemini bildiğim için böyle bir şey demesem de o gün orada çıkan performansa gerçekten şaşırmıştım. Açıkcası Objektif'in bu konserden bir iki ay önce verdiği Taksim DoRock (hani o uzun koridor gibi olan yer) konserini izlememiş olsam çıkan ses kalitesini sadece IF/ Beşiktaş konserinin organizasyonunun profesyonelliğinin kalitesine yükleyecektim. Bilenler bilir o  uzun koridordan oluşan canlı müzik yapmak için ses tesisatı için sorunlu bir mekanda Objektif'i o koridorun en kapıya yakın bölümünde dinlediğimde açıkcası kalp krizi geçirebileceğimden korkmuştum. Sahneye oldukça uzak olmama rağmen müziğin sesini göğsümden yukarı doğru bir basınçla hissedecektim. Sonra IF/ Beşiktaş konserinde bu soundu daha geniş bir konser mekanında daha rafine bir şekilde hissedecektim. 

Bundan 20 yıl önce falandı ve Objektif'in "Sokağın Sesi" ya da "Künye" albümü zamanları albümü zamanı olabilir, Maslak Venue'de yapılan bir konserde de çıkan ses mühendisliği başarışına şaşırmıştım. Sonrasında Deep Purple'ın Antalya konserinde açılış grubu olduklarında da bu çıta daha da yükselmişti. Geçen yılki IF / Beşiktaş konserinde ise bu daha da ötelere varmıştı. Şimdilerde o konserin kayıtlarının ilki "Açmıyor Yeşil VOL.1" adıyla albüm olarak yayınlandı. Yani Objektif başladığı günden bu yana hiç durmadı... yoluna devam ediyor hala!

Peki siz orda mısınız?

Aslında bu yazıya görsel olarak Objektif'in Tımarlı Hastane kasetinin kapağını koyup, bir de eski anı patlatsaydım, bol tıklama alırdım... Ama yapmıyorum, çünkü ben bu zamandayım ve bu zaman için yeni yazı ve çizgi üretmek istiyorum.

Selamlar.

Nokta

Aptulika

28 Aralık 2020

Şimdiki ve Gelecek Zaman 


27 Aralık 2020 Pazar

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 158



Fyodor Dostoyevski
 "İnsancıklar"
Koridor Yayınları
Çeviri: Furkan Özkan
 (2020)

Geçen haftalarda televizyonda "Namuslu" filmine rast geldim ve gene kilitlendim. "Arabesk" haricinde bütün filmlerini sevdiğim Ertem Eğilmez'in bu yapıtı benim için unutulmazlar derecesine girmişlerdendir. Başar Sabuncu'unu senaryosundan ortaya çıkan filmi ilk gösterime girdiği 1985 yılında izlediğimde, ülkemiz "alaturka liberal" politikalarla tanışıyordu ve "Namuslu" da o dönemin izlerini mizahi bir bakışta sunuyordu. Mizah işlediği konuyu biraz abartır ama bu filmin ileriyi bu denli göreceğini tahmin etmem mümkün değildi. Bu filmi aradan geçen kırk yıla yakın bir zamana karşı bugün izlediğinizde hala önemli şeyler bulabiliyorsunuz. Şener Şen'in oynadığı baş karekter Ali Rıza Öğün hem sinema dili hem de oyunculuk gücü olarak çok güzel verilmişti. Şener Şen'in oyunculuk gücü zaten önemlidir ama bu gücün ötesine geçen şey tiyatroculuk, edebiyat, sosyoloji birikimiydi. 

İşte geçen haftalarda bu filmi bilmem kaçıncı kere tekrar izlerken, Ali Rıza karekteri aklıma hemen Akakiy Akakiyeviç'i getiriverecekti. O da kim ? Derseniz, açıkalıyayım... Akakiy Akakiyeviç, dünya edebiyat tarihinin başyapıtı, Nikolay Vasilyeviç Gogol'un yazdığı "Palto"nun baş kahramanı.  Şimdi  atılıp, "Vay demekki o film arakmış." falan gibi akla ziyan yaklaşımlar çıkarmayın hemen. Bu uyarıyı yapmam gerekirdi, zira bizde  böylesi bir kamusal (ve de gönüllü) dedektiflik kolu vardır ve hemen damgasını vuruverir. Oysa bir sanat yapıtı bir başka sanat yapıtına selam çakması övünç verici bir şeydir. İşte "Namuslu" filmindeki Ali Rıza karekteri, "Palto"nun Akakiy karekterini taklit etmiyor ya da kopyalamıyor ; o karekteri akademik bir analizle özümsedikten sonra sosyolojik tesbitlerle seksenler Türkiye'sinden bir toplum kesitini ortaya koyuyor. Ve onların adına (onların demediği) bir şeyi ben söyleyeyim:

"Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık."

Nikolay Vasilyeviç Gogol
Bu sözü ben gıyaben "Namuslu" filmini yapanlar için söylediysem de bu sözün aslı Dostoyevski tarafından söylenmiştir. O günden bu güne aradan yüzyıllar üstüne yüzyıllar geçti ve o ne görkemli bir palto imiş ki, içine ne devleri doldurmuş. Eğer birazcık mizahçı yanım varsa o paltonun bir düğmesi bile değil, o düğmeyi diken ipliğin bir parçası olduğum söylense, "demek ki başarmışım" derim.

Geçen haftalarda da Dostoyevski'nin hikayelerinden bahsederken, Gogol'u "Palto"sunun etkisini zikretmiştim. "İnsancıklar" yazarın 23 yaşında yazdığı ilk eseri. St. Petersburg'da geçen roman, bir devlet dairesinde memur olan orta yaşlı Makar Devuşkin ile uzaktan akrabası, yirmili yaşlarının başında genç bir kız olan Varvara Dobroselova arasındaki mektuplaşmalardan oluşuyor. Mektup - roman diye de tanımlayabileceğimiz "İnsancıklar", daha sonra Stefan Zweig'ın yaptığı mektuptan yola çıkan yapıtların ilk örneği olarak ilham kaynağı olduğunu da söyleyebiliriz.  

Romanın kahramanı Makar Devushkin, 58 yaşında en alt katmanlarda yaşayan az gelirli bir memurdur. Uzaktan akrabası olan genç Varvara ile mektuplaşır. Onlar çok uzak yerlerde değildir hatta birbirlerinin penceresini görecek kadar da yakın binalarda otururlar. Devushkin yazdığı mektuplarda yirmili yaşlarının başındaki genç Varvara'ya kimi zaman bir aşık kim zaman bir abi kimi zaman da bir dost gibidir. Romanı okurken bu ellisini aşmış adamın genç kıza duyduğu sevgininin nasıl bir şey olduğunu tahmin etmeye ister istemez kafa yoruyorsunuz ama sonrasında bunun pek önem taşımadığını kavrıyorsunuz. Devushkin, genç kızı hayatında özlem duyduğu sevgili yerine koysa da bu ütopya düzeyinde (platonik değil) bir aşk. Yani yaşlı adam, hem kızın hem de kendisinin bulunduğu yoksul yaşantı için bir umut ışığı olarak yaşatıyor bu sevgiyi.  
Dostoyevski'


 Rusya'nın Çarlık döneminin toplumsal yapısının da verildiği romanda yoksul insan(cık)ların yaşamına acıklı ve melodramatik yaklaşımla bakılmıyor. Hatta kitabın bir bölümünde Devushkin, yazdığı mektupta, yakın dostu olan hali vakti iyi olan bir yazar dostundan bahseder. Bu kişinin yazdıkları ağdalı bir dille ve bol tasvirli piyasada iyi iş yapacak denli yazılardır. Kıza o yazılardan birini mektupla birlikte gönderir. Kız bu yazıları niteliksiz bulur ve Devushkin'e Gogol'un "Palto"sunu ve Puskin'in "Ivan Belkin'in Hikayeleri"ni yollar.  Hatta adam, "Ben cahil bir adamım, hayatım boyunca da pek kitap okumadım. Senin yolladıklarını okuyacağım, o zaman sana daha güzel üslupla yazabilirim'' der.
 
Makar Devushkin bu kitapları okuduktan sonra kıza yazdığı mektupta,  "Palto"daki Akagi Akagiyevic'i sevmediğini belirtir. Onun çok zavallı, korkak verildiğini söyledikten sonra "Romanlar aptallar için" bile der. Dostoyevski burada çok önemli bir şey yapıyor ve kendi ustası Gogol'a bir selam gönderiyor. Elbette burada yazdığı kahraman Gogol'u eleştirse de, burada ki durum yüzyıllar sürecek (hatta bugünlere dek süren) sosyal bir tesbiti yapıyor. Makar Devushkin, alt sınıfların bir temsilcisi ve bir anlamda onun yaşantısından izler veren "Palto" öyküsündeki Akari karekterini beğenmiyor. Buna karşılık onun hayatını anlatmayan ve üst sınıfları anlatan, ağdalı bir dille süslenmiş, gereksiz tasvirlerle süslü, edebi değeri olmayan ama popüler romanlarını göklere çıkartıyor. Bu durum bugün de aynı değil mi?

Dostoyevski denildi mi hemen akla "Suç ve Ceza" gelir ama bu muhteşem yapıt az biraz da yazarın tüm eserlerine ilgi duymamıza hatta onlardan tad almamıza engel olan bir bulut gibidir de. Bana sorarsanız, yazarın romanları arasında "Kumarbaz" da benim için ayrıcalıklıdır. Yanısıra uzun hikaye ya da kısa roman diyebileceğimiz "Beyaz Geceler" ve "Bir Yufka Yürekli" eserlerine de duyarsız kalmayın derim... Tabiki "İnsancıklar" da.

 
Aptulika

24 Aralık 2020 Perşembe

Mountain grubunun kurucusu LESLIE WEST hayata veda etti.

Mountain'in vokali ve gitaristi yani o güzel dev adamı bu çarşamba  günü yitirdik.  

Hard rock grubu Mountain'ın kurucu üyesi  Leslie West, 75 yaşında hayata veda etti. 



1969'da Woodstock Festivali'nde sahneye çıkan dev bir adam grubuyla birlikte hard rock patlamasına neden olacaktı. İşte o ortalığı inleten patlamanın adı: "Mississippi Queen" olarak dünyaya yayılacaktı. Bu parça ile hatıralarımıza kazınan Mountain grubu o gün bugündür aklımızdan çıkmayacaktı. 

Mountain'in vokali ve gitaristi yani o güzel dev adamı bu çarşamba (23 Aralık 2020) günü yitirdik.  

Hard rock grubu Mountain'ın kurucu üyesi  Leslie West, 75 yaşında hayata veda etti. 

 Leslie West'in kardeşi Larry West Weinstein, sanatçının ölüm haberini sosyal medya hesabından duyurdu. Usta rockçı bu ayın başlarında aniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldığını söyleyen kardeşi, devam eden tedavisinin tüm çabalara rağmen sonuçsuz kaldığını belirtti.

2011 yılında diyabet hastalığı nedeniyle sağ bacağını kaybeden Leslie West, her şeye rağmen müzikten kopmayarak iki yıl sonra "Still Climbing" ve 2015'te de "Soundcheck" albümlerini yapıp konserlere çıkmıştı. 

Mountain grubu, 1969 yılında Long Island, New York'ta kuruldu ve 1972'de dağılmadan önce üç albüm çıkardı. 1969'da Woodstock'ta performans sergileyen grup, dağılmalarının ardından sık sık yeniden bir araya geldi ve 1974'te "Avalanche", 1985'te "Go for Your Life", 1996'da "Man's World", 2002'de "Mystic Fire" ve 2007'de "Masters of War" gibi birçok proje yayımladı.




 Woodstock’ta “Mississippi Queen” şarkısıyla hafızalara kazınan Mountain grubunun kurucusu Leslie West, 60’larda Beat kuşağının peşine takılmış bir yeni yetme olarak müzikle tanıştı. Soul ve rock tarzında müzik yapan The Vargants grubunu kurarak müziğe ilk adımını attı.


60’lı yılların sonunda rock dünyasında muhteşem bir üçlü “The Cream” vardı. Eric Clapton, Ginger Baker ve Jack Bruce gibi enstrümanlarının ustası elemanlardan kurulu super trio tarihi çoktan yazmaya başlamıştı bile. İşte bu süreçte The Cream albümlerinin konservatuarlı prodüktörü Felix Pappalardi ile Lesli West’in yolları keşişecekti. Bir solo albüm için plak şirketine giden West,   Pappalardi’nin de yer aldığı “Mountain” grubunun kuruluşuyla toplantıdan çıkacaktı. Bas gitarda Felix Pappalardı, gitarda Leslie West, davulda N.D. Smart ve keyboardda da Steve Knight’ın yeraldığı Mountain, Woodstock’ın ikinci günü olan 16 Ağustos 1969’da tanınmamış bir grup olarak erken saatlerde sahneye çıkacaktı. Leslie West’in sesiyle “Missippi Queen” ortalığa yayıldığında ise herkesin aklına mıh gibi işleneceklerdi. Bütün zamanların en iyi rock yapıtları arasında ilk 20’lerde anılan parça ilerki yıllarda çıkacak heavy tarzlarının da öncülerinden olarak gösterilecekti.


Mountain grubuyla yaptıkları çalışmalardan sonra 1972’den 1974’e kadar The Cream’ın bascısı Jack Bruce’la birlikte West, Bruce and Laing isimli trio ile müzik yaptı . Bu grubun üç albümüne imza atan Leslie West 2006’ya kadar da solo albümlerine devam etti. Rahatsızlığı nedeniyle 5 yıl ara veren gitarist 2 yıl önce bol konuklu “Unusual Suspects” albümünü çıkarmıştı. Slash, Joe Bonamassa, ZZ Top’tan Billy Gibbons ve Zakk Wylde’ın konuk olduğu bu albümün ardından da  “Still Climbing “ albümüyle tekrar karşımıza çıkmıştı. Diyabet sonucu tek ayakla kalmasına rağmen müzikten kopmayan Leslie West,  2015'te de "Soundcheck" albümünü yapacaktı. 

Selam olsun sana Leslie West

“Mississippi Queen” senin sesinle yerküreye öyle bir kazındı ki artık silinmesi imkansız.

Aptulika










22 Aralık 2020 Salı

Samimi, Doğal ve Ev Yapımı: "Mc CARTNEY 3"


McCartney III, solo akustik konseptine  uygun bir çalışma, öyle büyük bir iddia peşinde değil hatta oldukça mütevazi bir şekilde evinizin oturma odasına gelmiş çalıyor gibi. 

Dünyanın en büyük müzik grubu Beatles'ın kurucu elemanı olsan  80 yaşına bir yıl kalmışken oturur yeni bir albüm yapar mısın?

Hadi yaptın diyelim, küresel bir salgın nedeniyle evine kapalı olduğun için bunu bütün enstrümanları çalarak ve kendi ev stüdyonda yapar mısın?

Cevabınızı duyuyorum... Yapmazsınız tabiki.

İşte bu yüzden siz Paul Mc Cartney değilsiniz. 

Müziğin yaşayan abidelerinden Paul McCartney, yeni solo albümünü yayınladı.

- Yahu ne gerek var! Eskiden yaptıkları zaten yeterli, hele bir de Beatles var zaten.

dedikten sonra,

- Bu ne yahu, paraya mı doymadı.

diye bile ekleyebiliriz.

Bu da yetmez aklı evvel bazılarımız da,

- Keşke yapmasaydı, o kadar güzel şeyin ardından ne gerek vardı... Olmamış.

diyerek noktayı koyuverir.



Önemli olan ün, şöhret hatta efsane olmak falan değil...

HER AN ÜRETMEKTİR !

Yaşamının her anı her saniyesi üreten insanları seviyorum. Bu yüzden Paul Mc Cartney'in yeni bir albüm yaptığı haberi beni mutlu etti hatta heyecanlandırdı bile. 

Eski The Beatles üyesinin "McCartney III " isimli albümünde 11 şarkı bulunuyor. McCartney'nin üçleme albümlerinin son halkası olan "McCartney III", 2018 çıkışlı "Egypt Station"ı takip ediyor. Albümden öyle büyük bir şeyler beklemeyin ama hala üretmesi ve söyleyebilecek şeyleri olması başlıbaşına güzel. 

McCartney, yeni albümünün prodüksiyonundan enstruman kayıtlarına hepsini kendisi Sussex'deki stüdyosunda izolasyondayken yapmış. 

"Her gün kayıtlara şarkıyı yazarken kullandığım enstrumandan başladım. Sonra aşamalı olarak diğerlerini kaydettim. Çok eğlenceliydi" diyerek bu albümün serüvenini özetleyen Mc Cartney,

"Sanki işim bu değil de, kendim için müzik yapıyormuşum gibi hissettim. Bu sebeple sadece keyif aldığım şeyleri yaptım. Sonunda bunların bir albüm olacağını düşünmemiştim" 

diyerek sözlerine devam ediyor. 


Ve Şöyle Bir McCartney 3'ye Bir Gözatalım Hele...

Sevdiğim gibi olanı yapıp, albümdeki parçaları tek tek analiz edeceğim gene... Hem böylesi bana radyo programlarındaki sunuşları hatırlatıyor biraz da. 

Deep Deep Feeling : Albümün açılış parçası falan değil ama benim ilk dinleyişten şu ana kadar aklıma yer eden parça.  "McCartney 3" içinde yer alan en uzun çalışma olan "Deep Deep Feeling" beni seksenli yıllara götürdü. O yıllarda 70'lerin progresif rock grupları dönemin teknolojik gelişmeleri ve tabii popüler müziğin etkisiyle yeni arayışlara girmişlerdi ama çıkan sonuç ne hancıyı ne de yolcuyu mutlu etmişti. İşte bu parça o dönemdeki bu tip çalışmalar benziyor, o zaman ifrit olurdum ama şimdi hatıralarımı canlandırdı. Progresif ile birlikte hafiften New Age, Paul McCartney ile çok güzel uyuşmuş.

Long Tailed Winter Bird : Şimdi albümün başına dönüyoruz ve açılışı yapan sıcacık bir parça. Kıştan bahseden bir parçaya nasıl sıcak dediysem, şöyle açıklayabilirim hani... Kar yağıyor ve siz bir şömine ya da bir soba karşısında oturuyorsunuz. ( Soba, şömine nerden çıktı? Derseniz, bu hayali atmosferi doğal gaz, kombi sağlayamaz da ondan... donuyorum çünkü ve gelecek faturayı da düşündükçe kahroluyorum) Neyse biz biraz önceki atmosfere dönelim ve sıcacık evimizde oturuyoruz ve penceremizden bir tıkırtı geliyor. Bir de bakıyoruz ki uzun kuyruklu bir kuş kanat çırpıyor. İşte böyle güzel bir şarkı.  

İngiliz Folk'unun izlerini de taşıyan bu parçayı bağlama ile de yorumlasanız bir yabancılık arzetmez. Aslında bunu dedim diye de endişe duydum. Şimdi bir çok aklı evvel yapmaya kalkar desem de neyseki bizim ülkede Paul McCartney'in öylesi bir popülerliği yok hani.

Bu arada albümün çıkalı üç gün olmasına rağmen şu güne kadar You Tube kanalında bu parçanın amatör müzisyenler tarafından yapılan en az dört kavırı var. 

Find My Way : 70'lerin havasını hissettiren bu parçada nakarat bölümlerinde 80'lere selam çakıyoruz. Mc Cartney'in iki ayrı sesten vokaline de doyum olmuyor. 

Pretty Boys : İlk dinleyişten aklıma yerleşen parça, barok akorlarda akıp giden gitarlarıyla keyifli. Bir müzisyenin yaşlanınca da sesinin ayrı bir güzelliğe kavuştuğuna şahitlik ediyoruz.

Women and Wives : Londra damgalı bir rock baladı. İçe işleyen acayip bir şey. Tekrar tekrar dinlemeden edemiyorum. 

Lavatory Lil : Rock yanı kuvvetli bir çalışma. Hard Rock olarak kavırı yapılsa yer yerinden oynar. 

Slidin : En başta yazdığım "Deep Deep Feeling"den sonra gelen bu parçada da "Lavatory Lil" için dediklerimi tekrarlayabilirim.

The Kiss of Venus : İngiliz folku ile 70'lerin samimi Pop Rock'ı Venüs'ün öpücüğünde geliyor. 

Seize The Day : Şimdi de 70'lerin Wings günlerine dönüyoruz.

Deep Down : 80'lerin klavye soğukluğunu hatırlatsa da evdeyiz ve tek başına çalıp söylüyoruz diyelim. Evet o gıcık klavye sesi, ama şimdilerde nostaljik olarak güzel geliyor. 

Winter Bird / When Winter Comes : Gene o kış günleri soba başına dönüyoruz ve pencerede kanat çırpan kuşumuz. Bu sefer sona geldik ve harika bir final... Masal tadında.

 Paul McCarney'in bu albümü aklıma hemen Koronavirüs başlangıçı günlerinde yapılan sosyal medya paylaşımlarını getirdi. Özellikle Kramp'ın ilk döneminde bulunan ve "İstanbul Sokakları" albümünde vokali üstlenen Ahmet Karaferya geldi aklıma. Ahmet o karantina döneminde her gün bir parça seslendirip, kendi olanaklarıyla facebook'tan paylaşmıştı. Aslında sadece Ahmet değil daha birçok müzisyen arkadaş facebook dışında da olmak üzere bir çok sosyal paylaşım olanaklarıyla canlı yayınlar yaptı ve yeni çalışmalarını paylaştı. Bu paylaşımlar sınırları bile aşarak dünyanın farklı yerlerindeki müzisyenlerle ortak çalışmalar yaptılar.

Paul Mc Cartney bu Korona günlerini bir yıl boyunca evinde yaşamak zorunda olsa da tek başına üreterek "McCartney 3" albümünü yaptı. Bence en değerli çalışmalarından birini yaptı diyebilirim. Elbette bir önceki albümü "Egypt Station" gibi iddialı bir çalışma değil bu, ama bir o kadar samimi, doğal ve ev yapımı. 

Aptulika


20 Aralık 2020 Pazar

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 157



Oscar Wilde 
 "Önemsiz Bir Kadın"
İş Bankası Yayınları
Çeviri: Pınar Dua Deveci
 (5. Baskı: 2020)

Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi'nden çıkan Oscar Wilde'ın tiyatro oyunu "Önemsiz Bir Kadın"ı  geçen hafta sokağa çıkma yasağının olduğu gün okudum. Bu yıl korona yüzünden ne konser ne de bir başka etkinlik yapılamadı, tiyatro da bunlardan biriydi. Hani bu salgın döneminde tiyatro oyunları sergilenemese de benim için zaten on yıldır tiyatro izlemiyor olmak acı vericiydi. Şimdi pandemi döneminde bu eksikliği bir kez daha anladım. Artık şu dönemi atlatabilirsek, aradaki açığı kapatıp, tiyatro oyunlarını takip etmek niyetindeyim.

Oscar Wilde, 1854 ile 1900 yılları arasında yaşamış olan İrlandalı bir yazar. "Dorian Gray'in Portresi" isimli romanı başyapıt olsa da şiir ve öyküleri de göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Öykülerini de beslediğini düşündüğüm masalları vardır ki, okumamış olmak başlıbaşına bir büyük eksikliktir. Masal türünün çocuklar için olduğunu hangi çok bilmiş çıkardıysa halt etmiş. Oscar Wilde'ın masal türünde yazdığı "Mutlu Prens" kitabı benim başyapıtımdır. (Her ne kadar bu isim "Küçük Prens" ile karıştırılabilirliğine üzülsem de) Oscar Wilde'ın "Mutlu Prens"indeki masalları yetişkinler  keyifle okuyabilir. Çocukların da okuyabileceği söylenen bu kitabın kimler için olduğunu Wilde, “Yediden yetmişe çocuk ruhlu insanlar, şaşırma ve sevinme gibi çocuksu yetilerini koruyanlar” diyerek açıklıyor. 

Oscar Wilde'ın tanınmış eseri "Dorian Gray'in Portresi" bir başyapıt olsa da yazarın tek romanıdır. En çok ürün verdiği alanlar şiir ve tiyatro oyunları olmuştur. Benim bildiğim 9 tiyatro oyunu kaleme alan Oscar Wilde'ın bu konudaki eserlerinden bazıları da ülkemizde yayınlanmıştır. Bu haftaki kitabımızda onlardan biri olan : "Önemsiz Bir Kadın".

19. yüzyılın estetizm hareketinin temsilcisi olan Oscar Wilde, alaycı ve ironik anlatımıyla Victoria döneminin ahlaki anlayışına eleştirel bir sahne oluşturuyor. Britanya'nın asil ünvanlı soylularının mekanındaki dekorda zenginler ile yoksulların sınıfsal farklılıkları verilirken, gelecek devrimin arifesinde çürümeyi dönemin muhafazakar duvarlarını yıkarak veriyor. Oyundaki karekterlerden Bayan Hester Worsley bir Amerikalı ve İngiliz soylularının kır evine konuk gelmiş. Bu bir anlamda yeni bir dönemin habercisi olarak konulmuş bir metofor gibi. Üreten sınıfların da tarih sahnesine çıkışını da temsil eder gibi oyuna girip soylu sınıfın  çürümüşlüğünü ortaya döken Worsley'in de bir süre sonra  ahlaki tutuculuğu ile karşılaşıyorsunuz. 

Aşk ve evlilik; masumiyet ve erdem; zenginlik ve yoksulluk üzerine giden "Önemsiz Bir Kadın" oyununda muhafazakar ahlak anlayışının iki yüzlülüğüne ve sınıfsal çürümüşlüğüne (oyundaki politikacı ve din adamı karekterlerine de dikkat) eleştirel bir tavır sunuluyor.

ilk olarak 19 Nisan 1893'te Londra'da Haymarket Tiyatrosu'nda oynanan bu tiyatro oyunu aradan yüz küsur yıl geçmesine rağmen  (sağ muhafazakar anlayıştaki)  geçerliliğini hala koruyor. 

Aptulika



Not: Oyunu okuduktan sonra tiyatro oyunun 1970'li yıllarda yapılmış radyo tiyatrosu halini aşağıdaki videodan da takip edebilirsiniz. 



19 Aralık 2020 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 156



Victor Hugo
 " Bir İdam Mahkumunun Son Günü"
Koridor Yayıncılık
Çeviri: Işık Ergüden
 (2020)

Halit Çelenk
 " İdam Gecesi Anıları"
Onur Yayınları
(1978)

Faruk Erem
 " Bir Ceza Avukatının Anıları"
 (1984)

Geçen hafta pazar günü takvimler 13 Aralık'ı gösteriyordu ve bu bir hazin olayın tarihiydi. Bundan 40 yıl önce Erdal Eren idam edilmişti.  O dönemlerde idam cezası vardı ama Erdal Eren daha 17 yaşındaydı yani bu ceza uygulanamazdı. Ama onun yaşını büyük göstererek astılar. 
13 Aralık 1980 yılında 1964 doğumlu Erdal Eren asılmıştı. Bu acı hatıra yıllar geçtikçe unutulmadı ve Gülten Akın o güzelim şiiri "Büyü" yü yazarak , unutturmayacaktı.
 
Kırkıncı yılında bu acı olayı hatırladığımda aklıma bu üç kitap gelecekti. Bu hafta yer vereceğim bu  üç kitabı yeni okumadım, ama bu hafta onlardan ikisi tekrar karşıma çıktı. Bu üç kitabı yıllar önce okumuş olsam da hiç biri şu anda elimde mevcut değil, geçen zaman içinde tozlar arasında yitip gitmiş ama her üçü de hafızama öyle bir yerleşmiş ki asla çıkması mümkün değil. Bu kitaplardan ilki Victor Hugo'nun "Bir İdam Mahkumunun Son Günü" kitabıdır. 
Son zamanlarda bir sürü ciltli ve albenili kitaplarıyla Koridor Yayınları klasikleri birbiri ardına çıkarır oldu. Uygun fiyatları ve ciltli haliyle yoğun talep görse de bu kitaplara biraz mesafeli durduğumu itiraf etmeliyim ama çıkardıkları kitaplardan biri vardı ki ona hiç mesafe koyamayacaktım. Hatta bu kitabı popüler alana sundu diye ayrı bir yere bile koydum. İşte resimde paylaştığım Victor Hugo'nun "Bir İdam Mahkumunun Son Günü" kitabını tekrar insanlarla (ve tabi gençlerle) buluşturduğu için bu yayınevine minnettarım.
Klasikler içinde Victor Hugo önemlidir ama benim için önemi daha bir ayrıdır tıpkı Gogol gibi. Victor Hugo denince akla "Sefiller" adlı yapıtı gelir ama onu okumadan önce zaten filmiyle izlemiştim ama ilk okuduğum yapıtı "Bir İdam Mahkumunun Son Günü"dür. Lise son yıllarımda Gogol'un "Palto" ve "Burun" eserlerini okumakla başlayan zevk Hugo'nun bu yapıtıyla sürecekti. Gogol'un  bu iki eseri her ne kadar acı olayları anlatsa da içinde bol ironi ve mizah vardı ama Victor Hugo söz konusu yapıtıyla hukuksal bir alana dikkatimizi çekerek, gerçekçi bir gözlemle girmemizi sağlıyordu. Victor Hugo bu romanı 1829 yılında, 26 yaşındayken yazmıştı. 

Daha ilkokula gittiğim yılların başında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmişti. Tabi o zamanlarda ben bunun farkında olamazdım ama büyüklerimin "Bu Olmamalıydı" bakışlarından kötü bir şeyler olduğunu anlayacaktım. Sonra biraz büyüdüm ve  o abilerin ideallerini anladım ve o idamlara tiksinerek lanet ettim. Sadece onlara değil benim gibi düşünmeyenlerin de bu şekilde ölmesini istemedim. 

Yaşım biraz büyüdüğünde ve artık bir şeyleri farkettiğimde hayata soldan bakacaktım. Böylece Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ideallerini daha iyi anlayacaktım. Ama hem o yıllardan hem de çocukluğumda mahallemdeki sağcıların bile onların idam edilmelerine üzüldüklerini biliyorum. Aynı şekilde (gene benim çocukluğumun geçtiği çevrede) hiç bir solcunun da Menderes'in idam edilmesine sevindiklerini görmedim. Ama gene de politikanın kirli yüzü Deniz Gezmiş'leri idam sehpasına gönderirken, "Üç bizden gitti üç de onlardan gitsin" diyecekti. Sonra gerici 12 Eylül faşizmi geldi ve onlarda "Asmayalım da besleyelim mi" diyerek 17 yaşında Erdal Eren'i ipe götürdü. 

1980'lerin sonlarına  doğru  ülkemizde idam cezasını sorgulayan ve karşı çıkan sesler yükseldi.  1984 yılında yayınlanan Faruk Erem'in " Bir Ceza Avukatının Anıları" kitabı bizi idam cezası ile yüzleştiren önemli bir yapıttı. İşte o zamanlarda okumuştum ve bu güne kadar da aklımdan çıkmadı. Aralarında öyle hazin anılar vardı ki... Cinayetle suçlanan bir mahkum asılıyor ve 3 yıl sonra yeni kanıtlar çıkıyor ve  katilin o olmadığı anlaşılıyor. Bir ceza avukatı olan Faruk Erem'in meslek hayatı boyunca karşılaştığı adli ve dramatik olayları hikaye kıvamında anlattığı, ilginç bir eserdi bu. Erem'in 'suç' ve 'suçlu' kavramlarına kalıpların dışına çıkarak, insancıl açıdan baktığı bu yapıt: "Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar" diyordu. Bu kitap her şeyden önce idam cezasını da sorguluyordu. 

Erdal Erem'in kitabından sonra da Halit Çelenk'in "İdam Gecesi Anıları"nı okuyacaktım. Halit Çelenk unutulmaz bir hukuk insanı ve Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da avukatıydı. Yani o mahkemelerin ve idam sürecine birinci elden tanıklık eden kişiydi.  Ve tabii 6 Mayıs 1972 sabahı gerçekleşen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarına ve sonrasına kadar tanıklık edecekti. Hukuki yönden  hayli tartışmalı olan "karar" metinlerinin de yer aldığı bu kitap geçmişteki bazı karanlık noktaları da aydınlatacaktı. 

İşte yıllar önce okuduğum bu üç kitaptan ikisini sahafta bulacaktım. Bunlardan biri yani Victor Hugo'nun romanı yeni baskı olarak piyasada zaten var (İş Bankası Kültür Yayınları'ndan da Volkan Yalçıntoklu çevirisiyle mevcut), onu mutlaka okuyun. Halit Çelenk ve Faruk Erem'in kitaplarını da inatla arayın derim. 

Bu arada Victor Hugo, "Bir İdam Mahkumu'nun Son Günü"nü Paris'te Greve Meydanı'nda ve halkın izlediği bir idam infazıyla karşılaşmasından sonra kaleme almış. İdamı “devrimlerin yok edemediği kaide” olarak nitelendiren Hugo, idama tanıklık ederek yaşadığı bu travmadan sonra bir idam mahkumunun dilinden son günlerini anlatıyor. Romandan önce yer verdiği önsöz ile de bu infaz yöntemi hakkındaki görüşlerini okuruna bir manifesto havasında sunuyor. 
Victor Hugo bu kitabı 1829'da yazmış, yani yaşadığı çağdan iki yüzyıl ilerdeymiş. İşte sanatın önemi de bu olsa gerek. 

Aptulika 
 

15 Aralık 2020 Salı

Her Daim ve hep Rock'n Roll : ERKUT TAÇKIN

 


Daha ortaokula gidiyorum ve tarih 1975 gibi bir şey, hani 13 bilemedin 14 yaşlarında falanım. O zamanlar Ortaköy Gazi Osman Paşa Ortaokulu'nda son senem. Okul'un öğle tatillerinde hemen çıkıp, ya köprünün ayaklarının olduğu yere gidiliyor ya da ters istikamete doğru koşturup Ortaköy Camii'nin olduğu sahile soldan kıvrılarak kendinizi atıyorsunuz. Ben de bu ikinci istikamete doğru yürür ama sola kıvrılmaz devam ederdim. Kabataş Lisesi istikametine doğru giden caddenin üzerinde bulunan kilisenin kapısının yanında ufacık bir dükkan benim değişmez menzilimdi. Burası bir plakçıydı. Aklımda adı hep Aşkın Plak diye kalmıştır ama o adamın mı adıydı yoksa dükkanın mı ya da her ikisi birden miydi şimdi cidden çıkaramıyorum. Bu arada Aşkın Plak ismini bile yanlış hatırlıyor olabilirim, artık ismi yanlış yazdıysam da beni affetsin. Beni tanıyanlar bilirler isim hafızam sıfırdır, simayı tanırım ama ismi çoğu zaman unuturum. Her neyse o plakçıyı bugün bile çizebilirim öylesi aklımda mıh gibidir. Biz gene ona Aşkın Plak diyelim. İşte oraya her gün uğrar olmuştum. İlk önce vitrine bakar yeni asılan plaklar var mı diye bakardım. Nazareth, Uriah Heep müziğinden önce o plak kapaklarıyla orada aklıma yer etmişti. Ancak o dönem Hey dergisinde gördüklerimi yani dönemin Türk Hafif Müziği 45'likleri ilgi alanımdaydı. Dergide yeni çıkanlar ya da liste başı plaklardan seçmeler yapar kaydettirirdim. O dönem Örovizyon Yarışması Türkiye elemelerinde birinci gelen dışındaki (bana göre hakkı yenmişler) şarkıları kağıda yazar kaydettirirdim. Aşkın Plak bunları tek tek plaklardan kaydediyor olsada bu külfetten yorulmazdı. Ancak bir sefer istediğim kayıttan şikayet etmişti. Üstelik bu kayıt tek tek plaklardan seçme değil tamamen bir Long Play'dendi, yani o plağı koy sonra  bir başka plak eziyeti yoktu, uzunçalar plağı koyuyorsun ve kayıt. Oysa bu plağın kaydını almaya gittiğimde Aşkın Plak bana, " Bu ne yahu adam çok böğürüyor. Kayıt yaparken müşterimi de kaçırıyordu." 

Aşkın Plak'tan daha önce yaptığım kayıtlar genellikle Türk Hafif Müziği denilen türdendi ama bu sefer ki bir rock plağıydı. Hoş o döneme kadar Sweet, Suzi Quatro falan da kaydettirmiştim ama sorun olmamıştı. Bu seferki Türkçe olunca bizim Aşkın Plak için yabani kalmıştı. O döneme kadar Erkin Koray, Barış Manço, Cem Karaca da sorun olmuyordu ama bu sefer ki bir acayip gelmişti. Tabi hem ona hem de dükkanın kapısında geçene. 

Bu plağın kapağı da o güne kadar alışık olduğumuz Türk plakları gibi  değildi. At üzerinde bir adam, kimseyi umursamaz bir vaziyette duruyor. Kapağın sol tarafında da kocaman bir yazı ile "Erkut Taçkın" yazıyor. Yani "kendimi allayıp pullamam ben buyum, beni tanıyan ya da tanımak isteyen  alır dinler, işte o kadar!" der gibiydi. Açıkcası ben de tanımıyordum, sadece Hey dergisi'nde çıkan haber bana referans olmuştu. 

Erkut Taçkın'ın kendi adını taşıyan ilk ve tek LP albümü o yıllarda içinde yer alan "Beyaz Ev" şarkısı dışında pek önemsenmedi ama benim her daim unutulmazım olacaktı. Aradan geçen uzun yıllar sonra ise hele ki 2000'li yıllardan itibaren önemi daha bir güzel anlaşılacaktı. 

12 parçanın yer aldığı o plaktaki kadroya da bir bakar mısınız ?

Bas Gitar – Melik*, Uğur Başar

Bas Gitar, Piyano, Akustik Gitar – Onno Tunç

Davul – Asım Ekren, Cezmi Başeğmez

Davul, Vokaller – Cengiz Teoman

Elektro Gitar – Berco*, Neşet Ruacan

Elektro Gitar , Vokaller – Nuri Bora

Flüt, Alto Flüt, Tenor Saksofon – Süheyl Denizci

Gitar – Selçuk Başar

Perküsyon – Arto Tunç*, Selim Selçuk

Synthesizer [Moog], Mellotron, Org, Piyano – Garo Mafyan

Tenor Saksofon – Erol Duygulu

Trombon – Halil Saçlı

Trombon, Piyano – Elvan Aracı

Trompet – Erdoğan Ergun

Vokaller – Serdar Oksay


Albümde yer alan parçaların çoğu yabancı parçalardan yapılmış düzenlemelerdi. Ancak dinlediğinizde her biri Erkut Taçkın'ın yorumuyla ona has bir ayrıcalık kazanıyor ve Rock halini alıyordu. O dönem Türkiye'sinde plak şirketleri gene de bu tip sürprizler yapıp, liyakatı taçlandırabiliyordu demekki. İyi kide öyle yapmışlar ve Erkut Taçkın'dan böyle bir iz kalmış oldu keşke devamı da gelmiş olsaydı.

Aptulika



14 Aralık 2020 Pazartesi

Erkut Taçkın hep Rock'n Roll Sahnesinde: Daha Dün Gibi!



Ülkemizde rock'n roll'un ilk temsilcilerinden olan Erkut Taçkın'ı bugün (14 Aralık 2020)  yitirdik. 78 yaşında hayata veda eden büyük usta uzun zamandır kanserle mücadele ediyordu.  

  Erkut Taçkın, denizci bir yüzbaşının oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Babasının adı Namık Taçkın’dır. Bir abisi vardır. İlk ve ortaokulu bitirdikten sonra Heybeliada'daki Heybeliada Deniz Lisesi'ne girdi. 1955 yılında Deniz Harp Okulu ve Lisesi 'Genç Denizciler' orkestrasına katılarak müzik hayatına başladı. Genç Denizciler (Somer Soyata Orkestrası olarak da bilinir.)

Erkut Taçkın, ayrıca Silahlı Kuvvetler yüzme şampiyonlarındandı. Deniz Harp Okulu ve Lisesi Orkestrası ve Lokal Grubu gerçek anlamda vokal yapan ve Rock'n Roll çalan ilk müzik topluluğu olarak tarihe geçti. Orkestrada Güngör Yücel, Ersin Yüce, Erkan Gürsal, Durul Gence ve solist olarak da Erkut Taçkın vardı.

1969 sonrasında ise Erkut Taçkın, kısa süreli gazino ve kulüp çalışmalarında bulundu. 

 1975 yılında kendi adını taşıyan LP yayınlamıştı. Bu albümde yer alan "Beyaz Ev" şarkısı günümüze dek popülerliğini sürdürmüştür. 


Onun ardından 45 yıl önce Long Play'inde dinlediğim ve hala unutamadığım parçasını paylaşayım. Öyle bir parça ki HALA DÜN GİBİ . 







 


 


Objektif'ten Açmıyor Yeşil VOL.1 (LIVE)



Objektif, 2019 yılının Mart ayında "Laneth Bir Gece - 3" kapsamında IF Performance Hall'de verdiği konserden parçaları "Açmıyor Yeşil Vol.1 (Live)" adıyla konser albümü olarak yayınladı. 11 Aralık 2020 tarihinde, Avrupa Müzik etiketiyle çıkan albüm tüm dijital platformlarda bulunabiliyor.

Vokalde Vecdi Yücalan, bas gitarda Murat Tükenmez, gitarlarda Umut Mutku ve Çağlar Abanoz, davulda Melih Yüzer'den kurulu Objektif, 2019 'ün Mart ayında verilen konserden sonra  Ayhan Tecer (Artı Production) yönetmenliği ve  Mengütay Beyribey kurgusuyla "Açmıyor Yeşil / 2019 Live" adıyla video olarak yayınlamıştı... şimdilerde de bu konserin ilk bölümü konser albümü olarak yayınlandı. 

Hayal Et, Yuh (Ağıt), Yakanlara ve Fahişe isimli parçalardan oluşan "Açmıyor Yeşil Vo.1 (Live)" bir EP ( mini albüm) olarak tanıtılmış ama otuz dakikayı aşan süresiyle bence ikili (double) bir plağın ilki olabilir gibi geldi bana. Gönül isterdi ki "Vol 2"de çıktıktan sonra ikili bir albüm olarak plak formatında da çıksa ne güzel olur, derim. İçinde konserden fotoğrafların olduğu  bir plak yakışırdı ama olur mu olmaz mı bilemem. Öyle bir tüyo falan almış, yol yapıyor da değilim. Ben şimdiden bu albümü dinlerken bir plakmış gibi dinliyorum. 

Aptulika

Not: Madem bu konser albümü "Vol.1" benim bu yazıdan sonra devamı da gelecek gibi. Kafamda Vol 3'e kadar yazı var, çıktığında sizlerle paylaşırım. 

13 Aralık 2020 Pazar

Mogollar, "Anatolian Sun" ile 50 Yıl Sonra Yeniden Yurtdışında

Moğollar, 11 yıl aradan sonra "Anatolian Sun" albümüyle geliyor. Bu iki ayrı albüm halinde ve plak formatında bu hafta piyasaya çıkıyor. Yurtdışında çıkacak olan bu albüm Moğollar'ın  Fransa'da 1970 yılında  "Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui" adıyla çıkan  ve ödül kazanan albümünden 50 yıl sonra dünyaya sunduğu bir retrospektifi konumunda. 



50 yılı aşan müzik geçmişiyle Moğollar, ülkemizin rock müzik tarihinde ayrı bir yere sahip olan bir grup. 1970'li yıllarda solist önde grup "Ve" ibaresiyle bölünmek suretiyle kendini gösterebildiği zamanlarda onlar enstrümantal olarak çıkışlarını yapmışlardı. Bugün Anadolu Rock adıyla kabul gören tarzı onlar yurt dışına taşıyarak o günlerde "Anadolu Pop" adıyla Avrupa'da imza olarak koymuşlardı. 

Geçen bu arada sadece enstrümantal olarak değil Cem Karaca, Barış Manço ile de çalışıp harika klasik çalışmalara da imza atan Moğollar, 1990'lardan sonra tekrar bir araya gelerek, yeni bir anlayışla bugüne kadar hafızalara kazınan çalışmalar yapmışlardı. 

Moğollar, 11 yıl aradan sonra "Anatolian Sun" albümüyle geliyor. Bu iki ayrı albüm halinde ve plak formatında bu hafta piyasaya çıktı. Tabii bu albümün plak hali olduğu gibi dijital olarak da yayınlandığını söyleyelim. 

Moğollar Dünya Dinleyiciyle Buluşuyor

Moğollar'ın tüm zamanlarının bir özeti diyebileceğimiz "Anatolian Sun"ın ayrıcalıklı özelliği albümün doğrudan plağa kayıt teknolojisiyle kaydedilmiş olması. Herhangi bir düzenleme yapılmaksızın tek seferde canlı olarak kaydedilen albüm, Gülbaba Records & Night Dreamer Records etiketiyle yayımlandı.

İngiliz Night Dreamer ile dünya dinleyicisiyle de buluşacak olan albümün prodüktörlüğünü ise BaBa ZuLa grubundan Murat Ertel üstlendi.

Albüm ayrıca 2011 yılında Engin Yörükoğlu'nun hayatını kaybetmesi sonrasında grubun davulcusu olan Kemal Küçükbakkal'ın Moğollar ile kaydettiği ilk stüdyo albümü.

 Moğollar, grubun 45. yılı olan 2013 yılından beri Taner Öngür, Serhat Ersöz, Emrah Karaca, Kemal Küçükbakkal ve Cahit Berkay'dan oluşan kadrosu ile yoluna devam ediyor.


 53 Yıllık Tarihten Kesitler

İsterseniz şimdi de sözü Moğollar elemanlarına bırakalım ve "Anatolian Sun" plağının öyküsünü bizzat onlardan dinleyelim: 

Taner Öngür: BaBa ZuLa grubundan Murat Ertel vasıtasıyla Night Dreamer adlı İngiliz yapım firmasından gelen teklif üzerine bu albüm fikri oluştu.

Serhat Ersöz: Şarkı seçimlerini Murat Ertel'in tavsiyeleri doğrultusunda beraber düşünerek yaptık. Grubun barındırdığı tarzları içeren şarkılar olmasına gayret ettik. Ayrıca direkt plağa kaydedileceği için şarkı sürelerini de göz önüne alarak oluşturduğumuz listenin plağın her yüzü için sıralamasını yaptık. Sürelerin yanında enstrüman değişimlerinde meydana gelebilecek aksaklıkları minimalize etmek için bu sıralama önemliydi. Zira bir yüzü çalmaya başladığınızda hiç durmadan, şarkı araları da dahil olmak üzere baştan sona çalmamız gerekiyordu.

Cahit Berkay: Bu albüm öncelikle yurt dışında çıkacağı için, Moğollar hakkında fikri olmayan birine 53 yıllık tarihimizden değişik kesitler sunan bir albüm olsun istedik. Misal hayatında Moğollar müziğini hiç duymamış bir Yeni Zelandalı müziksever bu iki albümü dinledikten sonra Moğollar'a giriş dersini muvaffakiyetle geçmiş sayılacaktır.

Kemal Küçükbakkal: Şarkı seçiminde önceliğimiz Moğollar tarihini mümkün olduğunca iyi yansıtmak oldu tabi ancak bazı teknik sebepler de belirleyici oldu. Mesela ses kalitesinin en üst performansta olması için plağın bir yüzünün 15 dk ile 18 dk arası olması gerekiyordu. bunu göz önünde bulundurarak şarkıların dakikalarını tuttuk ve buna göre şarkıların sıralarını belirledik.

Emrah Karaca:  Albüm gerçekten içimize sindi. Bence önemli olan da bu...  Babam malum, ben küçücük çocukken gitti ve yıllarca Türkiye'ye gelemedi. Döndükten sonra da erken aramızdan ayrıldı. Açığı kapatacak zamanımız olmadı. Bu grup biraz babam kokuyor bana. Kelimelerle anlatması zor bir durum.


50 Yıl Önce ve Şimdi

Şimdi şöyle 50 yıl öncesine gidelim ve tarihin tozlu sayfalarına bir bakalım hele ... "Dinleyi Verin Gari!"

Ağustos 1970'de, Moğollar Paris'e gider. Paris'te, CBS firması ile üç yıllık bir anlaşma imzalar ve bir 45'lik "Behind the dark/Hitchin" yaparlar, ayrıca "Guild international du disque" isimli bir plak şirketine bir albüm yaparlar. Bu albüm "Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui"dır. 1971 yılında "Academie Charles Cros" büyük plak ödülünü alır. Bu ödülü Moğollar'dan bir yıl önce Jimi Hendrix, bir yıl sonra ise Pink Floyd'un almış olduğunu söylersek ödülün önemini daha iyi anlaşılır.

Ve 50 yıl sonra bugün

25 yıldır yabancı plak şirketlerinin "Turkish Psychedelic Rock" adıyla yaptığı 1970'li yıllardaki rock çalışmalarımızdan yapılan seçkilerle (bizim pek haberimiz olmasa da) tanınan Moğollar, "Anatolian Sun" ile plak olarak yeniden yurtdışında ve dünya ile buluşuyor. 




12 Aralık 2020 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 155



Fyodor Dostoyevski
 " Öyküler"
Koridor Yayıncılık
Çeviri: Furkan Özkan
 (2020)

Klasikler denildi mi akla hemen Rus edebiyatı gelir ve onu takiben de, hiç düşünmeden, teklifsizce hep bir ağızdan: "Dostoyevski" denilir. Kalın ve cilt cilt kitaplarla okumasak da biliriz bu ismi. Çoğumuz çocukluğumuzda özet hale getirilmiş üzerine "Çocuk Kitapları" ibaresiyle sunulmuş halde okumuşuzdur ya da film, çizgi roman gibi uyarlamalarıyla fikir sahibiyizdir. Klasikler konusunda yakın zamanda bir arkadaşım söyle bir tespitte bulunmuştu, "Tolstoy'un Anna Karenina'sını hiç okumadım" dedikten sonra da, "Artık bundan sonra da okuyamam... çünkü yok filmiydi yok uyarlamalarıydı öyküsü neredeyse kulaktan dolma vaziyetinde öyle yığıldı ki, okusam da keyfi kalmayacak." diyerek devam etmişti. 

Bizim kuşak için durumun özeti aynen bu şekildedir. Hani o ilkokul yıllarımızda klasikleri bize özet haline getirerek ( yani daha incelterek) sundukları "Çocuk Kitapları" vardı ya ilk darbeyi onlardan yedik en başında.  Örneğin hep karşımıza çocuk yazarı diye çıkartılan Charles Dickens vardır ya, (bu tanımı hangi aklı evvel yapmışsa aklına şaşarım) işte onun "İki Şehrin Hikayesi"ni özet haline getirsen ne olacak. Bu romanı ben 50 yaşına doğru okudum, 10 yaşında okumam için devrim hakkında bilincim olmalıydı. Hoş o konulardan haberim olduğunda da artık o esere "çocuk işi" diye el sürmeyecektim. Olayın garipliği bize sayfa sayısını azaltarak, çocuk kitabı diye ilkokul çağlarında sunanlar, üç, dört yıl bekleseler biz zaten onları asıl halleriyle okuyacaktık. Ben o dönemlerde 13 yaşıma geldiğimde politik konularda naifte olsa fikir sahibi olmaya başlamıştım, 15 yaşında da zaten karar vermiştim (1970'li yıllar). Yani 15 ya da 16 yaşlarında asıllarından okuyabileceğimiz kitapları, öncesinde "O kitaplar ağırdır" lafı ile bir nevi iğneci korkutması misali set çekmişlerdi. Bu şimdilerde nasıldır bilmem ama hala aynı durum sürüyor gibi geliyor bana. 

Biraz dallanıp budaklandırdım ama kısaca şöyle anlatayım... İyi niyetle ve çocuklarımız klasiklerden haberdar olsun diye özet kitap sunmanın hiç bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Çünkü o klasiklerin  önemini ve keyfini bir iki yaş sonra (ilk gençlik yıllarında)  alabilecek bireylere özet sunmak, meyvenin tadını bilmeyen birine o meyveninin kimyasal aromasını ciklet ya da gazoz olarak vermek gibi. Bu arada bir de olayın tersi de var, hani o çocuk günlerimizdeki "Alice harikalar ülkesinde" adlı yapıtı biliriz ama onu da aslından okumadık ve bu arada bu yaşta onu da okumak için listeme aldım. Sözün özü her şeyin aslı daha keyif vericidir, şu özet işinden vazgeçin ya da yapacaksınız bunu "Büyükler İçin" ibaresiyle yapın.  


Klasikler üzerine uzun bir giriş oldu ama ne yapalım, Dostoyevski'ye de başka türlü giremezdim hani. Rus edebiyatının bu büyük ismi bir anlamda pop star gibi bir ikon olsa gerek. Her yaş ve ve her kesim onun ismini bilir. "Suç ve Ceza" denildi mi, herkes bir şey söyler. O kalın ve cilt cilt romanlarının ötesinde benim bu yazar ile ilgili takıntım daha çok öyküleri üzerine olmuştur. Öyküler dediğimiz de aslında novella yani uzun öykü gibi bir şey. Kimi zaman bunlara "kısa roman" da dememiz mümkün. 95 sayfalık "Bir Yufka Yürekli" böyle bir kısa roman. Ben bu öyküyü okuyup, bitirdiğimde, "95 sayfa değil, aslında 300 sayfalık bir roman olmalıymış" demiştim. Hani gazetelerde ya da dergilerde uzun uzun yazanlar vardır ya, onlar çoğu zaman çok uzun yazdıklarında önemli olduklarını sanırlar. Bu özellikle amatör ya da yeni yazanlar için çok rastlanan bir durumdur. Oysa kısa yazıda çok şey anlatanların ustalığı daha önemlidir. Kimi zaman da uzun bir yazı okursunuz ama bittiği zaman, neredeyse daha devam etmesini istersiniz. İşte Dostoyevski'nin neden büyük bir yazar olduğunu da bu "Bir Yufka Yürekli" öyküsünden anlamışımdır. Öyle usta bir terzi ki az kumaşla dikilecek elbiseyi de biliyor, çok kumaşla olanı da. 


Şimdi nereden çıktı Dostoyevski derseniz anlatayım. Yazdan beri bir yayınevinin çıkardığı bez ciltli kitaplar gözüme çarpıp çarpıp duruyordu. Ciltlerin albenisine rağmen pek umursamamıştım aslında ama Dostoyevski'in beş öyküsünün yer aldığı "Öyküler" isimli kitabı bulunca almadan edemedim.  İçinde daha önce okuduğum iki öykü olsa da bilmediklerim de olabilir diye aldım. 

"Öyküler" kitabını hemen okumaya başladım ama daha evvelden okuduğum "Bir Yufka Yürekli" öyküsünü bu arada dördüncü kez okumuş oldum. İlk olarak çok yıllar öncesi (büyük ihtimal 1980'lerin başında)  Varlık Yayınları'ndan çıkan Yaşar Nabi çevirisiyle okumuştum. Sonra yıllar geçti ve bir arkadaşımın önerisiyle sahafta gördüğüm "Beyaz Geceler" isimli uzun öyküyü alıp okudum. Öyle güzel gelmişti ki neden bu kadar geç karşılaştım diye üzülmüştüm biraz da. 50 yıl öncesinin baskısında gene Varlık'tan çıkmış olan "Beyaz Geceler"de çeviriyi Nihal Yalaza Taluy yapmıştı. Kitapta sadece "Beyaz Geceler" yoktu bir de "Bir Yufka Yürekli" eklenmişti. Aradan uzun bir zaman geçti ve gençliğim de okuduğum ama kaybettiğim o Varlık baskısı "Bir Yufka Yürekli" kitabını gene bulunca kaçırmadan aldım ve tabi ki yeniden okudum. 

Bu hafta aldığım  "Öyküler" kitabında da aynı öyküyü görünce atlayıp, diğer bilmediğim öykülere geçmek niyetindeydeydim. Ama bir kez ilk iki üç cümleye göz gezdirirken dalıp gittim yeniden okumuş oldum. Dört kere okumuş olmama rağmen eserde hala yeni farkettiğim şeyler vardı. Bu çevirmen farklığından mı derseniz, açıkcası ben de merak ettim ve eski baskıyı bulup tekrar açtım ve ilk sayfayı okumaya başladım, beşinci sefer bile okuyacak olmaktan korktum ve bırakıverdim. 

"Bir Yufka Yürek" ( Benim daha önce okuduğum baskılarda "Bir Yufka Yürekli" diye çıkan öykü, Koridor yayılarından çıkan Furkan Özkan çevirisinde "Bir Yufka Yürek" diye isimlenmiş.) öyküsünün girişinde harika bir anlatış kurgusu var. Hani roman ya da öyküde yazar ya kahramanın dilinden ya da anlatıcı konumunda kendisi betimler. Burada ilginç bir şey oluyor ve anlatıcı ile yazar ayrılarak öyküye giriyor. Hatta,"Böyle bir girişten sonra, yazar artık hikayesine başlayabilir." sözü ile şaşırtıcı bir yabancılaşma ve espas (uzam, derinlik) etkisine giriveriyorsunuz. Gene bu girişte Dostoyevski'nin hiciv yeteneği ve ironi duygusuna şahit oluyorsunuz. Hani ustanın o meşhur, "Biz hepimiz Gogol'un 'Palto'sundan çıktık." lafı boşuna söylenmemiş gibi. 

Gene böylesi bir espas ve ironi "Bobok" isimli öyküde de görülüyor. "Bu kez sizinle 'Birinin Notları'nı paylaşacağım. Fakat anlatıcı ben değilim, tamamen başka biri." uyarısıyla başlayan öykü  şöyle bir paragrafla devam ediyor:
" Bir gün tesadüfen, ressamın biri portremi çizdi. 'Her şeyden önce  siz bir edebiyatçısınız,' dedi. Ben de portreyi sergilemesine müsade ettim. Şöyle yazmışlar, okuyorum: 'Delirmek üzere olan, bu hastalıklı yüzü görmeyi sakın kaçırmayın.' ..." 
Bu anlatımdan sonra hiciv ve mizah dolu bir anlatımla yazarlık ve yayıncılar üzerine süren anlatım gene bu konuya şöyle bağlanıyor:
"Düşünüyorum da, ressam portremi edebi kişiliğim uğruna çizmedi; alnımdaki simetrik iki siğil uğruna çizdi, Fenomenmiş, öyle dedi. Fikir mikir yok, millet fenomen peşinde koşmaya başlamış. Gerçi siğillerimi portrede oldukça başarılı resmetmiş. Adeta canlı gibiler! Buna realizm diyorlar."
Yüzyıl önce değil de sanki bugün için yazılmış bir mizahi yaklaşım değil mi? "Bobok" öyküsü hep bu ironi yaklaşımıyla devam etmiyor ve sizi kısa bir süre sonra fantastik ve sürreal bir ortama götürüyor. Bu arada "Bobok" nedir? derseniz cevabını öyküyü okuyunca bulacaksınız. 

"Dürüst Hırsız" öyküsü (Bir Yufka Yürek için de) bir anlamda Stefan Zweig'in de ilham aldığı işlerden gibi geldi bana. Öyküler arasında "Başkasının Karısı" absürt bir şekilde başlayıp mizah dozu yüksek gerilimli bir akışta sizi alıp götürüyor. 

"Öyküler" kitabında Fyodor Dostoyevski'nin başyapıt novellası "Beyaz Geceler "    de var ama onu okumadan geçtim.  Zira onu ikinci kez okusaydım bu yazı bir bu kadar daha sürer ve uzardı. Tabi bir de bu öykünün Visconti tarafından 1957 yılında yapılan sinema uyarlamasını da izlemeye kalkardım ki, iş daha da uzardı. İyisi mi size o yazının linkini vereyim...


 buradan bulur, 2016'da yazdığım "Beyaz Geceler" üzerine yazdığım yazıyı okursunuz. O yazıda Visconti filminin de linki bulunmakta.

 Aptulika
 

9 Aralık 2020 Çarşamba

GÖKSENİN’DEN KADINLARIN BLUES’U !



Bu sefer işim zor diyebilirim, zira şimdi hakkında yazacağım albümün sahibi başkanımız olmakta. Benim de üyesi olduğum Blues Derneği'nin kurucusu ve başkanı olan Göksenin yeni albümü  “Women’s Blues” u bu cuma günü (4 Aralık 2020) yayınladı. Yani kritik yapalım derken baltayı taşa vurursak yandı nane keten helva. Şaka bir yana dernekler ve örgütlenmeler önemlidir ve başkan sultası değil aslolan özgür akıl ve demokratik olmaktır. Söz konusu blues ise zaten özünde bu değerler  vardır. Benim bulunduğum sol ve sosyalist düşünce için örgütlenmek olmazsa olmaz bir kavramdır ama günümüzde değeri ne acıdır ki slogan düzeyinde kaldı ve asıl önemi unutuldu. Blues Derneği bir kaç yıllık bir zaman dilimine sahip bir dernek. İlk bakışta bir çok insanın "ne alaka?" diyerek, burun bükeceği bir şey ama hiç öyle burun falan bükmeye gerek yok. Bundan 30 yıl önce Rock Kulüp kurmak için Whisky grubundan Kamil Özaydınlı ve Objektif Vecdi Yücalan'la birlikte Ankara'ya gidip böylesi bir dernekleşme adına başvuru yapmıştık ama olamadı. Onu da pek yakında başka bir yazıda yazarım ama Blues Derneği çok güzel bir oluşum oldu ve daha da iyi şeyleri gerçekleştirecekler. Şimdiye kadar çok olumlu işler yaptılar da.

Koronavirüs günlerinin ilk zamanlarında ( birinci dalga ya da onun gibi bir isim veriyorlar her halde) evlere kapanınca hayatımıza sosyal medyadan canlı yayınlar girmişti. O dönemde el attığımız o yayınlarda alttan gelen mesajlara selam göndermek ve bu sayede kalp işaretleri almakla giden geyikler de yaptık. Bütün bunların yanında az da olsa ciddi ve zihin açıcı yayınlar yapıldı. İşte bu tip yayınları yapanların başında da Göksenin geliyordu. Böylece Blues Derneği ve başkanıyla insanlar tanıştı. O yayınlarda müzisyenlerin hakları konusunda da çok güzel sohbetler gerçekleşmişti. 

Göksenin’in canlı müzik mekanlarında kadın bluesculardan pek şarkı çalınmadığını fark etmesi ve konu üzerine eğilmesi, 2015’te başlayıp günümüze kadar devam eden “Woman Blues with Göksenin” projesini ortaya çıkarmıştı. Proje, kadınlar tarafından yazılmış/yorumlanmış blues şarkılarının icra edilmesinin yanında bu kadınların hikayelerini de anlattıkları bir proje olmasıyla oldukça ilgi gördü. 2018’de kayıtlarına başladıkları “Women’s Blues” albümü yine yer altı müzisyenlerinin yakından bildiği engebeli süreçler nedeniyle 2020’de tamamlandı.

 Aralık 2020’de dijital müzik platformlarında yerini alan “Women’s Blues” albümü, Göksenin ve grubunun kadınlar tarafından yazılmış/yorumlanmış blues şarkıları yorumladıkları ve bu kadınların hikayelerini anlattıkları “Woman Blues with Göksenin” projesinin bir meyvesi niteliğinde.

Toplam dokuz şarkıdan oluşan albümde Göksenin, dört blues bestesinin yanında blues dünyasının mihenk taşı kadınlarından Ma Rainey, Memphis Minnie, Koko Taylor ve Etta James’ten birer şarkıyı yorumluyor. Ancak albümde bir de güzel bir sürpriz var. Hani yarım asırlık bir: 

"Niye İngilizce?, 

niye bizden bir şey yok?"

barajı vardır ki... her daim karşınıza dikilir hani. Göksenin albümünde bu baraja da yanıt olabilecek bir yorum yer almakta. Anadolu kültüründe kına gecelerinde seslendirilen ve halk danslarında da yerini alan "Çayda Çıra" türküsü inanılmaz güzel bir blues yorumuyla yerini almış.  

 "Blues söylemek, her ne kadar BB King’in deyimiyle hüzünlüyken sizi artık hüzünlü olmayan bir ruh haline taşısa da bluesun annesi Ma Rainey’e göre de daha iyi hissetmek için değil hayatı anlamak için başvurduğunuz bir yol..." diyen Göksenin, her iki yolu da benimseyerek yola çıkmış.  Albüm için seçtiği ve yazdığı şarkıların sözlerinde hüzünlerini yemiş yutmuş kadınları, seven ve aldatılmaya tahammülü olmayan kadınları, hayat kadınlarını, şiddete uğrayan ve şiddete karşı ayağa kalkabilmiş kadınları, aile baskısıyla sevdiğine kavuşamayan kadınları, gizlenmek zorunda kalan gay kadınları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine maruz kalmamış kadınları (rüyalarda), hep bir şekilde hapsolmuş kadınları ve hala vazgeçmeyen kadınları anlamaya ve anlatmaya çalışırken bunu hüznü giderici bir yolla yapmaya da özen gösteriyor.

Albümde yer alan müzisyenler, Göksenin’in uzun yıllardır birlikte sahne aldığı arkadaşları Gürkan Özbek (gitar), Ozan Yeşildal (bas gitar) ve Soner Doğanca (davul). “Hala Vazgeçmedim” ve “Çayda Çıra” şarkılarında Sahte Rakı grubundan Dinçer Tuğmaner de gruba mızıkası ile eşlik ediyor.

Albümdeki dokuz şarkıdan yedisi İTÜ MİAM stüdyolarında grup tarafından canlı çalınarak; ikisi de Göksenin’in evinde ve Soner Doğanca’nın davul stüdyosunda kaydedildi.

İTÜ MİAM’da kaydedilen şarkıların kayıtlarını Kıvılcım Konca, mix ve mastering’ini Serdar Öztop; diğer şarkıların kayıtlarını Göksenin, mix ve mastering’ini Ozan Yuvarlak gerçekleştirdi.

Blues için her ne kadar "hüznün müziği" tanımı yapılsa da çıkış itibarıyla ezilenlerin direniş çığlığı desek yeridir hani. Baskıya, eşitsizliğe direnen kadınların da sesi olan blues'u bu açıdan bize hatırlattığı için başkana binlerce kere teşekkürler. 

Aptulika


 Göksenin - Women’s Blues albümünde neler var:

1 - Hala Vazgeçmedim (Söz, Müzik: Göksenin)

2 - Blues is My Business (Etta James yorumu)

3 - Me and My Chauffeur Blues (Memphis Minnie yorumu)

4 - Don’t Put Your Hand On Me (Koko Taylor yorumu)

5 - Çayda Çıra Blues (Kindles On the Creek Blues) (Anonim türkü blues yorumu)

6 - Prove It On Me (Ma Rainey yorumu)

7 - Once In A While (Söz, Müzik: Göksenin)

8 – Take me Out (Söz: Göksenin, Müzik: Gürkan Özbek, Göksenin)

9 – The Dream (Söz, Müzik: Göksenin)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...