28 Şubat 2021 Pazar

Montrose grubunun vokalisti Bob James 68 yaşında öldü.



Kaliforniyalı hard rock grubu Montrose'un vokalisti Bob James hayata veda etti. Vokalist, gruba 1975 yılında  Sammy Hagar'ın yerine gelmişti. Las Vegas'taki evinde mide ülseri nedeniyle hayata veda eden Bob James, 68 yaşındaydı.

Gitarist Ronnie Montrose’un kurduğu Montrose grubuna 1975’te katılan Bob James ilk olarak " Warner Bros. Presents" albümünde yer aldı.  1975 yılında yayınlanan "Jump On It"  albümünde de yer alan vokalist gruptan ayrılacaktı.

Bob James daha sonrasında Magnet grubunda devam edecekti.   Humble Pie davulcusu Jerry Shirley ile Peter Frampton'un bir proje grubu olarak kurulan Magnet'in 1979 tarihli "Worldwide Attraction" albümünde vokali üstlenen James, Private Army grubuna geçecekti.    



27 Şubat 2021 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 167



Manuel Benguigui
 "Alman Koleksiyoncu"
Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Aysel Bora
  (2020)

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya savaşın getirdiği mağlubiyet ve sosyal olumsuzluklarla yüzleşebilmek için sanata başvurur. 'Yeni Nesnelcilik' adıyla ortaya çıkan  yenilikçi sanat akımları ( Nowembergruppe, Dresdner Sezesyon, Red Group, Alman Devrimci Sanatçılar Konfederasyonu gibi sanat grupları) 1917'den itibaren yenilikçi ve toplumcu sanat eserleri oluşturmaya başlarlar. Sosyalist, komünist ve demokrat sanatçılardan oluşan bu gruplar üretimleriyle burjuva sanatını reddederler. Dönemin politik dağılımıda buna benzer bir şekildeyken 1919 Versailles Antlaşması bütün sömürgeleri Almanya'nın elinden alması ve devlete ağır bir tazminat yüklemesiyle sağ partiler bu bozgunun faturasını demokratlara, sosyalistlere ve Yahudilere yüklemeye başlarlar. On yıl sonra da ABD'de başlayan ekonomik buhran Almanya'da da etkisini gösterince 1930'larda Hitler'in nasyonal sosyalizmi  burjuva ve halk tarafından öne çıkar.  Bu ara dönemde çıkan devrimci Alman sanatçıları Conrad Felixmüller, Otto Griebel gibi bir çok ressamın sadece bir kaç gravür ve litograf baskısı dünya müzelerine kalırken yağlıboya tablolarından bir çoğu yakıldığı için günümüze kalmamıştır. O dönemden George Grosz, Otto Dix gibi yurtdışına gidebilenlerin eserlerini biliriz. Dadaist, futürist, kübist ve yenilikçi sanat akımlarına öncülük eden bu sanatçıların yapıtları faşizm tarafından 'Dejenere Sanat' ilan edilerek 1938'de lanetlenip, yakılacaktı. (1)

Hitler'in bir ressam olduğu hep söylenegelir.(2) Hatta daha da ileri gidip, nasyonal sosyalistlerin sanattan yüksek düzeyde anladığı gibi bir martavala bile inanılır. Oysa gerici ve faşist iktidar sanata da karşıdır. Ama kremanın üzerinde öyle bir görüntü vardır. İşte "Alman Koleksiyoncu" kitabının kapağını görünce, o dönemden bir belgesel olacağı düşüncesiyle ilgilendim. Manuel Benguigui'nin yazdığı bu eser bir roman. Bilebildiğim kadarıyla yaşanmış bir olaydan hareket etmiyor, yani bir kurgu. Ancak gene de Hitler için sanat eserleri toplayan ERR isminde bir kuruluşun ve de buraya toplanan yapıtlardan bazılarını da Hitler'in yardımcısı Hermann Göring'in seçerek bir koleksiyon oluşturduğu da gerçektir. Yani toparlarsak gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılmış bir kurgudan oluşuyor bu roman. 

'Alman Koleksiyoncu' romanında baş kahraman olan Ludwig, 1914 yılında orduya alınıyor. Onun yaşamında sadece sanat eserleri var. Bu küçüklüğünden beri olan bir tutku onda, öyle ki başka bir şeyle de ilgilenmiyor. Sanat yapıtları görmek onda bir tutku ama ne resim yapıyor ne de o tabloları yapan sanatçılarla ilgileniyor. Kitabın ilk satırlarında Ludwig'in ne politikayla ne de karşı cinse bir ilgisinin olmadığını gözlemliyoruz.  Ludwig Birinci Dünya Savaşı'nda cephede bile yanında bulabildiği tablo fotoğraflarına bakıyor. Askerliği ve savaşı sevdiği söylenemez ama karşı da çıkmıyor. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Ludwig imkan bulduğu ölçüde Avrupa müzelerini geziyor ve o eserleri adeta beyninde depoluyor. 

Sonrasında Nazi dönemi geldiğinde ise gene askere alınır. Ludwig olanları umursamadığı gibi orduda yer almayı da umursamaz. Askerliği sevmez ama nazilere karşı bir fikri de yoktur. İşte o sırada Hitler için sanat eserleri toplayan ERR adlı kurum kurulur. Ludwig buraya kapağı atınca keyfine diyecek yoktur. Naziler bir de Paris'i işgal edince Ludwig kendisini Louvre müzesi'nde bulur. Burada tablolara saatlerce bakacak, onları kayda alacaktır. Orada Nazileri pek sevmeyen bir Fransız sanat tarihçi kızla tanışacaktır. Araların bir aşk yaşanacaktır ama bu da sanat yapıtlarına bağlı bir aşktır. Bu kızın tutuklanıp öldürülmesiyle Ludwig, o kızın kuzeniyle tanışacak ve böylece Parisli direnişçilerin tabloları kurtarma serüveninin içinde bulacaktır kendini. 

Romanda kahramanlar arasında Göring'i de buluyoruz. Sanat eserlerini görüp hafızasına nakleden Ludwig'tir. Göring ise bu tabloları malikanesine taşıyıp, bir koleksiyon oluşturur. Ludwig'e göre Göring o tablolara bakıyor ama göremiyordur. Bir ara Göring, Ludwig'i yanına danışman olarak alacaktır. Böylece bazı yapıtlar Ludwig'in danışmanlığı ile kurtulacaktır. 

Naziler sanat yapıtlarını toparlayıp koleksiyon oluştururlar ama Çağdaş ve yenilikçi yapıtlardan pek haz etmezler. Naziler için klasik yapıtlar önemlidir. Modigliani, Miro gibi ressamların yapıtları onlar için tukakadır. (3) Hatta onlara göre Van Gogh tabloları bile dejenere sanattır. Romanda bu yaklaşımı vurgulayan Helmut isminde bir karakter vardır. Helmut savaş esnasında yaralanmış bir askerdir. Bu yaralanma sonucuda kulağı kesilmiştir. Bu durumdan dolayı herkes ona Van Gogh demeye başlar. Helmut'un ne resimden ne de Van Gogh'tan haberi vardır. Şimdi kitaptan bir bölümle devam edelim, "Van Gogh Nazi rejimince Yahudiler ya da izlenimciler ya da iki kusuru da bünyesinde toplayan yoz sanatçılar arasında sayılıyor. O zaman Helmut'un hayatının zorlaşabileceği düşünülebilir." Durum bu şekilde ama bir gazi olarak madalyalı elbisesinden ayrılmak istemeyen Helmut, ERR'ye kapağı atıyor ama onun derdi tablolar değil, o madalyalarını takabildiği üniformasını giyebilmektir.  

Bu kitapla ilgili bunca yazı yazdığıma bakıp bu romanı tuğla gibi bir şey sanmayın. Tamı tamına 110 sayfalık bir şey... Yani bir başlayıp bitirmeniz mümkün. Hatta yazara bu romanı niye bu kadar kısa yazdı diye kızabilirsiniz bile. Her şeye rağmen "Alman Koleksiyoncu"   sanat yapıtlarını takip etmenize sebep olduğu gibi faşizmin sanata bakışındaki çapsızlığı görmenizi sağlayacak. Bu arada kitabın yazarı Manuel Benguigui 1975 doğumlu Fransız bir yazar. Kabile sanatı üzerine uzmanlaşmış bir galeride çalışan sanatçı, bu güne kadar iki roman kaleme almış. 

Aptulika

(1) Modern Sanat - Nilüfer Öndin - 2019 - Hayalperest Yayınları - Sayfa: 199 - 225
(2) Berthold Brecht - Badanacı şiiri , Halkın Ekmeği _ Say Yayınları
(3) Hitler rejimi 1936 yılında Berlin'de modern sanat yapıtlarını "Dejenere Sanat Sergisi" adıyla aşağılayan bir sergi açar.



Joanna Connor'dan yeni albüm : "4801 South India Avenue"



Chicago slide gitar ustası Joanna Connor'dan yeni albüm. 

"4801 South India Avenue" adını taşıyan ve dün yayınlanan albüme Joe Bonamassa hem iki parçada konuk olarak hem de plak şirketi olarak destek verdi. 


Chicago dolaylarının yaşayan en önemli kadın slide gitar  ustasıve şarkıcı-söz yazarı Joanna Connor, 14. stüdyo albümü '4801 South Indiana Avenue'yu Joe Bonamassa'nın yeni bağımsız plak şirketi Keeping The Blues etiketiyle 26 Şubat 2021'de yayınladı.

2019'da yayınlandığında büyük beğeni toplayan "Rise" albümünün devamı niteliğindeki yeni albüm, Joe Bonamassa ve Josh Smith tarafından Nashville, Tennessee'deki Ocean Way Recording Studios'ta yapıldı.  

 Joanna Connor ismini bilen bilir ama "o da kim?" diyen ve bu ismi duymamış olanlara şunu diyebiliriz:  James Cotton, Buddy Guy, Jimmy Page ve Junior Wells gibi blues ve rock ustalarıyla çalışmış olan Connor,  1980'lerde Chicago'nun prömiyer blues kulübü Kingston Mines'te ilk kez sahneye çıktığından bu yana blues  ve rock barlarda kendi halinde müzik yapmaya devam etmişti. 58 yaşındaki kadın blues gitaristi, pandemi döneminde boş durmadı ve bu muhteşem albümü yaptı. 


Blues aleminde, "gezegendeki en güçlü ve etkili kadın blues gitaristi" diye tanımlanan Connor, caz ve funk birikiminde hard rock'vari gitar çalışı ve agresif, asabi vokaliyle  son derece yenilikçi bir blues rock gitaristi. 

 Yeni albüm, Joanna'nın geçmişte kaydettiği müzikten tamamen yeni bir deneyimi yansıtıyor. Joanna, “Bu albüm, Chicago'da katıldığım blues okuluna bir saygı duruşu” diyor. "Geleneğin ruhunu yakalamaya ve ona ham enerji ve tutku aşılamaya çalıştık." sözleriyle de devam ediyor.

Albümün oluşması ise şöyle gelişmiş. Geçen yılın Mayıs ayında Joanna Connor'un videolarından birini Joe Bonamassa beğenmiş ve ardından da paylaşmış. Ondan sonrada bu video viral olarak yayılarak, geniş bir kesime ulaşmış. Ardından Joe Bonamassa iletişime geçerek bu albüm çalışması için destek vermiş. 

Joe Bonamassa'nın Connor'u duyması sadece bu videoyu görmesiyle olmamış. Joanna Connor, yıllar önce Chicago'daki House of Blues Backporch Stage'de her hafta sahneye çıkarken, Bonamassa devamlı o barın müdavimleri arasındaymış. İsterseniz öykünün bundan sonrasını da Joanna Connor'dan dinleyelim: "Joe yıllardır benden haberdarmış. Bana yapmam gerektiğini hissettiği ve hiç yapmadığım bir albüm yapmak istediğini söyledi."

Evet olay bir anlamda Cinderella masalı gibi ama liyakata ve keşfe önem veren diyarlarda böyle şeyler oluyor. Şu Joe Bonamassa'ya bizim memlekette kimse ısınamadı ama blues rock'ın beyaz atlı prensi gibi. Eskiyi saygıyla yüceltiyor, yeniye kapı açıyor. Sırf bu özellikler bile bizde neden sevilmediğini anlatıyor galiba. Bizde çelme atmak sevilir. 

Teşekkürler Joe Bonamassa !


Kaynaklar: 

bluesmatters.com

joannaconnor.com

Yorum yerleri: Aptulika






25 Şubat 2021 Perşembe

Dione Taylor ile "Spirits In The Water" albümüyle tanışmak.


Dione Taylor yeni albümünün adı Tennessee'deki Tanasi Nehri'nden (Singing River) gelen bir efsaneden alınmış. Efsaneye göre, bu nehirin kenarında  yaşayan bir kadın şarkı söyleyerek insanları nehrin tehlikelerinden koruyormuş.   



Dione Taylor 

 "Spirits In The Water "

Matay Records

(2020)

 Dione Taylor'un albümünü tamamen kapağına fit olarak dinlemeye başladım. Artık müzik işi elde tutulur bir materyalle  olmayıp, dijital paylaşım ile gerçekleştiğinden albüm kapağı neredeyse kırtasiyeden çıkış alırcasına yapıldığı için kapağın falan pek önemi kalmadı haliyle. Bu nedenle Dione Taylor'un bu kapağını görünce merakım depreşiverdi. Duruş olarak 1970'lerin funk albümlerini andırdığı gibi yüzdeki ifadeyle de 1980'lerin soul  ve R&B şarkıcılarını anımsatıyordu. Artık ne çıkarsa bahtıma dedim ve dinledim. Açıkcası albümün ismiyle ilgili yukarda yazdığım o efsaneyi albümü dinledikten sonra öğrenecektim. Nehri ve tehlikelerini bilmem ama Dione Taylor'ın sesinin o efsanedeki koruyucu ve iyileştirici etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. 

Ben Dione Taylor'ı ilk defa bu albümle duydum ama sanatçı 2004'ten bu yana 5 albüm yapmış. Müziğe 4 yaşında org ile adım atan Taylor'ın babası bir papaz ve 10 yaşında da kilisenin orgcusu olmuş. "Spirit In The Water" albümündeki gospel ağırlığınında nedenini böylece daha iyi anlamış oluyoruz. Ancak albüme tamamen bir gospel albümü dememiz doğru olmaz... zira Taylor lise yıllarından sonra ses üzerine iki burs kazanarak Regine Üniversitesi'nde klasik müzik ve opera eğitimi alacaktı. Bununla da yetinmeyen sanatçı üniversitenin caz programına kaydolarak 2003 yılında onur derecesiyle mezun olmuş. Albümü dinlediğimde  Taylor'ın sesinin caza da meylediyor olmasının sebebini anlayacaktım. 

Bu arada Dione Taylor'ın hayat hikayesini anlattım ama nereli olduğunu söylemeyi unuttum. Caz, blues ve soul'a bu denli uygun bu vokalistin ABD'li olduğunu sansam da Kanadalı olduğunu öğrenecektim. Müzikte akademik kariyerinden sonra Taylor, caz öğrencilerine yönelik uluslararası bir yarışma olan "Yeni Nesil Caz" programında 6 öğrenciden biri olarak seçilerek ABD'ye gitmiş. 2004 yılında çıkan ilk albümünden sonra da başarıdan başarıya koşmuş. 

On şarkıdan oluşan "Spirits In The Water" albümünde biri dışında bütün şarkıların söz ve müziği Taylor'a ait. Ses ustalığı ve yorum gücüyle Dione Taylor bu albümün tek hakimi olsa da ikinci kahramanın da gitarist Joel Schwartz olduğunu söylemeliyim. Aynı zamanda prodüktör kafası da taşıyan Schwartz, albümdeki pop, blues, klasik köklerdeki blues, soul gibi çok renkli tarzları yek vücud hale getiren bir etkide sunulmasını sağlıyor. 

Albümün açılış parçası "Water", Joel Schwartz'ın gitar işlemeleriyle muhteşem bir yorum elde edilmesini sağlıyor. Ardından gelen "Workin '", gospel etkisini güçlendiren geri vokalleriyle birlikte akan Taylor vokali ve gitarın enerjiyi elinde tutan değişimleriyle rotayı sağlamlaştırıyor.  Bu iki blues izinden gelen parçanın ardından üçüncü sırayı alan "Where I Belong" ile pop etkili bir yoruma giriyoruz ama burada da gitarın bir anahtar görevi görmesine şahit oluyoruz.  

Siyahi kadın hakları savunucusu ve kölelik karşıtı eylemleriyle tanınan Sojurner Truth'a adanan "Down The Line"da Taylor'un protest bir şarkıda yorumcu gücünü görerek şapka çıkarıyoruz. Parçanın müzikal atmosferine giren banjo, gitar ve keman üçlemesi de yoruma anlamlı bir ruh katıyor. birbirine karışıyor. Hüzünlü "One More Shot" parçasında dobro seçimi ile enstrüman tercihindeki akılcılık devam ediyor. Ritmin vitesi ele aldığı "Spirit"te banjo hakimiyeti alırken davulun kamçı etkili baget sesi dikkat çekiyor. Gospel etkili parçada banjo ile muhteşem bir düelloya giren elektro slayt gitar nefeslerimizi kesiyor. Bu şarkıyı bir yerlere not edin dedikten sonra "How Many Times" ile aynı ritm duygusu devam ediyor. Büyük bir soul vokal lezzeti yanısıra gelen funk gitar... bence bu parçayı da bir yerlere not etseniz iyi olur derim, zira zor zamanlarda ihtiyaç olabilir.

Tam havaya girmiş ritm içinde giderken birden gelen "Darkness" ile duruluyor ve kendimizi delta etkili bir ortamda buluyoruz.  Bir blues klasiği olan "Ain't Gonna Let Nobody Turn Me Around"dan sonra finalde "Running" ile noktayı koyuyoruz ama açıkcası hiç bitmesin istiyoruz. 

Dione Taylor gibi güçlü bir sesle karşılaşmak beni çok mutlu etti. Bundan sonra önceki albümlerinin de peşine düşeceğim. 

Aptulika




Bir dergi 35 yıldır okunur mu?


 

Şimdi yazının başında yer alan resmi görüp, bir çoğunuzun hatıraları canlanacak ve hemen "Evet nasıl o yılları ve Stüdyo İmge'yi unuturum. O 1990'lı yıllarda her ay kaçırmadan alırdım." diyerek atılacaksınız.  Önce biraz nefes alın ve sakinleşin derim, ardından da eklerim, bu çoğunuzun hatıralarınızı alevlendiren o  doksanlı yıllarda benim de yazıp, çizdiğim Stüdyo İmge değil. Yukarda kapağını gördüğünüz 1986 tarihli Stüdyo İmge, yani bu efsanevi derginin ilk dönemi. Hatırladığım kadarıyla üç ya da dört sayı çıkmıştı. Sonrasında yayın hayatı biten Stüdyo İmge uzun bir aradan sonra 1992 yılında başlayan ikinci dönemiyle devam edecekti.

Elimden hiç düşmeyen bu dergi 1986 yılının Mart ayında çıkmıştı. İlk sayısı değildi, sanırım bu sekizinci sayısıydı. Bunun dışında hala sakladığım bu dönemden 4 dergi daha vardır, ama en çok elimin değdiği ve bu güne kadar da bırakmadığım sayısı budur. İlk önce o dönemi yani 35 yıl öncesine şöyle bir bakalım ve ardından da dergide yer alan yazılara bir bakalım sonrasında da neden elimden düşmediğine gelelim. 

Öncelikle dergide neler olduğuna bir bakalım. Tanıl Bora, "Rock Şarkıcısı Kimdir, Ne Yapar?" başlığında bir yazı kaleme almakla kalmamış, Siegfried Schober imzalı olan "Son Rock'ın İdolü: David Bowie" yazısını dilimize çevirmiş. Gökalp Baykal, "Büyük Siyah Umut Jimi Hendrix" yazısını yazarken, Burak Eldem ise Bulutsuzluk Özlemi ile yaptığı röportajı yer almış. Daha o zamanlar Nejat gencecik, akustik gitarlı. Dergide Ömer Zülfü Livaneli ile ilgili Adnan Özer'in kapsamlı bir yazısı, Murat Kural'ın "Rock'ta Yanılsamalar ve Jack Deleon'un çağdaş bale üzerine yazıları bulunmaktaydı. 

Şimdi dergideki yazılara tekrar baktığımda neredeyse her biri üniversite doktora tezi gibiymiş. Dergiyi 35 yıldır elimden düşürmeme sebep olan ise Orhan Kahyaoğlu'nun kaleme aldığı "Geçmiş Zaman Ozanları Jethro Tull" yazısı olmuştu. Bu yazıya eşlik eden Yağız Üresin'in "Ian Anderson Ve Flüt" isimli denemesi ve Feyza Kantur'un çevirisiyle "Thick As A Brick"in Türkçesi yer alıyordu. Bu yazılardan öyle çok yararlanmıştım ki, başta Orhan Kahyaoğlu olmak üzere minnettarım. Feyza Kantur'un ismini de anarak kaç kere Hıbır'da Ian Anderson çizip, bu sözleri yazmışımdır. Orhan Kahyaoğlu'nun bu yazısı benim için çok değerliydi, çünkü yabancı kaynaklardan çeviri değil, her albüm dinlenerek, plak kapaklarından yararlanarak kaleme alınmıştı... yani yıllara yayılan bir birikim vardı. Çok sonraları bu araştırmaları genişleterek (gene bir üniversite tezi hassasiyetinde) 2000 yılında Jethro Tull kitabı haline getirmişti. 

Stüdyo İmge dergisi bir çok eski kuşak rock dinleyicinin hatıralarında yer alır ama bu genellikle 1990'lı yıllarda çıkan ikinci dönemdir. 1986 tarihli bu ilk dönem benim unutamadığımdır. Bir dergi 35 yıl elden düşmez mi? Anlatılılır gibi değil.

O dönem elimde Jethro Tull'ın bir tek yerli baskı "War Child" plağı vardı. "Thick As A Brick" ve diğer albümler çekme kaset kaydıydı. Bu dergi de o yazıyı okurken Gırgır'da da çalışmaya başlamıştım. Bir yıl sonrası da dergiden arkadaşım Eda (Oral) İngiltere'ye gidiyordu. Ona döviz falan bularak, plak sipariş etmiştim. Bir kağıda istediklerimi yazdım ve ekledim, "Para yettiği kadarını alırsan sevinirim." Açıkcası hepsinin geleceğini sanmıyordum ama döndüğünde kallavi bir şekilde Janis Joplin, Jimi Hendrix ve Jethro Tull plakları olacaktı. Şimdi farkettim "3 J" olmuş. Gelen plaklardan biri de "Thick As A Brick"ti. Plak geldiğinde ilk yaptığım tabi ki o dergiyi gene elime almak olacaktı. Jethro Tull'ın o ilk İstanbul konserinin olacağını haber aldığımda ise yatağa bile bu dergiyle giriyordum. 

Dergi işte böyle bi şeydi. Anlatılmaz yaşanır ve yaşandı. 

Aptulika

 


21 Şubat 2021 Pazar

Demirayak'tan yerkürenin ahvali: "Freeze"



Geçen hafta kargo ile gelen bir paketin içinde plak olduğunu anlayacaktım ama elime alınca biraz ağır olmasında, bir box set olabileceği ihtimaline vardım. Tabii, merakla açacaktım. Büyük bir kapaklı kutu üzerinde küp şeklini almış bir dünya görselini görecektim. Merakımın bir anda  o Rusların 'matruşka'sı hesabına döneceğinden mürekkep kuşku ile kutuyu açtım. İçinde beş adet, üzerinde küp şeklinde dünya görselinin devamı illüstrasyon posterlerin ardından bir dosya ve içinde ıslak imzalı, bizzat adıma yazılmış bir mektup ve basın bültenini görecektim. Dosyayı geçtikten sonra onun altında double bir LP plak görüp sonuca ulaştığımı sanırken altta siyah fonlu bir büyük süngerin ortası delinerek yerleştirilmiş bir CD ile yüz yüze gelecektim.  

Bu Demirayak'ın "Freeze" albümüydü... Açıkcası böyle özenli bir tanıtım ve basın promosyonuna çok fazla rastlamış değilim. Hele son yıllarda "Bizim albümü niye yazmıyorsun" diye sitem edenlere, ben de, "bana bilgi gönderseniz dediğimde ise, "Ya işte spotify'de var" yanıtını alıyorum. ( Bu serzenişim tabiki yaptığı albümü ya da tekli'yi sadece dijital platform için üretenlerden değil tabiki... plak olarak basanlardan) Aslına bakarsanız bunca lafı dedim diye sitem etmiyorum, bana albümle ilgili bilgi göndermek yerine, "dinle işte" diye kestirip atanlarla alakalı derdim. Yoksa ben çoktan alıştım, kapağını çizdiğim albümün bile ederini verip satın almaya. ( bir tane veriyorlar gene, sağolsunlar.) Aptalca polemiklere neden olup, kendi kafamı boş yere akla ziyan muhabbetlerle bozmak istemem. Ancak benim derdim, müzik yapan insanların artık başka şeylere de özen göstermesi. 



Peki Demirayak bir grup mu? İsteseniz basın bülteninden de yararlanarak biraz anlatayım. Bu albüm Şükrü Demirayak'ın yaptığı elektronik müzik tarzında üçüncü albümü. İlk albümü olan “Mesaj”ı 2000, aradan onüç yıl sonra ikinci albümü "To Be Or Not To Be" yi 2013 yılında yayımlayan Demirayak Music, pandemi döneminde ürettiği 12 parçadan oluşan “Freeze" albümünde “küresel ısınma, yok olan doğal kaynaklar ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakma kaygısı” konularına değiniyor.

 İş yaşamının yanı sıra müzisyen ve koleksiyoner kimliği ile de tanınan Demirayak Music’in can çekişen dünyamızı küp buz içinde dondurduğu üçüncü albümü “Freeze” albümüne geçmeden önce biraz Şükrü Demirayak'ı tanıyalım. 

Şükrü Demirayak'ın müziğe olan tutkusu 11 yaşında satın aldığı ilk plağı ile başladı. Bu tutku yıllar içinde, pop jazz'dan rock'a, new age'den funk müziğe kadar her dalda, benzersiz bir müzik arşivinin oluşmasına ve müzik üretmesine kadar gitti. 1985 yılından itibaren kendi kurduğu, profesyonel müzik stüdyosunda çalışmalarına hız veren Demirayak, ilk bestesine 1986 yılında imza attı.Demirayak'ın müzisyen kimliğinin yanı sıra bir diğer önemli özelliği de koleksiyonerlik. 

Arşivinde pop jazz müzikten rock'a, new age'den funk müziğe kadar dünyanın her yerinden 50 binin üzerinde CD, plak ve kaset bulunan Şükrü Demirayak’ın arşivinde Limited Edition altın müzik player, dünyanın ilk CD çaları, dünyanın ilk kayıt edilmiş müzik çaları, Edison’un icadı Phonograph ve Pink Floyd’un Dark Side Of The Moon albümünde kullanılan klavyesi çalışır durumda yer alıyor. 

1910 – 1950 yılları arası kullanılan art deco mikrofonlar, tüm dünyadan toplanmış binlerce müzik aleti, Pink Floyd’dan, Deep Purple’a, Michael Jackson'dan Marilyn Monroe'ye, Bill Clinton'dan George Washington'a, Thomas Edison’dan Einstein’a, Jean Michel Jarre’dan Steve Jobs’a, Ferdinand Porsche’den, Henry Ford’a yüzlerce çerçeveli ıslak imza da koleksiyonu arasında. Koleksiyonunun en değerli parçalarından bir diğeri ise Times Dergisi'nin kapağında Atatürk'ün bulunduğu sayının orijinali. 

 


Demirayak

"Freeze"

Sarı Ev Music

(2021)

 Elektronik müzik ile ilgili  bilgim ve ilgim Jean Michel Jarre ile Alan Parsons albümlerini tekmili birden dinleyebilmişliğin ötesine geçmemiştir. Hoş onları da elektronik müzik'ten çok progresif rock anlayışında dinlemişimdir. Dolayısıyla şimdi bu albüm ile ilgili bir kritiği kaleme alırken de aynı yaklaşımda olacağım ister istemez. 

Albümü baştan sona dinlemenizi tavsiye ederim. Bütünlüklü bir anlatıma sahip olan "Freeze" albümüne girebilmeniz ve keyif almanız bu şekilde mümkün oluyor. "Ice Drop" ile güzel bir açılış yapıldıktan sonra "Blue Gold" ve "Ice Rain" ile birbirine bağlı giden elektronik müzik rotasında gidiyorsunuz. 

İkili (double) bir albüm olan "Freeze" in ilk plağının B yüzünde elektronik yolculuğu tamamlayıp ikinci plağa geçtiğimizde ise rock dinleyen kulaklara daha yakın tınıları bulmaya başlıyorsunuz.  Hele ki albümün sonuna yerleşen İskender Paydaş ve Erol Temizel remix'leriyle doruğa ulaşan bir finalle buluşuyorsunuz. 

Aptulika




Rock'ın 'İkinci Yeni'si : Kesmeşeker



 Yıl 1991 yani bundan 30 yıl önce etraf distorsiyonlu gitarlarla inlerken, dipten ve derinden bir ses çıkacaktı. Sözler dikkat çekiciydi ama dönemin özgün müziği ile uzaktan yakından bir alakası yoktu. Folk ya da akustik takılıyor desen o da değildi. Cayır cayır gitarların kapladığı rock alemimizde damıtılmış duygularımız gibiydi. O dönem koyu ve demli çayımıza atılmış bir kesme şekerdi ve o tadı damağımızdan hiç eksik etmedik.

Evet Kesmeşeker grubunun ilk albümünü yapmasından bu yana tam 30 yıl geçmiş. Bu arada Kesmeşeker, rock serüvenimizde sessiz sakin takılır gibi sanılmasın, o rock'n roll'un olması gereken her halini kendi gibi olarak verdi. Şu son cümlemde bile başlarken çoğul, bitirirken tekil olarak yazdım... Gelin işin doğrusunu söyleyeyim. Benim bildiğim kadarıyla Kesmeşeker demek Cenk Taner demektir. Onu kimi zaman solo olarak da gördük ama ister istemez Kesmeşeker olarak dinledik. Bu nedenle yazıma özne olarak Cenk Taner diye devam edeceğim. 

Yazının başlığına "Rock'ın 'İkinci Yeni'si : Kesmeşeker" dedim.  "İkinci Yeni" Türk şiirinde bir akım ve çok sevdiğimiz şairleri vardır. Kesmeşeker için, "Türk Rock'ına şiir hassasiyetini getiren grup" demenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Öyle ki yıllar içinde parçaları dinlerken kartonette yazan şarkı sözlerini de bir şiir olarak okumuşumdur. 

Kesmeşeker, otuzuncu yılını dört şarkıdan oluşan bir mini albüm (EP) ile anlamlandırdı. "30" ismiyle çıkan bu çalışma Kesmeşeker'in 11. albümü oluyor. Albümde "Ada" isminde yeni bir parça yer alırken, diğer üç parça grubun otuz yıllık geçmişinden seçilmiş. “Tut Beni Düşmeden”, “Ağla Ağla” ve “Ya Aşkım Ol Ya Dostum Ol” gibi Kesmeşeker klasikleri bu özel albümde öyle farklı bir düzenlemeyle yorumlanmış ki, sanki ilk defa dinliyormuş gibi oluyorsunuz. 

Kayıtları geçen yılın yaz aylarında yapılan albüm canlı olarak kaydedilmiş. Albümde ilk dikkatimi çeken piyano katılımı oldu diyebilirim. Vokal ve akustik gitarda Cenk Taner, bas gitarda  Demirhan Baylan ve davulda Gökhan Özcan'dan oluşan akustik rock trio'ya eklemlenen Özgür Ulusoy'un piyanosu müziğe derinlik kazandırırken, otuz yıla yakışan bir müzikal heybet vermiş. Açıkcası bu ekiple aynı anlayışta bir uzun albümü de gönlüm çekmedi değil hani. 

Şimdi otuz yıl oldu ama bence kesmez... zira rock müziğimizde bir şiir dokunuşuna fena halde ihtiyacımız var. Cenk Taner iyi ki varsın dostum ve Kesmeşeker'in otuz artı yıllarında da buluşmak dileğiyle deyip 30. yılı bir çizimle kutlayayım dedim.

Aptulika20. Şubat. 2021 - 22.40





 

20 Şubat 2021 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 166


 
Carson McCullers
 "Kadransız Saat"
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri: Can Moralı
  (2019)

İlk defa dinlediğim ve beğendiğim bir grup olursa, hemen onların bütün albümlerini merak eder ve dinlerim. Bu hiç kuşkusuz bütün eski kuşak rock dinleyicileri için takıntılı bir alışkanlıktır. Bende bu takıntı sadece müzikle sınırlı kalmıyor, kitaplarda da sürüyor. Üç hafta önce elime geçen Carson McCullers'in "Altın Gözde Yansımalar" romanının ardından "Küskün Kahvenin Türküsü" isimli öykü kitabını da okuyacaktım. Bu hafta da yazarın "Kadransız Saat" romanını okudum. Şimdilik bu yazarın dilimize çevrilmiş bir kitabı daha var ama kendimi tedavi etmek adına okumamak için şimdilik direniyorum, sonuç ne olur, açıkcası tam bilemiyorum. 

Geçen hafta McCullers'in "Altın Gözde Yansımalar" isimli romanını tanıtmıştım. Bu hafta yer verdiğim " Kadransız Saat" ise yazarın 1961 yılında yazdığı son romanıymış. Benim başlangıç yaptığım "Altın Gözde Yansımalar" ve ardından okuduğum "Küşkün Kahvenin Türküsü"ne bakarsam, bu roman bir kreşendo etkisinde gümbür gümbür bir finale yakışıyor. Şimdi romana girmeden önce yazarla ilgili biraz bilgi vermem gerektiğini düşündüm. Hoş geçen haftaki yazımda da biraz bahsetmiştim ama yayınevinin tanıtımından ufak bir alıntıyla biraz daha tanıtmam gerektiğini düşündüm. Buyrun o tanıtım yazısından alıntıyla Carson McCullers:

"1917 yılında Georgia’nın Columbus şehrinde doğdu. Beş yaşından itibaren piyano dersleri almaya başladı. 17 yaşında New York Juilliard School of Music’e müzik eğitimi için gitti, ancak okula devam etmeyerek kendini yazı çalışmalarına verdi. Columbia ve New York Üniversiteleri’nde yaratıcı yazım dersleri aldı. Story dergisinde öyküleri yayımlandı. 1937 yılında pek başarılı olmayan bir yazar olan Reeves McCullers ile evlendi. 30’lu yaşların başında geçirdiği felç nedeniyle sol tarafını kullanamayan McCculers 1967 yılında öldü." 

Kitabı okuduktan sonra bir arkadaşıma önerirken kitabın kapağını göstererek soldan sağa romandaki ana kahramanları birer birer saydım. Arkadaşımda bana, "Ben böyle romanı tek çizimde sunan kapak görmedim." diyerek nazire yapacaktı. Kitap kapağı, ilgimizi çekmek ve merak uyandırmak içindir ama romanı bütünüyle anlatması beklenmez. Bu kapakta da öyle, okumadan önce baktığımızda, hafif soyut denilebilecek ve renklerle ifade edilmiş dört figür karşımızda arzı endam ediyor. Bu görüntü açıkcası romanla ilgili merak uyandırmak dışında bir bilgi vermiyor. Kitabı okuyup bitirdiğinizde ise karşınızda romanının resimsel özetini buluyorsunuz. Özellikle İş Bankası kitaplarının kapaklarını yapan Birol Bayram'ın bu ustalığını kutlamak isterim. 

Carson McCullers 1961'de yazdığı bu son romanında ABD’nin Güney ve Kuzey eyaletleri arasındaki çatışmanının iç savaş sonrasında da bir kopuşu andırır şekilde sürdüğü 1950'li yılların tutucu ve gerici Güney eyaletlerinden birine gidiyoruz. Dört karekterin üzerinden akan roman ırk, sınıf ve adalet konusuna derin bir bakışı sunuyor.  Georgia eyaletinin küçük bir kasabası olan Milan'da 1950'lere gelinmiş olsa da ırk ayrımı hala hayatın akışındadır. Güney'in muhafazakar ortamında kasabanın dört insanının yaşama bakışları ve sınıfsal konumları farklı olsa da romanın akışı içinde hayatları birbirine bağlanır. 70'li yaşlarında eskilerin dirayetli siyasetçisi Fox Clane, tam anlamıyla Güney'in gerici değerlerinin savunucusu. Fox Clane her ne kadar eski dönemlerdeki gibi şahin olamasa da siyah ile beyazın aynı okullara gittiği Kuzey eyaletlerindeki değişime direniyor ve bir yandan da Güney bayrağının ilan edeceği bağımsızlık hayallerinde. Eski siyasetçi Yargıç Clane her ne kadar siyasete bir şahin olarak dönmenin düşleri içinde olsa da çok sevdiği torunu Jester ise ondan çok farklı düşünmektedir. Torun Jester'ın da yakınlık kurduğu mavi gözlü siyahi genç Sherman Pew ise ait olduğu yeri bulmaya çalışan biri. Dördüncü karekter ise orta yaşlarına gelen J.T. Malone. Bir eczacı olan J.T. Malone, hiç beklemediği bir anda kanser olduğunu öğrenenen biri. Yaşlandığını hisseden Malone, bir de bir senelik ya da 15 aylık bir ömrü kaldığını öğrenecektir. Yargıç Clane'in yakın dostudur ama o kadar şahin değildir ama adalet konusunda da çok ilgili olmayan sıradan bir Amerikalıyı simgeler gibidir.   

Yukarda kısaca anlattığım bu dört karekterin iç içe geçen öyküleriyle ABD'nin ırk ayrımı, sınıf çelişkileri, tutucu - ilerici çatışması, hak ve adalet konuları çok güzel işleniyor. 

Aptulika


19 Şubat 2021 Cuma

Kesmeşeker ile 30 Yıl!



1991 yılında yaptığı "Dipten ve Derinden" isimli ilk albümüyle rock müziğimize yeni bir bakış getiren Kesmeşeker grubu bugünlerde 30. yılını  özel bir kayıtla kutluyor.  "30" ismini taşıyan bu EP (mini albümde) 4 özel şarkı yer alıyor. 


Kesmeşeker, 30. Yılını özel bir kayıtla kutluyor. Ada Müzik tarafından yayınlanan bu yeni çalışma bugün (19 Şubat 2021) çıktı.

“Dipten ve Derinden” (1991) ile başlayan kayıtlı tarihinde 11. çalışması olan “30”, 4 şarkıdan oluşuyor. EP içerisindeki 3 şarkı, grubun geride kalan 30 yılına gönderme yapan hitlerinden seçildi; “Tut Beni Düşmeden”, “Ağla Ağla” ve “Ya Aşkım Ol Ya Dostum Ol”. Açılış şarkısı ise grubun 4. on yılının ilk adımı sayılabilecek yeni şarkısı: “Ada”.

Kesmeşeker “30”, Ada Stüdyo’da Haziran 2020’de akustik ağırlıklı ve canlı olarak kaydedildi. Cenk Taner (vokal, akustik gitar), Demirhan Baylan (basgitar), Gökhan Özcan (davul) ve Özgür Ulusoy’dan (Piyano) oluşan kadro, şarkıların düzenlemelerini de birlikte yaptı.

Limitli sayıda 12 inç 45 devirli özel bir plak basıldı. Bu özel plak hafta sonundan itibaren plak dükkanları ve online mağazalarda olacak.


13 Şubat 2021 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 165



Carson McCullers
 "Altın Gözde Yansımalar"
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri: İpek Babacan
  (2. Baskı: 2017)

Bu kitabı ne bir tavsiye ne de bir meraktan hareketle alıp okumadım. Carson McCullers hakkında da en ufak bir bilgim yoktu. Hatta  asıl okumak istediğim yazar Wirginia Wolf''du. Bu sebeple kitaplara bakarken karşıma bu kitap çıkacaktı, yani niyetim Wolf ya da bir başka kadın yazarın romanını okumaktı. Kitaba şöyle bir bakarken, arka kapaktaki tanıtımda yazarın resmini görüp, "Büyük ihtimalle sıkılıp, bırakırım" diye bile düşündüm. Resime baktığımda kırılgan bir kadın yazarla karşı karşıya olacağım ön yargısı hakimdi. Yazarın ABD'nin güney eyaletlerinde yaşamış olduğunu öğrenmem beni kitabı okumaktan iyice uzaklaştıracaktı. Şöyle bir ilk sayfaya bakayım derken, bir anafora takılır gibi okuyup bitirecektim.

1917 ile 1967 yılları arasında yaşayan Carson McCullers, kısa ömründe bol sağlık sorunu geçirmiş ve bolca da yazmış. Dört roman, bir kısa roman, iki oyun, yirmi öykü ve bir o kadar da şiir ve denemeler yazan sanatçının bazı eserleri de sinemaya uyarlanmış. 

Yazarımızın Güneyli bir kadın yazar olduğunu söylemiştim. ABD'nin muhafazakar eyaletlerinden çıkmasına rağmen McCullers, tutuculuğa meydan okuyan sıra dışı bir yazar. 1941 yılında yazdığı bu roman barış zamanında ABD'nin güneydoğu eyaletlerinden birinde bir ordugahta beş kişinin hayatını işliyor.

"Altın Gözde Yansımalar"dan sonra yazarın "Küskün Kahvenin Türküsü"nü de okumaya başladım. Onu da bitirdikten sonra şimdi de "Kadransız Saat" isimli romanına başladım. Carson McCullers'in muhafazakarlığı, kasabalılığı ve ahlaki tutuculuğu sorgulayan çok değişik bir anlatımı var. Romanlarında anlattığı karekterlerinin portrelerini sunarken, onları birbirine bağladığı öykü örgüsüyle bizi etkisi altına alıyor. Yeni okumaya başladığım "Kadransız Saat" ise ırk, sınıf ve adalet konusunda keskin eleştirileri barındırıyor. ABD'nin ırk ayrımcığının en yoğun olduğu güney eyaletlerinden bir kadın yazarın ırk ayrımcılığına karşı çıkan ve sorgulayan bir konuyu işlemesi de dikkate değer olsa gerek. 
 
Aptulika

11 Şubat 2021 Perşembe

Chick Corea ve yaşamımızdan bir kesit daha gitti.



Şimdi aldığım bir haberle yaşlandığımı anladım. Yahu hangi ara Chick Corea 79 yaşına geldi. Neredeyse 80 gibi bir şey hani. 

1980'li yıllarda İstanbul festivali'ne geldiğinde flütçü Steve Kujala ile birlikte verdiği konserin kaydını TRT yayınından kaydetmek için Silivri'deki plakçıyı gece saat 11'e kadar açık bıraktırdığım gün daha dün gibi. 

Şimdi o da nedir diyebilirsiniz ama o dönemde babamın tayini Silivri'ye çıkmıştı ve ben üniversitede okuduğum için kafama göre İstanbul'da kalıyor kafama estiği zamanda Silivri'ye ailemin yanına gidiyordum. İşte o sıralarda Chick Corea'nın İstanbul Festivali'ne geleceğini duymuştuk. TRT 3 FM kanalı o vakitler o konseri kaydetmiş ve bir hafta sonra da yayınlayacaktı. Ben bunu haber alınca hemen kaydetmek aklıma geldi. Büyük ihtimal bir kaset teybim var ama stereo yayını alacak bir radyom yok. İnanın şimdi tam detayı hatırlayamıyorum ama ya ben o yayının olacağı gün Silivri'de kalmam gerekiyordu ya radyolu teyp yoktu ya da en iyi sistemle kaydetmek düşüncesindeydim. Her ne haltsa o sıralarda bu yayını en iyi şekilde kaydetmek için oradaki plakçıyı gecenin bir yarısına kadar açık tutup bu konseri kaydetmiştim. Bu arada o kaset hala durur. 

Chick Corea ile bu anıdan sonra plaklarıyla muhabbetim sürecekti ki 1978 tarihli "The Mad Hatter" plağı ise gözüm gibi sakladığımdır. Sonrasında "Tap Step" ve "Touchstone" plaklarıyla süren bir büyük tutku. 

Aradan uzun yıllar geçti ve bugün Chick Corea 79 yaşına gelmiş, hatta o kadarla da kalmayarak hayata veda etmiş. Caz ve fusion dünyasının muhteşem piyanisti 9 Şubat 2021, salı günü  nadir görülen bir kanser türünden dolayı ölmüş.  

Chick Corea'yı 1960'lı yılların başında  Stan Getz, Herbie Mann ile yaptığı çalışmalarla dünya tanıyacaktı.  Daha sonraları Miles Davis'in grubuna katılan sanatçı, Davis'in  "Bitches Brew" albümünde yer aldı. Davis'le yaptığı çalışmanın ardından, füzyon döneminin en canlı ve dinamik müziklerinden bazılarını çalan kendi çığır açan caz rock grubu Return to Forever'ı kurdu.  

Sözün özü bir büyük müzisyeni kaybettik. Zaman o kadar geçti mi yahu. Oysa her şey daha dün gibi hatta yeni başlıyor gibi. Chick Corea öyle güzel bir müzisyendi ki onun bize kattıkları hiç bir zaman bitmeyecek. 

 Aptulika




10 Şubat 2021 Çarşamba

Foo Fighters ile Dans !


Foo Fighters'ın yeni albümü "Medicine At Midnight" bu hafta yayınlandı. Geçen yıl çikacak olan albüm, Covid - 19 salgını sebebiyle bir yıl ertelenerek çıktı.

*

"Hani bir albümü  seversiniz ama bazı parçalar öne çıkar, oysa ben Foo Fighters'ın yeni çıkan 'Medicine At Midnight' albümünü sanki tek parçaymış gibi baştan sona dinlemeden edemiyorum. "


 

Foo Fighters

"Medicine At Midnight"

RCA - Roswell

(2021)

Foo Fighters'ın yeni albümü "Medicine At Midnight", geçtiğimiz cuma günü (5 Şubat 2021) yayınlandı. Grubun onuncu stüdyo albümü olan bu çalışma aslında 2020 yılının başında çıkacakken, pandemi sebebiyle bir yıl bekletilerek çıkabilmiş. Böylesi bir albüm yapıldıktan sonra bir yıl bekletmek, grup için hem talihsizlik hem de şoke edici bir umut kırgınlığı olsa gerek. Haklı olarak "sadece Foo Fighters için değil ki her müzisyen ve grup hatta dinleyici için de böylesi bir umut kırıklığı geçerli" diyeceksiniz. Ancak Foo Fighters'ın "Medicine At Midnight" albümünü ilk dinlediğinizde bunun büyük çaplı bir konser turnesinin olması gerektiğini anlayacaksınız. Kendi adıma ben bile bu albümün tanıtım turnesi kapsamında bir konser olsa da gitsem diye iç geçirdim. Hani bir albümü  seversiniz ama bazı parçalar öne çıkar, oysa "Medicine At Midnight" albümünü sanki tek parçaymış gibi baştan sona dinlemeden edemiyorum. 

Kim ne düşünür bilemem ama kendi adıma Nirvana grubundan çok fazla haz etmezdim. İlk çıkış parçalarının gazı dışında da hiç bir şarkısı aklımda kalmamıştı. Bu gruptan sadece Dave Grohl benim için önem taşıyacaktı, o da çok sonraları Nirvana'dan sonra kurduğu grubu yani Foo Fighters'ı dinlediğimde olacaktı. Bu tanışmada vakti zamanında ülkemizde de yayınlanan Billboard dergisinde albüm kritikleri yazmam için iş bulduğumda olacaktı. Yeni çıkan albümler önüme geldiğinde bunlardan biri de grubun 2005 tarihli ikili albümü "In Your Honor"du. Açıkcası çok sevmiş ve şaşırmıştım; hem Nirvana ile alakası yoktu hem de o grupta davulda gördüğüm Grohl, burada gitar, vokal ve tabi besteleriyle  karşımdaydı. O gün bugündür de Foo Fighters'ın yeri ayrıcalıklı olacaktı, benim için. Bu ayrıcalık grubun beyni Dave Grohl'dan kaynaklanıyordu tabiki, hem müzisyenliği hem de çok yönlü sanatçılığı ve alicenap kişiliği bu ilgimi kamçılıyacaktı.

Dave Grohl ve Foo Fighters bu yeni çıkan albümüyle beni fena halde etkisi altına aldı diyebilirim.  Peki bunca ilgimi çeken albümün tarzının dans odaklı disko ve power pop  olduğunu söylersem, "bu ne lahana bu ne perhiz" diyeceğinize eminim ama yazının ilerleyen bölümlerinde bunun sebebini açıklayacağım. 

Grubun onuncu stüdyo albümü olan "Medicine At Midnight"ın müzikal tavrı için Dave Grohl, "Dans edilebilir rock" tanımını yapmış. Albüm gerçekten alternatif rock ya da hard rock'tan çok farklı çizgide. Bu albüme yukarda da belirttiğim gibi pop odaklı ya da disko ve dans temelli de diyebiliriz. Şimdi sizlerle çok ama çok yıllar öncesine dönelim, tarihlerden 1983'ün bahar başlangıcı ve David Bowie, "Let's Dance" albümünü yapmış.  Albümle aynı adı taşıyan parça da hem listelerde hem de klip olarak ortalığı kasıp kavurmakla kalmıyor, bir de diskoların dans podyumlarının vazgeçilmezi oluyor. İşte Dave Grohl'un yeni Foo Fighters albümünde de klavuz olan bu parça olmuş. 



David Bowie, "Let's Dance"da post disco, dance ve new wave birleşiminde bir tarza yer vermişti. Grohl ise bu tavrı günümüze taşırken bu tavrı hard rock ile buluşturarak yapmış. Albümün oluşması Bowie'nin "Let's Dance"ından hareketle olmuş ama albüm 1980'lerin başındaki hard rock ve heavy tadını da taşıyor; "I was made for loving", "Eye of the tiger" gibi seksenlerin rüzgarına yelken açmış rock parçalarını da hatırlatan çalışmaları da  bulmamız mümkün. 

Foo Fighters'ın "Medicine At The Midnight" albümünü ben biraz da Quentin Tarantino filmlerine benzettim. Tarantino'nun o 1970'ler de 1960'larda çocukluğumuzda yer etmiş ama o dönem önemsenmeyen kült'leri günümüze taşıyan filmleri gibi bu albüm de 1980'leri yeniden hatırlatarak beni heyecanlandırdı. Tarantino geçmişin o kültünü taşırken nasıl kendi imzasını taşıyorsa bu albümde de Foo Fighters çizgisinde sunulan bir kolajla karşılaşıyoruz. 

Omar Hakim
Bu albümle Foo Fighters, bizi sadece "Let's Dance"lı yani 80'li yıllara taşımakla kalmıyor ve albümde bizlere bir başka sürpriz daha yapıyor. "Medicine At The Midnight" albümünün konuk listesinde caz ve fusinon'un usta ismi Omar Hakim yer alıyor. Miles Davis, Dire Straits ile de çalışmış olan usta davulcu ve perküsyoncu Hakim, 1983 yılındaki o meşhur David Bowie albümü "Let's Dance"da da çalmıştı. Böyle olunca da o dönemin efekt ve tınılarını da buluyoruz. 

Foo Fighters'ın bu yeni albümü ile çok güzel hatıralara giderken, günümüz için de söylenecek sözü olduğunu belirtmeliyim. 

Aptulika





9 Şubat 2021 Salı

Kaptan Teneke'den ilk albüm: Bit Kapanı


Kaptan Teneke grubu "Bit Kapanı" isimli ilk albümünü çıkardı. 


2018 yılında Kaptan Teneke grubunun varlığından facebook mesajıyla haberdar olmuştum. O mesajda "Yaşamın Kıyısında" isimli ilk single'larının da videosu vardı. Aradan üç yıl kadar bir zaman geçti ve gene facebook'ta mesaj kutumda,  "Aptulkadir hocam, iyi günler.  Kaptan Teneke grubu olarak ilk albümümüz 'Bit Kapanı'nı yayınladık. Bir göz atıp değerlendirebilirsen çok sevinirim. " notunu görecektim. 

O üç yıl önceki ilk single'da da grup hakkında pek bilgim yoktu. Şimdi de pek yok, demekki grup öncelikle yaptığı müziği dinlememi istiyor dedim ve bu davete uyarak bende dinlemeye karar verdim.

Kaptan Teneke ile ilgili tek bilgim yazar Çağan Dikenelli'nin kurduğu bir grup olduğu. Bestelere ve şarkı sözlerine baktığımızda grubun hard rock tarzında oldukça protest bir müzik yaptığını anlıyoruz. İsterseniz genel kuralımı bozmadan gene tek tek albümdeki parçalara kulak vererek yazıma devam edeyim. 

Bit Kapanı: Sirenlerle başlayan açılış parçasıyla albümde olacaklara en baştan arzı endam ediyoruz. Eski dönem alışkanlıklarımdan olsa gerek, albüme ismini veren parçanın ilk başta olmasını hala garipsiyorum ama bu yeni dönemde haklı olarak böyle yapılıyor. Müzik artık CD, plak ya da kaset gibi elle tutulur materyellerle sunulamadığından dijital ortamda etkili bombayı hemen patlatmak zorundasınız. Ancak şunu da söylemem gerekirki, açılış için de harika oturmuş diyebilirim. Sert Heavy gitarlarla, protest anlatımlı rock anlayışında vokal kimi zaman teatral kimi zaman da hard'n heavy anlayışta sunulurken, olması gereken yerde de punk ve rap özelliklerinde kendini gösteriyor. Gitar kullanımı sert olmasına rağmen melodik riffler arada bezeniyor. Solo bölümleri uzatılmadan yer alırken, gösteriden çok parçanın kaderini belirleyici şekilde kullanılmış. 

Üzüntüden Kaçan Adam: Piyano ile giren ve olayın rengini yer yer progresife döndürürken, vokali duymamızla kendimizi melodik bir baladın havasında buluyoruz. Vokal bana Whisky ve 80'li yılların Türk Rock soundunu hatırlattı. Bunu bir taklitçilik diye algılamamak (ve bundan da çekinmemek) lazım, zira o geleneği günümüze taşımak önemlidir. Batılılarda  bu bir ekolü takip etmek olarak övücü değerde görülse de bizde nedendir 'taklitçilik' olarak algılanılır. 

Suskunlar Kulübü: Çok can alıcı bir giriş. Gitarın genel riff'i (özellikle girişte) bir tür Anadolu motifli ama bu alışıldık değil, progresif fikirle ortaya konuyor. Nakarat bölümlerinde arkada çığlıyan gitar güzel oturmuş. 

Sabaha Ne Kaldı: Blues temelli bu parçada piyano harika bir katkı vermiş. 

Sarhoşun Türküsü: Her karesini kafama mıh gibi kazıdığım Sadri Alışık filmlerinden bir bölümle başlayan bu parçaya ısınmamam imkansızdı hani. 

Varoş: Rock aleminde 'Arka Sokaklar', 'Underground' lafları diz boyu gider ama yapılan parçalarda varoş konuları pek işlenmez. Benim hatırladığım bu konuyu işleyen ilk örnek olarak Objektif'in yaptığı parça gelir. Burada da aynı konunun işlenmesini değerli buldum. Objektif'in bu konuyu ele alması sınıfsal bir pencereden olmuştu, Kaptan Teneke'de ise biraz sosyolojik ve eleştirel yaklaşım var. 

Sevdikçe Küçülen: Girişten albümün en uzun parçası olduğunu anladım. Bu yapıda duygusal bir ruh haline girmemiz, yoğun protest anlatımlı ve sert soundlu parçalar arasında hem nefes alma olanağı vermesi hem de sona doğru güzel bir finale hazırlık yapılması açısından güzel olmuş. Parçada bas gitar toparlayıcı bir etkide yer alıyor. Parça için uzun dedim ama işlenerek (özellikle ortadaki ) süre daha uzayabilirmiş gibi geldi bana. 

Tekgöz: At gözlüklü medyaya sıkı bir eleştiri. Özellikle havuz medyasına göndermeler dolu.

Yaşamın Kıyısında: Albümü dinlerken hep konsept bir rock opera havasında düşündüğümü belirteyim. Dolayısıyla her parçayı birbirine bağlı olarak gördüm. Bu nedenle bu parçayı da finale doğru bir başlangıç olarak değerlendirdim.

Kuzular Havlıyorsa: Ve geldik finale. Parçada ortadaki Türk filmlerinden hatırladığımız motifi çok sevdim.

On parçadan oluşan "Bit Kapanı" bu şekilde nihayete eriyor. Son bir değerlendirme yaparsam, Hard rock ve Heavy içinde protest tavır çok güzel işlenmiş. Bir ayrıntıyı eleştirmem gerekirse şarkı sözlerindeki direkt protest tavırın çok sert olması.  Böyle olunca da şarkı sözlerine çok dikkat veremiyoruz. Grubun kurucusunun yazar olması açısından biraz lirik yanının da öne çıkması gerekir diye düşünüyorum. Protest tavır çok sert sözler ve müzikle veriliyor, ancak vokalin teatral özelliğini de hesaba katarak sözlerde biraz ironi ve humor da yerleştirilirse daha iyi olacakmış gibi geldi. 

Albümde gördüğüm kadarıyla Kaptan Teneke, Anadolu Rock geleneğini de bünyesinde taşıyor. Ancak bunu yaparken bol Anadolu motifleri koymuyor (hatta hiç öyle bir şey yok bile). Tamamen kentli bir bakışta müziğini sunuyor. Peki o zaman bu Anadolu Rock geleneği derseniz; şöyle yanıtlayabilirim... 1970'lerdeki o geleneğin izlerini takip ederek, bünyesinde biriktirmiş ama yaptığı müzikte bir kentli olarak köylü taklidi yapmak yerine kendi tavrını koyuyor. 

Aptulika

 


6 Şubat 2021 Cumartesi

Ogün Sanlısoy'un yeni albümünde Hep Böyle Kal'mak



 Ogün Sanlısoy'un "Yaşamaya Devam" albümü bu hafta sonu çıktı. Albümle ilgili bir kritik yapmak için dinlemeye koyuldum, ancak albümü dinleyip bitirmeyi bir türlü başaramadım. Bunun sebebi beğenmeyip, sıkılıp bıraktığımdan mıydı? Değil tabiki. Zaten öyle bir şey olsa ya hiç bir şey yazmazdım ya da yazar eleştirirdim ve tabiki girişte böyle bir yazıyla başlamazdım. 

"Peki be adam  derdin ne o zaman?" diyorsanız, durun hemen açıklayacağım. 

Ogün'ün yeni albümü "Hep Böyle Kal" isimli parçayla başlıyor.  İşte albümü tamamıyla dinleyemem de bu parça yüzünden kaynaklanıyor. Bu bir kavır şarkı ve seksenli yıllardan Erol Evgin'in unutulmazlarındandır. Benim için inanılmaz etkileyici olan bu şarkı sözleriyle Çiğdem Talu, bestesiyle Melih Kibar ve tabi yorumuyla Erol Evgin'e aittir. Her şey bu üç isim arasında öyle bütünleşmiştir ki, yaptıkları ne kadar yıl geçerse geçsin müziğimiz adına onur abidesi olarak kalacaktır. 

İşte Ogün o sevdiğim Evgin - Kibar - Talu başyapıtını güzel bir akustik halde rock yorumuyla getirdi. Bence Ogün o Erol Evgin şarkısını hem hakkını vererek hem de kendi gibi kalarak yorumlamış. 

Ogün benim çok sevdiğim arkadaşım aynı üniversitede (Güzel Sanatlar Akademisi - Şimdilerde MSÜ'de diyorlar) rıhtım, kantin ve atölyeyi farklı zamanlarda paylaştık. Sonradan onunla dostluğumuz Pentagram grubunun vokali olarak sürdü ve hayranlığa dönüştü. Bizim dostluğumuzda çatışma da olmadı mı? Hem de nasıl ama dostluk hiç bitmedi. 

Sözün özü bu şarkının Ogün tarafından yapılmış bu yorumu ( ya da kavır) çok güzel geldi, söylemeden edemedim.

Aptulika





 

Harakiri Ensemble ile Uzayda Yeni Bir Düzeye Hazır mısınız?

"Herkesin aynı yöntemleri kullandığı günümüz rock müziği alanında farklı bir sesi çıkarmak ve kaliteyi aramak. Bu bugün hiç şansı olmayan bir tavır bir çokları için ama Harakiri Ensemble bunu yapıyor ve bunu bir son nokta olarak değil, aynı seslerin aynı yöntemlerin uygulandığı bir yerde yeni bir kapının da olduğunu göstererek yapıyor."




Harakiri Ensemble

"Bootleg Recordings Vol:1

SCP

(2021)


Ortalıkta her an ismi geçmeyen ama çaldıkları bir grup ya da konserde düzeyi arttıran üç müzik insanı : Bilge Candan, Mümtaz Solmaz ve Tanju Eren. Bu üç ismi birleştiren enstrümanlarına ve müzik yapmaya olan aşkları.... ötesi onların pek ipleyebileceği şeyler değil. Bu anlayış onları Harakiri Ensemble'da buluşturmuş ve ortaya harika bir trio çıkmış.  2019 yılında yaptıkları "Heavy Mental" isimli ilk albümlerinden sonra dün yayınlanan "Bootleg Recordings Vol:1" isimli mini albümleriyle yeniden onlarla buluşuyoruz.

Harakiri Ensemble'ın gitaristi Tanju Eren, konserlerinde, "Beraber çalıyoruz ama ne çaldığımızdan pek emin değilim." diyerek bir anlamda tarzlarını anlatıyordu. Grubun tarzına tek bir isim vermek mümkün olamayacak kadar geniş bir çerçevede. Caz, hard rock, heavy metal ve progresif rock tınılarını onların müziğinde bulmanız mümkün. Ama bu tarzların birleşiminde 1970'lerin deneysel rock anlayışı bir hayli hakim. 

Harakiri Ensemble’ın bu ikinci albümünde (EP) deneysel anlayışı sürdüren grup, bu yeni çalışmasında müzikal amacını şöyle özetliyor: "Uzay ve zamandan bağımsız içten geleni anında kayıt altına almak". Buna bir de karantina günlerinin atmosferi eklenince fırsat bulduklarında, stüdyoya girip,‘’Haydi çalalım’’ demişler ve bunu kayıt altına almışlar.  4 saatlik bir oturumun sonucunda prova edilmemiş, önceden planlanmamış bu kaydı yapmışlar. Grup elemanları bu doğaçlama kaydı, "... kalpleri bir üç müzisyen müzikal olarak nasıl meşk ediyorsa albüme yansıttık" diyerek tanımlıyor ve sözlerine şöyle devam ediyorlar, "Detaylarda kaybolmadan müziğin anlık heyecanını yakalayan bir albüm oldu. Konserlerimizde yaşanan atmosferi malum nedenlerden dinleyiciye ulaştırmanın tek yolu da buydu. Böyle hissettik, böyle çaldık. İlk ve tek olarak."

1960'ların sonu ve 70'lerde görülen doğaçlama "Jam Session" ile deneysel rock örneklerini günümüze yansıtan bu çalışma, müzikal düzey ve kalite hasretinde olanlar için de gerçek anlamda bir ferahlatıcı etki yapıyor. Bir yıl süren konsersizlikte öyle özlemişim ki, Harakiri Ensemble'ı canlı konserde dinlemek için can atıyorum. 

Davulda  Bilge Candan, bas gitarda Mümtaz Solmaz ve gitarda Tanju Eren... yani ülkemizin rock müziğinde yıllarını vermiş üç ismi, Harakiri Ensemble ile bizlere ferahlatıcı bir kapı açıyorlar. Japonları harakirisi elbetteki bir son noktadır ama Harakiri Ensemble bunu bir risk alma olarak grup yapmış gibi geliyor bana. Herkesin aynı yöntemleri kullandığı günümüz rock müziği alanında farklı bir sesi çıkarmak ve kaliteyi aramak. Bu bugün hiç şansı olmayan bir tavır bir çokları için ama Harakiri Ensemble bunu yapıyor ve bunu bir son nokta olarak değil, aynı seslerin aynı yöntemlerin uygulandığı bir yerde yeni bir kapının da olduğunu göstererek yapıyor. Peki bu kapıyı açmak kolay mı? Çok iyi tanıdığım Tanju olduğu için ondan örnek vereyim. Tanju Eren gibi bir ömrü rock sevdasına veren bir birikim ve enstrüman tutkusundaysanız tabi ki kolay. 

Aptulika 

 


Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 164



Hans Erich Nossack
 "Nişan"
Yankı Yayınları
Çeviri: Zeyyat Selimoğlu
  (1970)

Bu yazarı sadece bu kitabı ve de bu baskısıyla ancak sahaflarda bulabilirsiniz. Oysa usta edebiyatçımız Zeyyat Selimoğlu'nun bu çevirisiyle çıkan ve üç öyküden oluşan bu kitabı okuduktan sonra bu yazarın diğer kitapları niye çevrilmemiştir diye düşünmeden edemedim. Zira Nossack'ın inanılmaz güzel bir anlatımı var. Ele aldığı konularda, insanlarla olayları esrarengiz bir doku içinde sunarken bir ortamdan bir başka ortama sürükleniyorsunuz. 

Alman yazar Hans Erich Nossack, 1901 ile 1977 yılları arasında yaşamış. İki dünya savaşının arasında oluşan edebiyatçılığı bundan nasibini fena halde almış. Daha kimsenin Hitler'in karanlık yüzünü görmediği zamanlarda Nossack, rejimin kara listesine alınacak ilk isimlerden olacaktı.  1933'den 1945'e kadar Hitler rejimi tarafından afaroz edildiği için, eserlerini yayınlama imkanı bulamayacaktı. Bununla da kalsa iyiydi, ama 1943 yılında yazdığı bütün müsveddeleri ( şiir, oyun, öykü, roman ve hatta anı defterleri ) yanacaktı.  

Kitaplarını 1947 yılında Fransa'da yayınlatabilen Hans Erich Nossack'ı ilk keşfeden Jean Paul Sartre olacaktı. Sartre onun için, "Fransa için keşfedilmiş Alman yazarı" diyecekti.  

"Nişan", Hans Erich Nossack'ın üç uzun öyküsünün yer aldığı bir eser. Her üç öyküde de savaşın ve faşizmin yıkımı içindeki insanların öykülerini buluyorsunuz. Yazarın öykülerinde ne iki dünya savaşı ne de faşizm dönemi direkt olarak olarak sunulmuyor, böyle olunca da yaşanan travmanın bir tarihi kesitle ya da coğrafya ile sınırlı kalmadan tüm insanlığın farklı yerlerde yaşayabileceği travmayı buluyoruz. Sadece coğrafya ile kalmayan bu sınırsızlık yazarın insanları karakterize etmesiyle belirli bir zamanın ötesine taşıyor. 

Kitaba adını veren ilk öyküde karlı bir havada bir menzile ulaşmak için yola koyulan bir ekiple karşılaşıyoruz. Bunlar yedi haftadır yoldalardır ve o zorlu yolculuklarında kar bir yandan ve de azalan erzakları bir yandan işlerini çetinleştirmektedir. Bu durumda yol alırken kar fırtınası içinde nişan ya da anıta benzer bir şeyle karşılaşırlar. Biraz sonra yaklaştıklarında o nişan ya da anıt sandıkları şeyin donmuş bir adam olduğunu anlarlar. Onların yedi haftadır gitmek için mücadelede ettikleri yönden gelen bu donmuş adamın gözleri kapalı ve suratı gülümser bir şekildedir. 
 
Ardından gelen "Dorothea" adlı öyküde her iki dünya savaşının yıpratıcı öyküsünü insan karekterleriyle buluyoruz. Üç farklı başlangıç ve birbirine geçiveren öyküler. Hepsi 1946-1947 kışında buluşuyor.  Yemek bulma ve barınma sorunlarıyla insanların boğuştuğu, Hamburg'un bombalanmasından sonraki günlerde  yiyecek alabilmek için saatini satmak zorunda kalan bir adam. Yıkıntılar arasında saatini satmak için gittiği evde  kapıyı Dorothea açıyor, kocasının orada olmadığını ama geldiğinde saatle mutlaka ilgileneceğini söylüyor. Ondan sonra ise konuşmalarıyla yıllar öncesindeki (büyük ihtimalle birinci dünya savaşı)  Dorothea'nın o acı anılarına dönüyoruz. 

"Kıyıda" ise üçüncü ve son öykü. Ailesinin ona biçtiği yaşam şekli içinde kalan bir genç, çok sevdiği ablasının yanına gitmiştir. Eniştesi ile gittikleri bir handa karşılaştığı kendi yaşına yakın bir hayat kadını ile gece boyunca konuşur. Nellie isimli bu kızla konuşurken etrafını saran ağı ve çocukluğunda düştüğü çıkmazları anlatır. O gecenin ardından karşı kıyıya yüzerek geçecektir.  

İnsan karakterlerini bu denli güzel buluşturup, bir öyküden bir başkasına doğru yolculuk ettiren  Hans Erich Nossack harika bir yazar.  Bunca zamandır bugün baskısı kalmayan sadece bir kitabıyla dilimize çevrilen bu yazarın diğer eserlerini de insan merak ediyor doğrusu. 

Aptulika


4 Şubat 2021 Perşembe

Blues'ta Gizemli Bir İngiliz ama çok tanıdık



Andrew Riverstone - "Andrew Riverstone" 

Atlantic Highway Records 

(2020)

Kendi adıyla yaptığı ilk albümüyle tanıştığımız Riverstone, aslında uzun yıllardır müziğin içinde profesyonel olarak yer alan bir isim... 

Nasıl mı? 

O halde  kısaca onu bir tanıyalım.

Kuzey Devon doğumlu İngiliz gitarist Andrew Riverstone, küçüklüğünde glam ve hair rock gruplarını dinleyerek büyümüş. Bu ilk buluşmadan sonra kendi kendine gitar öğrenmiş. Yıllar içinde 1970'lerin blues ve progresif rock plaklarını dinleyerek müzikal bakışını beslemiş. O günlerden bu günlere Peter Green ve Jimi Hendrix onu en çok etkileyen iki isim olmuş. Bundan önceki müzikal kariyerinde turne ve stüdyo gitaristi olan müzisyen bu albümle de solo kariyerine adım atıyor. Kendi adını taşıyan albümü Peter Green, Jeff Beck, Jimi Hendrix, Neil Young, JJ Cale ve Tom Petty gibi isimlere bir saygı duruşu olarak niteliyor. 

İngiliz şarkıcı ve gitaristin bu albümünü blues çerçevesinde sunulsa da yer yer Americana ve rock havası da hissediliyor. Gitarist ve vokalistliğine koşut başarıyla giden şarkı yazarlığı analitik bir beyinle buluşarak prodüksiyonu da hakkıyla başarmış. Şimdi sözü daha fazla uzatmadan albümde yer alan dokuz parçaya tek tek bakarak bir göz atalım...

"Waiting On The Other Side (Heavy Stone)" : Albümün açılışında yer alan bu parçayı ilk dinlemeye başladığımızda sanki bir İngiliz müzisyenle değil de Amerikalı bir Southern (Güney) Rock yapan biriyle karşı karşıyaymışız gibi bir etkiye giriyoruz. Riverstone'un biraz soğuk ve yer yer "cool" vokaliyle karşılaşırken neredeyse asıl vokali gitar yapıyor gibi. Monoton denilecek ritmin içinde parça o kadar akılcı işleniyorki, bas tonunun arada girişleri bir tür birleştirici etki yapıyor. Havada asılı gibi duran davul ritmi içinde alttaki hatta gitar ve vokalin akışkanlığı tüm albümdeki müzikal düzenin özeti gibi. 

"Sunny Monday ( The Table's Set)" : Riverstone'un stüdyo müzisyenliği birikimi albümde akılcı dokunuşlar yapmasına sebep olmuş. Bu parçada rafine biçimde katılan geri vokaller tam yerinde denilebilecek şekilde cuk oturmuş. 

"Guitar Solos And Other Sins" : Klasik blues köklerinde açılan bu parçada akustik slide gitar ile elektro gitar uyumlu etkide sunuluyor. Parçanın ismindekine uygun iki ana bölümü var ve bunu dört bölüm halinde buluyoruz. Şöyle bir özetlersek: akustik slide gitarlı klasik blues + elektro gitarlı sert bölüm + akustik bölüme dönüş +elektro ve final. Parçanın elektro gitar bölümüne geçişte (büyük ihtimalle) 'burada Hendrix olsaydı ne yapardı' diye düşünülmüş ve harika bir geçiş yapılmış. Bu bölüm biraz devam ettikten sonra gene baştaki akustik yapıya geçiliyor. Sonra gene sert gitar bölümü geliyor ama bu seferki yepyeni bir atmosfere bürünüyor (Bu atmosfer ya da duygu değişimine örnek vermek gerekirse aklıma ilk gelen Eric Clapton'un "Laila"sındaki ikinci bölümde Duane Allman'ın sert gitarıyla girişi gibi). Ve finalde ana yapıya gene dönülüyor ama bir Afrika ritmiyle 70'lerin progresif fikirleri buluşurken insanın büyülenmemesi olanaksız.

"The Living Room (Time Will Heal)" : İlk parçadaki soğuk ve cool vokale gene geri dönüyoruz. Davul ritmi sanki bir darbuka tadında. Parça hani 'liste başılık' denir ya, aynen öyle bir şey. Yumuşak tonda, duygusal bir parça.

"Midnight Special" : Albümün tek cover'ı olan bu parçada Creedence Clearwater Revival etkisi kendini hissettiriyor. 

"When The Wind Changes (Beside With Me)" : Bir blues barda dinlediğinizi hissettiğiniz bu parçada gitar enerjinin temel kaynağı olmakta.

"One Foot In The Bucket" :  Dinlerken hemen aklımıza Dire Straits ve Mark Knopfler vokali geliveriyor. Albümün bir saygı duruşu içerdiğini söylemiştik ama bu benzerlik kurduklarımız bir taklitten öte bir biriktirmişlik, beslenmişlikten kaynaklanıyor.

"Embers And Endless Sky" : Enstrümantal ve harika bir parça. Dinlerken aklıma neler geliyor neler... Bir de siz bakın derim.

"Chasing Out The Shadows" : Finale çok güzel oturuyor ve bundan sonraki albümleri merakla bekletiyor.

Andrew Riverstone'un kendi adını taşıyan bu albümünü ilk dinlediğimde aklıma yerleşen ve bende acayip merak oluşturan müzisyenler arasında yer alan davulcunun kim olduğuydu. Alışıldık rock veya blues davulcularından farklı bir tınıya sahip bu ismi açıkcası çok merak ediyordum. Sanki bir bateri değil de bir darbuka çalıyor gibi geliyordu. Kimi yerde de bir meydan davulu tınısı gibiydi. Bu merak içinde boğuşurken, birden albümde bütün enstrümanları Andrew Riverstone'un çaldığını öğrenecektim.

Bir diğer ilginç yan da albümün kapağıydı. Soğuk bir nehir manzarası önünde gizemli bir adam, kimliği belirsiz kara bir silüet halinde duruyor. Sadece kafasındaki melon şapka onun İngiliz kimliğini ele veriyor... ve o bize sanki şunu diyor. "Benim kim olduğum önemli değil, müziğime kulak verin yeter." 

Aptulika


 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...