28 Haziran 2020 Pazar

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 148


Kazuo Ishiguro
 "Gömülü Dev"
Çeviri: Roza Hakmen
 Yapı Kredi Yayınları
 (3. Baskı 2017)

Şimdi bu kitabın resmine baktığınızda, "Yahu kardeşin, sen kitabı okuyor musun yoksa güreş mi ediyorsun?" diyeceksiniz haklı olarak. Bu seferki darbeler benden ve Geronimo'dan kaynaklanmıyor. Bu kitabı da ikinci el olarak sahaftan aldım yani benden önce birileri kitapla güreş tutmuş olabilir. 

Kazuo Ishigura'nın "Avunamayanlar"ından sonra hemen bu kitabı da alıp okuyacaktım. Bu sefer ki 267 sayfa yani "Avunamayanlar" gibi tuğla değildi, ama "Gömülü Dev"i daha uzun sürede okuyabilecektim. Hatta yarısına gelmeden bırakma ihtimalim bile vardı. Buna sebep ise "Gömülü Dev"in biraz fantastik bir yapıda  olmasıydı. Rock dinleyenler ve çizerler arasında Fantastik edebiyatla arası iyi olmayan belki de tek kişiyim. Bazen bunun bir ayıp ya da utanç olduğunu bile düşünmüşümdür. Tabi ki hepten bu alanda pencerem kapalı değildir, bu tipte yapılmış çizgi romanlara illüstrasyonlara zevk alarak bakarım ama konu falan umrumda olmaz sadece bir tablo gibi bakmaktır benimkisi. 

"Avunamayanlar"dan sonra "Gömülü Dev"e başlayınca birdenbire gizemli ve fantastik ortama giriverecektim. Tabi bu benim için bir bocalama olacaktı. Bu bocalama da o tasvirlere kafamda tablo gibi baktığım için konudan uzaklaşıyor ve okumam uzuyordu. Kitabın ortasına geldiğimde ise olaylar fantastikten masal havasına geçecekti (ki ilginçtir masal formunu da çok severim- hatta masalların çocuklar için yazılmadığını düşünürüm ve Anderson, Grim Kardeşlerin yazdıklarının asıl halini okuyunca da bunun böyle olduğunu da anlamıştım.) böylece roman benim için akıp gitmeye başlayacaktı. 

Eğer fantastik edebiyata meraklıysanız, "Gömülü Dev"i mutlaka okuyun derim. Romalılar Britanya'yı terk etmiş, savaş bitmiş ve  
Britonlar'dan Axl ile Beatrice yıllardır görmedikleri oğullarına kavuşmak için tehlikeli topraklarda zorlu bir yolculuğu göze alıyorlar.  Bu yolculukta  yollarının kesişeceği kişiler var: Sakson savaşçı, öksüz oğlan ve tıpkı Axl'la Beatrice gibi geçmişinde kaybolmuş, hatıralarının vaat ettiklerine ve alıp götürdüklerine yenik bir şövalye.  


Aptulika

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 147


Kazuo Ishiguro
 "Avunamayanlar"
Çeviri: Roza Hakmen
 Yapı Kredi Yayınları
 (1. Baskı 2009)

Bu kitabı bir öneri üzerine almıştım ama uzun süre okumadan orada burada kalmıştı. Fotoğrafa bakarsanız anlayacaksınız zaten,  kitap okunmadan önce bir hayli eskimişti bile. Ha kapakta yazarın isminin olduğu bölümdeki yırtık, bir sigara yanığı ve kitabı okurken oluşmuştu. Sokağa çıkma yasağından bir gün önce sevgili dostum Geronimo bana gelmişti. Ben bahçede oturmuş bu kitabı okuyordum. Geronimo gelince sigaralarımızı yaktık ve sohbete daldık. Bir süre sonra da instagram canlı yayını için bir deneme yapalım dedik ve hemen Gero bahçenin bir yanına ben öteki yanına gidip bir test yayını yaptık ve ertesi günü de ilk canlı yayını gerçekleştirdik. İşte bu test yayınını yaparken kitabın üzerine yanan kısmı dışarı gelecek şekilde bırakılan bir sigara için için yanarak kitapta görülen bu façayı oluşturacaktı. 
Zaten ikinci el olarak sahaftan alınmış bu kitap, bir de bu façayı alınca iyicene yaşanmışlık kazanacaktı. 

Şimdi gelelim kitabı tavsiye üzerine alıp, bu kadar uzun süre okumadan bekletmemin nedeni ne olabilirdi ki? Romanın yazarının isminden Japon olduğunu anlamam olacaktı. Bir ön yargı olabilir ama Japon müziği vesairesi bana sıkıcı gelir. İşte bu romanda da başlamaya korktum. Ne zaman ki pandemi dönemi geldi ve hemen "evde okunmamış kitapları okuma festivali"ni başlattım. Tabi ilk olarak da bu kitaptan başlayacaktım. Ha bir de hakkını yemeyeyim Meral Akman, bu köşede Kazuo İshiguro'nun "Noktürnler" isimli öykü kitabını yazmıştı. Bütün bunlar bir araya gelince artık dönüş yok, okuyacaktım. Hani yazın ilk denize gireceksinizdir ya, özlemle kumsaldan yürürsünüz ve ayağınız suya değdiğinde neredeyse vazgeçecek gibi olursunuz ama dönmeyi de kendinize yediremezsiniz. Biraz daha yürürsünüz su ayak bileklerinize gelir ve bir kaç adım daha attıktan sonra su mayonuzu hafiften ıslatacağı derinliğe gelirsiniz ve kollarınızı birbirine sarıp alışmayı beklersiniz ama salak şaşkın bir haldesinizdir ve bir anda kendinizi suya atarsınız, sonra da çıkmak bilmezsiniz. İşte bu durum vaziyette kendimi kitabın içine attım. 

Yazarımız Kazou, Japon kökenli ama 5 yaşından itibaren İngiltere'de yaşamaya başlamış. Yani ona bir Japon yazardan çok İngiliz demek daha doğru. İşe bak sanki doğma büyüme Londralıymışım gibi laf ediyorum. Her neyse daha kitabın ilk sayfalarında, "Resepsiyonun önünde çok sayıda Japon neşe içinde birbirlerini selamlıyorlardı." cümlesini görünce yazarın yaptığı bu ironiyi çok tuttum. Kazuo Ishiguro,  Japon asıllı ama İngiliz bir yazar, "Avunamayanlar" romanında da belli ülke yok; sadece Avrupa'da olduğunu tahmin ettiğimiz bir şehre konsere gelen bir piyanistin öyküsü anlatılıyor. 

Ryder isminde tüm dünyada tanınan ve şöhretli bir piyanist.  Kariyerinde öneme haiz bir konser vermek için isimsiz bir Avrupa kentine  geliyor. Konser birkaç gün sonra verilecektir ve o kalacağı otele gelir. İşte o andan itibaren karşısına çıkan herkes ondan bir şeyler ister, kendi dertlerini anlatırlar. Oysa Ryder'ın bir prova yapmasına bile olanak verilmez. Bir de adamımız birkaç gün sonra vereceği konseri bilir ama bundan başka da bir şeyi hatırlayamaz. 

Şimdi kitabın arkasındaki tanıtım yazısından alıntı yapayım, sonra da diyeceklerimi söyleyeyim...
"Karşılaştığı herkesin niçin ondan bir şeyler istediğini, çok uzak olması gereken yerlere nasıl hemen ulaşıverdiğini, saatler sürmesi gereken bir sohbeti üç dakikalık asansör yolculuğuna nasıl sığdırdığını anlayamaz. Kendini olaylara ve çevresindeki insanlara teslim eden belleksiz piyanist, geçmişin ve geleceğin kırılgan bir şimdiki anda çakıştığı sürreal bir dünyaya savrulur. Çok geçmeden, yaklaşan konser gecesinin hayatının en önemli performansı olduğunu fark edecektir. İşlevini yitirmiş toplumsal düzenin bireyler üzerindeki yaralayıcı baskısını hemen her eserinde zarafetle ilan eden Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar'da hayatı kontrolden çıkan bir adamın çok boyutlu hikâyesini anlatıyor."

Kitabı okumaya başlamamla çoğu kez İstanbul dışında bir yere davet edildiğimde karşılaştığım durumları farkettim. Nasıl mı? Sizi konuk ederler, hava alanından ya da otobüs terminalinden alırlar, kalacağınız otele kadar götürürler. İşte o arada davet eden belediye ise arabadaki şöför ile belediye görevlisi kendi sohbetlerini yaparlar ve sen onları dinlersin. Otele geldiğinde de güler yüzle sizi karşılarlar ama özne gene sen değilsindir. Bir ara davet edildiğim bir yerde etkinliği yapan belediye ile rekabet içinde olan (aynı partili) kişiler bana kendi dertlerini anlatıp, "aslında sizi biz davet etseydik, şöyle ağırlardık" diye şikayette bulunmuşlardı. "Avunamayanlar"ı okurken biraz da bu konunun evrensel olduğunu anlayacaktım. 

Kitap tabiki bir konsere davet edilen bir müzisyenin yaşadıklarının ötesinde başka bir konuya da dikkat çekiyor bence. Son yıllarda farketmişsinizdir, TV tartışmalarında herkes kendi konuşmasını dinliyor, karşısındakinin ne dediği artık önemli değil gibi. Sosyal paylaşım sitelerinde yorum üzerine yorum yazıyoruz ama yorum yaptığımız paylaşım unutulup gidiyor. İşte bu dünya ahvali "Avunamayanlar" da 540 sayfada kimi zaman güldürerek, kimi zaman sizi zıvanadan çıkararak sürüp gidiyor. 

Kitap 540 sayfa, yani tuğla gibi ama sizi korkutmasın, acayip akıp gidiyorsunuz. Bir de tuğla gibi kitaptan insanlar niye kaçarlar onu da anlamam. Örneğin 100 sayfalık kitaba 14 ya da 20 lira veriyorsunuz; oysa 550 sayfalık kitabı 26 ya da 30 liraya alıyorsunuz... yani daha hesaplı. 

Kazuo Ishiguro'nun "Avunamayanlar" romanını yazın ilk denize girişiniz gibi cumburlop atlayın derim. Bakalım siz avunamayanlardan mısınız yoksa o arada kalan piyanist misiniz yoksa aslında her iki yanda da bulunuyor muyuz? 

Aptulika

25 Haziran 2020 Perşembe

Sexenler Fitbol 4 : Maradona


Jenk Daniels dizinin dördüncü ve son yazısında Maradona'yı anlatmaya şu sözlerle başlıyor,

"Maradona fazla politik kimliği, hırçınlığı, kavgaları, ukalalığı ve yetenekleriyle dünya futbolunun che guevara'sıdır; başka bir ifadeyle o, futbol kültürünün 'tanrısıdır'dır.
Neden tanrısı olduğunu aşağıda anlatıyorum."






"... and that is why Maradona is the greatest player in the world!" 






Napoli formasıyla 2 şampiyonluk yaşayan Maradona, 1986 Dünya Kupası'nın da yıldızıydı.


 Çalkantılı bir hayata rağmen Maradona 2000’de FİFA tarafından Pele ile birlikte yüzyılın futbolcusu seçildi. 


11 Aralık 2000’de yapılan bir törenle ödülünü aldı. 

Fakat törende kendi ödülünü aldıktan hemen sonra Pele’nin ödül almasını beklemeden salonu terketti. 

Nitekim bir gün sonra yaptığı açıklamada 

“Kendi bedenime karşı saygısız olsam da işime devamlı saygılıydım;
 bu yüzden de dünyanın en iyisi benim” 

diyerek bütün spor kamuoyunun beklediği açıklamayı yapmıştı.




Futbola Boca Juniors takımında başladı ve burada 1981’e kadar oynadı. 1981’de rekor bir ücretle (12 milyon Dolar) Barcelona’ya transfer oldu
Ama Barcelona da olmadı.  Akılda kalan tek olayı  Barcelona'da kral kupası  finalinde maçta Athletıc Bilbao kasabı  Ion Andoni Goikoetxea' nın  yaptığı  gaddar fauller sonrası 1-0 maçı kaybedince  İspanya kralı önünde  iki takım arasında çıkan  kavgada attığı  uçan tekmeydi.  Bu da onun Barcelona  kariyerının sonu oldu.



Futbolunu konuşmaya gerek yok,
dünyanın en iyi futbolcusuydu  hala da öyle
ama o kadar renkli ve özel  bir kişilikti ki...
isterseniz kısaca tanıyalım tekrar. 

İtalya  gibi  dünyanın en sert futbol oynanan liğinde tek başına Napoli gibi nerdeyse bir köy takımını şampiyon yaptı.
Maradona adına İtalya'da  bir kilise bulunmaktadır.
 ‘Maradona Kilise’sinin şu anda dünya çapında yaklaşık 120 bin üyesi bulunuyor. 30 Ekim 1998 yılında kurulan kilise, Maradona’nın İngiltere’ye ‘Tanrının eli’nin yardımıyla” attığı golün yıldönümü olan 22 Haziran 1986’nın kutsal gün ilan edilmesine karar verilmiş.
 Ünlü futbolcu adına para bile bastıran kilisenin kurucusu Marcela Amez, ‘gerçek bir kilise olmadıklarını’ ise her fırsatta dile getiriyor.




Gelelim İngiltere'ye atılan gole...

Arjantin ile İngıltere  4 yıl önce Falkland Adaları yüzünden savaşmıştı ve bu maç bir nevi üzerinde  güneş batmayan İmparatorluk ile  Arjantin arasında ki hesaplaşma idi.
Tahmin edildiği gibi, Arjantin halkı için bu bir futbol maçından çok kaybedilen savaşın intikamı olarak görülecektir.

Maradona, 51. dakikada İngiliz oyuncuları çalımlarla ekarte edip topu takım arkadaşına yolladı. Arjantinli oyuncu topu kontrol edemedi ve ingiliz savunmacı topu uzaklaştırmak isterken ters bir vuruş yaptı. Top ilahi bir kavis alıp süzülerek kale alanına doğru inerken, pozisyonu takip eden Maradona, İngiltere kalecisi Shilton ile aynı anda topa zıpladı.
Ve boyu yetmediği için elini kafasının üstüne uzatıp  eliyle golü attı. Hakem golü vermişti.
Aztec stadı  çıldırmıştı 
Ve İngilizler deliriyordu.
Çünkü herkes eli görmüştü.  
Ama Maradona buna "Tanrının Eli" demişti, daha sonra.


Asıl olay ise Maradona'nın golden tam 4 dakika sonra, kendi yarı alanından aldığı topla ilerleyerek, müthiş bir süratle sırasıyla Peter Beardsley, Peter Reid, Terry Butcher ve Terry Fenwick'i geçmiş, en son kaleci Shilton'u da çalımlayıp topu boş kaleye yuvarlamıştı. Bu gol birçok futbolsever tarafından tarihte atılmış en güzel gol olarak kabul görürken, ingiliz spiker durumu çok güzel özetlemiştir: 
"... and that is why Maradona is the greatest player in the world!" (işte bu yüzden dünyanın en büyük oyuncusu Maradona)

Ve böylelikle tarihe geçti.


Futbol hayatında  şöhreti yakaladığında bir çok mafya üyesi etrafını sardı..  onunla foto çekti... gece hayatına daldı... pahalı hediyeler aldı.
Maradona'ya mafya  ilişkisi sorulduğunda...
 "Ben sadece yanıma gelen eğlendiğim, bana futbolumdan ötürü  hayran olan zengin fakir  herkesle eğlendim, foto çektirdim  hiç kimseyi geri çevirmedim, adını bile sormadım. " diyecekti.


 Uyuşturucu  tedavisi  görürken  bir hemşireyle  sevişirken görüntülendi.


 Maradona'nın  kaçak saat olayı yüzünden vergi kaçakçılığı da dahil edilip,  bir takım organizasyonlara seyirci olarak alınmayıp, ülkelere girişi yasaklanmıştı ama o intikamını Arjantın milli takımına teknik direktör olunca  takımının başına çift  saat takarak aldı.


 1990 dünya kupasında Maradona'ya bitmiş  gözüyle bakılıyor ve  kimse Arjantin milli takımı ve Maradona'yla doğru dürüst röportaj bile yapmıyordu. Finale  herkes İtalya kalacak diye bakıyordu.
Ama İtalya'yı eleyen  Arjantın final maçına çıkmadan önce bütün basın röportaj için  kampa geldiğinde  Maradona kapıyı açtı ve
 "Bütün kupa  boyunca İtalyanlarla röportaj yaptınız şimdi gidin onlarla konuşun." dedi ve  kapıyı kapadı.  

Son olarak şunu söyledi:
"Dünya üzerinde futbolun adı geçtiği sürece herkes Maradona'nın adını bilecek ve hatırlayacaktır."






Sexenler Fitbol 3 : Beşinci Beatle yani George Best


"Eğer bana üç kişiyi çalımlayıp 30 yarddan Liverpool'a nefis bir gol atıp tribünleri ayağa kaldırmak mı, dünya güzelini yatağa atmak mı diye sorsanız karar vermesi çok zor olurdu. Şanslı biri olarak her ikisini de yaptım. Ama birini 50 bin kişinin gözleri önünde.''
diyordu 1968'lerin unutulmaz futbolcusu George Best. 






"Maradona good, Pele better, George best!"




Bir  İrlandalının İngiltere'yi fethi ise tam tersi bir hikayeydi.
Yetenek, özgüven ile  bir İrlandalının İngilizlere dersini vermesi idi:
George Best!

Manchester United'da iken tribünlerin ve medyanın odak noktası haline geldi. 
"Futbolun James Dean'i" 
veya 
uzun siyah saçları, yakışıklılığıyla 
"Beşinci Beatle" 
‘Beatles’a ithafen lakaplarını alan Best için bu şöhret; kumar, kadınlardı.

1984 yılında alkollü iken araba kullanmak, polise kaba davranmaktan suçlu bulundu ve kefaleti de ödeyemediğinden 3 ay hapishanede kaldı. 

"Hayatımdaki her şeyi çalımladım, alkol hariç" diyen Best 2002'de karaciğer nakli oldu.

Hakkında "Best, gelmiş geçmiş en yetenekli futbolculardan biriydi ve büyük ihtimalle de büyük bir milli final oynayamayan en iyi futbolcuydu.’’ deniliyordu.

Futbolculuğunun önüne geçen tüm yan faktörlere rağmen Best’in kariyeri yükselmeye devam ediyordu. 1967-68 sezonunu bir kanat oyuncusu olarak 28 golle tamamlaması ve gol kralı olması kendisiyle ilgili tartışmasız bazı gerçekleri de insanların aklına kazıyordu. O artık bir stardı. Aynı sezon takımı Şampiyon Kulüpler Kupası’nda zafere ulaşırken Best, takımı taşıyan oyuncu konumundaydı.
Ama dahi çocuk Best için aslında  en çok akılda kalan söz ise: 
"Maradona good, Pele better, George best!"

Hayatındaki en büyük  talihsizliği ise şu sözle anlatıyordu...

"Sigara ve alkolü bıraktım...
hayatımın en zor gecen 20  dakikasıydı."





"Eğer biraz daha tipsiz olsaydım, Pele'nin adı dahi anılmazdı."






En büyük şanssızlığı ise yeteneğiydi.

"'Eğer bana üç kişiyi çalımlayıp 30 yarddan Liverpool'a nefis bir gol atıp tribünleri ayağa kaldırmak mı, dünya güzelini yatağa atmak mı diye sorsanız karar vermesi çok zor olurdu. Şanslı biri olarak her ikisini de yaptım. Ama birini 50 bin kişinin gözleri önünde.''



Bu yüzden her şeyi yapacağını düşündü ve yaptı.
Ama tabii ki bir yere kadar.

466 kere Manchester forması giyen Best, toplam 178 gole imzasını koydu, altısını sadece bir maçta Northampton Town'a karşı atmıştır. 1974'te 27 yaşındayken antremanlara devamsızlığı ve aşırı alkol yüzünden Manchester'dan kovuldu. Sonraki 10 yıl Fulham, Stockport County, Dunstable Town, Fort Lauderdale Strikers, Hibernian, Cork Celtics, Los Angeles Aztecs, San Jose Earthquakes, Brisbale Lions ve en son Bournemouth formalarını giydi. 1983'te 37 yaşında futbolculuk kariyerine noktayı koydu.





Yetenek olarak Pele ve Diego Maradona ile karşılaştırılan Best için milli takımının görece ufak kalması dünya sahnesine çıkmasını engellediği de söylenmektedir. ,
Pele onun için "Gördüğüm en iyi futbolcuydu" der. 
Maradona da "George Best. O benim idolümdü" diyerek ona karşı olan sevgisini belirtir.



Mart 2000, karaciğerinde alkole bağlı ciddi bir rahatsızlık ortaya çıktı. Temmuz 2002, karaciğer nakledildi. kanama nedeniyle yoğun bakıma alındı.
20 Kasım 2005 Tabloit gazetelerden News of the World, Best'in hastane yatağında fotoğrafını yayımladı ve altına son mesajı olarak "Benim gibi ölmeyin" dediğini yazdı. 25 Kasım 2005 akciğer enfeksiyonu ve organ yetmezliğinden Best 59 yaşında hayata gözlerini yumdu.





24 Haziran 2020 Çarşamba

Sexenler Fitbol 2 : Devrimci Doktor Socrates


"Çocukluk kahramanlarının Fidel Castro, Che Guevara ve John Lennon olduğunu söyleyen Socrates, 15 kasım 1982 de Brezilya'da dikta rejiminin yıkılması ümidiyle yapılan seçimler öncesi maça "Dia 15 Vote" yani "15'inde seçime"  yazılı formalarla çıktılar. Bu tam bir başkaldırıydı."








Bir de futbolun doktoru ve devrimcisi Socrates var.


Ününü ve popülerliğini bir ideolojiyle  taçlandıran bir futbol devrimcisi!


Diktatörlüğe karşı direnen, bugün karşımızda modern futbol olarak sunulan amaca yönelik oyuna karşı güzel oyunu sergileyen futbolun filozofuydu Sokrates. 


1982 takımını şöyle özetleyecekti:


 “Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. 
İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar.  
Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha önemlidir.”     


                


Yoksulluk içinde ve bir kütüphanede yaşayan babasının kendisine bu ismi vermesinin dışında diğer erkek kardeşlerine de Antik Yunan şairi Sofocles ve filozof Sostones ismini vermesi, aslında nasıl bir aileden geldiğini anlatıyor.


Dünya kupası sonrası ülkesinde verdiği bir röportajda şunu da demişti:

“Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… 
Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz.”




Sozo onun kim oldugunu anlatıyor aslında...
Bandana takardı ve  demokrasi ve sosyalizme özlem duyan talepler yazılıydı.

Çocukluk kahramanlarının Fidel Castro, Che Guevara ve John Lennon olduğunu söyleyen Socrates, 15 kasım 1982 de Brezilya'da dikta rejiminin yıkılması ümidiyle yapılan seçimler öncesi maça "Dia 15 Vote" yani "15'inde seçime"  yazılı formalarla çıktılar. Bu tam bir başkaldırıydı.

 Ve  böylece  Corinthians Demokrasi Hareketi'nin kurucuları arasına girdi. Kulüpte her karar, yetkililerin, teknik ekibin ve futbolcuların katıldığı oylamayla alınıyordu. Socrates'in öncü olduğu sistem tuttu ve takım 1982'de Brezilya Ligi'nde yarı final oynadı. Eyalet liginde de 1982 ve 1983'te şampiyon oldu. 





Corinthians takımı o dönemde, askeri hükümete gönderdiği mesajlarla da ün salmıştı. Takım sahaya üzerinde ''Seçim yapılsın'' ve ''Cumhurbaşkanını ben seçmek istiyorum'' yazan pankartlarla çıkıyordu.

Mücadelesine futbolu bıraktıktan sonra da devam etti. Futbol oynarken aynı zamanda  üniversitede de olumuş, doktor olmuştu daha sonra da felsefe bölümünde eğitimini sürdürdü.



Yaşamının sonuna kadar Brezilya'nın fakir mahallelerinde, gönüllü olarak  doktorluk yaptı.

Sigara  ve içki yakasını bırakmadı ya da o onları bırakmadı. Socrates'in hastalığına sigara ve alkol bağımlılığı yol açtı. 

Ünlü futbolcu, yıllar önce SporTV'ye yaptığı açıklamada, 
''Alkol benim dostum ancak sahadaki performansımı etkilemiyor'' 
demişti.

Ama hayatını onlara teslim ettiğinde  Brezilya halkı günlerce ağlayacaktı. 



Sexenler Fitbol 1 : Sarı Fare


1968 yılında İstanbul'a dünya futbol devi Ajax ve yıldızı Sarı Fare lakaplı Johan Cruyff gelir. Şampiyon Kulüpler Kupası 2. tur maçında Fenerbahçe ile oynayacaklardı. Ajax takımı otelden stada geldikleri otobüste inatçı bir şöför vardır. 



Bu fotoğrafın öyküsünü ve Johan Cruyff'u aşağıda Jenk Daniels'in kaleminden okuyacaksınız. 
Bu ilk yazı ve devamı gelecek... 
1970'li ve 80'li yıllarda bakın bakalım fitbol nasıl bişiymiş.






Herkesin hem fikir olduğu gibi, 80'li yıllarda  futbol endüstri değildi.

Spordu !  

Bu yüzden sporcular vardı...

 maç vardı !

Oyuncular yetenekleri dışında  zekaları ile 30'lu yaşlarından sonra da oynayabiliyordu ve magazinsel yönü, 'serserilik' alanı daha rahat ve genişti.

Ne gariptir ki futbolu  endüstriyel olarak sistematik bir hale getiren alt yapıyı  takıma bir  kaynak olarak kullanmayı  başaran  ve taktiksel olarak bir şablonla oynamayı  zorunlu hale getiren kişi
Johan Cruyff'tur. 
Yani sahadaki celimsiz  ama ele avuca sığmayan  fiziğiyle Sarı Fare.


Futbolun olayını  çok net açıklamıştı:


"Futbol basit bir  oyundur.
Önemli olan bunu basit oynamaktır."




Bu kadar sıkıcı bilgiden sonra  olayın daha renkli ve neden futbolun özel olduğunu gösteren yönüne gelelim.

Johan Cruyff, futbolcuyken bile çok sigara içermiş, öyle ki  3-4 paket içtiği söyleniyor. Daha sonra da geçirdiği kalp krizleri yüzünden artık cak cuk ciklet çiğneyen bu adam,  teknik direktörlüğünde de ağzından lolipopu düşürmeyen bu adamın  maçlardan ya bir gün, ya da bir saat önce takım arkadaşlarıyla sigara, puro ve içki içip, kumar oynayarak maça konsantre olması ilginç bir olaydır.




Herneyse biz gene yazının başındaki ikinci fotoğrafın öyküsüne dönelim.

Hollanda ekibi Ajax, şampiyon kulüpler kupası 2. tur maçında Fenerbahçe'yle oynayacağı maç için İstanbul'a gelir.  İstanbul'da hava o tarihlerde oldukça yağmurludur ve maçın oynanacağı Mithatpaşa (İnönü) Stadı'nın zemini yağmurdan dolayı bir hayli zarar görmüştür.

Bunun üzerine yetkililer maçı 1 gün sonraya, 28 kasım 1968'e ertelerler. 

Cruyff ve takım arkadaşları da İstanbul'da mecburen 1 gün daha fazla kalırlar.

Ertesi gün yağmur hala devam etmektedir ancak o maç artık bir şekilde oynanmak zorundadır. 

Ajax takımı kaldığı otelden Mithatpaşa Stadı'na doğru yola çıkar. Ajax takımını taşıyan otobüsün şoförü kaygan zemini hesaba katmaz ve Osmanbey'de bir kazaya karışır.

İnatçı şöför, "Ben maç falan anlamam zabıt tutulacak."  Şöföre laf anlatamayan Ajaxlı futbolcular  ve Cruyff (sağ başta)

Trafiksiz, dertsiz tasasız Hollanda'nın bağrından kopup gelen futbolcular ve teknik ekip, bir anda kendilerini İstanbul trafiği hengamesinin içinde bulurlar. Kazaya karışan şoför ve Ajaxlı futbolcular araçlarından inerek bir anda bir tartışmanın içine girerler. Cruyff ve arkadaşları şoföre maça yetişmeleri gerektiğini anlatmaya çalışsa da adam bir hayli inatçı çıkmıştır.
İnatçı şoför, tutanak tutulması için trafik polisinin gelmesini bekler. Sonunda trafik polisi gelir, tutanaklar tutulur ama araçlar  ortada kalmıştır. Ajax takımı ve Sarı Fare  bozulan aracı iterler ve Ajax otobüsü böylece Mithatpaşa Stadı'na doğru tekrar yola çıkar.  



Erteleme maçı, zeminin kötü olmasına rağmen mecburen oynanır ve Ajax, Fenerbahçe'yi 2-0 mağlup eder.

1968 yılında İstanbul'a dünya futbol devi Ajax ve yıldızı Sarı Fare lakaplı Johan Cruyff gelir. Yolda kalan otobüsü çalıştırmak için inip kazadaki öteki aracı iterler. 

Bugün Ronaldo ya da Neymar'ın acaba bunu yapma ihtimali nedir? 







23 Haziran 2020 Salı

Blues Perişan'da yazılarıyla Jenk Daniels


Blog paylaşımlarında ara sıra böyle su koyuveriyorum işte. Böyle aralar oluyor ve blog yazısız kalıyor ama elimde yazı yok sanmayınız...hem de öyle çok var ki bir hafta idare eder. Ancak ne oluyor nasıl oluyor insana bir bezginlik geliyor ve yayınlamaya üşeniyorum. Geçen haftadan beri Byfuss'ın yeni yazısı elimde bekleyip duruyor. Sevgi Yeşilyaprak ise upuzun bir yazı kaleme almış, onu da bölümlere ayırsam bir hafta idare eder. 

Bekleyen yazılar arasında bir de aramıza yeni katılan bir arkadaş var ki, onu da bu bezginlik içinde bir hafta beklettik. Aramıza yeni katılan Jenk Daniels bundan sonra Blues Perişan Blog'da yazılarıyla bizlerle birlikte olacak. 

Jenk Daniels ile tanışıklığım 30 yıla yakındır ve bir dönem çıkardığımız Şebek dergisi'nde de K-6 Cenk imzasıyla yazılar yazmıştı. Geçen haftalarda 1970'lerin efsane futbolcuları üzerine geyik yaparken ona blog'a bunları yazsana dedim. Böylece ilk olarak 70'lerin efsane futbolcuları üzerine harika yazıları geldi. Onları elbette buradan paylaşacağım ama önce Cenk'i (Jenk Daniels) bir tanıyalım. 

Yıl 1989 ve İstanbul Aksaray'daki pasajlarda bulunan kaset kaydı yapan plakçılar dükkana gelen bir yeni yetme çocuktan illallah demişlerdi. Bu çocuk devamlı kromlu 90'lık kasete her albümden birer parça seçip kaydettirirdi. İşte o günlerde plakçılara kan kusturan bu çocuk Jenk'ti. 

Galata Köprüsü ve altı bir dönemin efsaneleşmiş mekanıydı. Otuz yıl öncesinin bu harika mekanı Köprüaltı bugün yok, çünkü yandı. Bizim Jenk de ilk olarak 18 yaşında gittiğinde şanşsızdı çünkü o sene Köprüaltı kül olacaktı. Orayla geç tanışmıştı ama oranın efsane güzel insanları Ethem ve Zeki'yi tanıyacaktı. 

Bizim Jenk grafikerdir ve 1990'ların başında da bir grafik ajansında çalışıyordu. Orada sadece grafik tasarım yapmakla kalmıyor, kendisine tişörtler de çiziyordu. Eh o zaman rock - metal tişörtleri yoktu hani. Derken bir gün Köprüaltı müdavimlerini Taksim'deki Bilsak'ın 5. katında buldu ve oraya takıldı. Bir  gün orada insanlardan Köprüaltı'ndaki Kemancı ve Gitar gibi mekanların Taksim'de açıldığını duydu. Bu haberin ardından yola çıkan Jenk, gördüğü ilk Guns'n Roses tişörtlü çocuğun peşine takılıp Gitar'a girene kadar takip etti. Gitar'ın kapısındaki badigarda küfür eder gibi Kemancı'nın yerini sordu. Bizimki Kemancı'yı buldu ve bir daha da oradan çıkmadı.

Önce eski Kemancı'da müşteri sonra da DJ oldu. O zaman CD yoktu ve DJ'lik kasetten çalarak yapılıyordu. O günlerden bir fotoğrafta Jenk kısa saçlı ve DJ olarak görülüyor. Bitli ya da salaş Kemancı diye anılan ilk mekanın açıldığı gün daha DJ kabini falan olmadığı için barın yanındaki rafa Sonny teybi koymuşlardı. DJ de bara oturup, kaseti walkmenden ayarlayıp sete koyup çalıyor, yani bir hayli külfetli bir iş.  Ha bu arada Jenk'in arkasında da sakallı ve kısa saçlı haliyle rahmetli Zeki görülmekte. 
Daha sonra yeni Kemancı açıldı. Alt kat üst kat canlı müzik yapılıyordu. Jenk Daniels bu süreçte eski Kemancı'yı 6 - 7 ay işletti. Arada bateri çaldı, fotoğraf çekti, gene Kemancı ve Caravan'da DJ'lik yaptı. Caravan da o dönemin önemli rock barlarından biriydi ve yıllar sonra tekrar açıldığında yine as kadroda o vardı. 

Çok sonraları Beyoğlu'nda Dorock kurulacaktı ve Jenk orada Kramp ve Köprüaltı Müdavimleri geceleri yaparak eskileri toplayacaktı. 

Bu arada unutmadan Özgür Yici'nin efsane dergisi Rock Kazanı'nda da ilk okuyucu röportajı da Jenk Daniels ile yapılmıştı. 

Jenk şu anda DJ, art direktör ve rock dinozoru olarak hayatını devam ettirmektedir. 

Ve son olarak Blues Perişan blog yazarı olarak Jenk Daniels'e hoş geldin diyelim.

Aptulika

19 Haziran 2020 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 146


John Berger 
 "Manzaralar"
Çeviri: Beril Eyüboğlu
Özlem Dalkıran
Oğuz Tecimen
Metis Yayınları
 (Mayıs 2019)



John Berger'i 2017 yılında kaybetmiştik. Bir süre sonra onun dergilerde, konferanslarda ve başka alanlarda çıkan yazıları bir araya getirilerek "Portreler" kitabı yayınlanmıştı. Açıkcası kitaplarının neredeyse tamamını okuduğum için daha önceden bildiğim metinlerle karşılaşacağımı sanmıştım. Ancak öyle olmadı ve daha önce bilmediğim yazılarıyla karşılaştım. Tabi daha önceden bildiğim bazı konulara da değiniliyorsa da bende bir "temcit pilavı" olmak durumu göstermedi. O kalın kitap bitmişti, bir de baktım ki, onun devamı olan "Manzaralar" çıkıverdi. Tabi onu da aldım ama hemen okumamıştım ve iki ay önce karantina günleri bu fırsattır dedim ve başladım. Öyle keyifli okudum ki, içimden bir yeni kitap daha olsa diye geçirdim. Bu yeni kitaptaki yazılardan bir kısmı Berger"in BBC televizyonuna hazırladığı belgeselden de alıntıları taşıyor. Tam bunu öğrenmiş ve kitabı bitirmiştim ki mail kutuma bir mesaj gelecekti. Gönderen usta davulcu dostum Alpay Şalt'tı ve şöyle diyordu: "John Berger’in BBC için hazırlayıp sunduğu, 1972 yapımı ‘Görme Biçimleri’ belgeseli (Türkçe Altyazılı) yayınlanıyor." yazıp, bana bir de linkini gönderiyordu. Alpay'ın yaptığı bu sürpriz ile bir nevi yeni bir Berger kitabına da başlıyor olacaktım. 

John Berger bir sanat eleştirmeni ama köken olarak sanat tarihçi değil ressam. Bu nedenle de resmin sorunlarını iyi yansıtıyor. Onun ufkumu açan kitabı "Görme Biçimleri"nde sanat yapıtı üzerinden direkt yaklaşımla incelemesini çok sevdim. Bu yüzden de sadece plastik sanatlar (resim, heykel) değil, fotoğraf, karikatür, afiş, haber görseli hatta en sıradan bir görsel üzerine bir çok şeyin incelenebileceği fikrine vardım. Haddim olmasa da onun kitabının ismi olan "Görme Biçimleri"ni alarak kendi penceremden bir bakış açısı oluşturdum. 
John Berger'in ressamlıktan gelen bir sanat eleştirmeni olduğunu belirtmiştim ama onun senaryo yazarı, romancı, belgeselci, araştırmacı olduğunu da belirtmeliyim. Sosyalist dünya görüşüne de sahip olan yazar sanatı incelerken tarih, sınıfsal açı ve toplum üzerine de pencereler açıyor. 



Kitabı yayına hazırlayan Tom Overton kitabın önsözünde, "Bazen bir manzara orada yaşayanların hayatları için bir dekordan ziyade ardında mücadelelerinin , başarılarının ve kazalarının vuku bulduğu bir perde gibidir. Orada yaşayanlarla birlikte perdenin ardında olanlar için köşe taşları artık yalnızca coğrafi değildir, aynı zamanda biyografik ve kişiseldir."  Bu giriş yazısından sonra kitabın kapağına baktığınızda bir manzara ile karşılaşırsınız. Bu size pastoral hatta sıradan bir manzara etkisi verir, oysa bu Thomas Gainsborough'ın "Bay ve Bayan Andrews" isimli tablosunun detayıdır. Hatta bir detaydan ziyade resmi iki eşit parçaya bölerek sol yanını kitaba kapak yapmışlardır. Oysa resme tümüyle baktığınızda Overton'un yukarda yaptığı tanımla yüz yüze gelirsiniz. Bu tablonun sağ bölümünde Andrews çifti arzı endam eder ve mülkleri olan araziyle birlikte resmedilmek isterler ve siz oraya izinsiz giremezsiniz. Vakti zamanında John Berger'in "Görme Biçimleri" BBC 'ye belgesel program olarak çekilirken yönetmen Mike Dibb resimdeki ağacın üzerine "Trespassers Keep Out" yani "Girmek Yasaktır" tabelası koyarak Berger'in argümanına vurgu yapmış. Aslında bu resme tümüyle baktığınızda o tabela olmasa da Andrews çifti size "Hop nereye" der gibidir. 

İşte kitabın kapağından başlayarak girişte görme biçimlerinin sanat yapıtını özne olarak alıp, keşifli yolculuğuna giriyorsunuz. 


İlk kitap "Portreler"den sonra çıkan "Manzaralar"  iki bölümde oluşuyor. Birinci bölüm olan "Haritaları Yeniden Çizmek", Krakow'dan başlıyor. Oradan Danimarkalı İşçi Oyuncularla Berthold Brecht'e gidiliyor. Haritalarda Marquez, James Joyce, Rosa Luxemburg ve nice yazar yerini alıyor. 
Bu ilk bölümde John Berger, "Ressamlığın ve Heykeltıraşlığın Temeli Çizimdir" ana başlığında da bir yazıyı kaleme almış. Bununla da kalmayarak "Kağıt Kalem Alıp Çizmek" diye bir iletişim yolunu da anlatmış. Dilini bilmediğiniz bir insanla çizerek anlaşmak hatta sohbet edebilmek. Bunu ben bu kitapta ilk defa okumuş olsam da yıllar önce ilk kez yurtdışına çıktığımda uyguladım bile. 1989 yılı falandı ve usta romancımız Latife Tekin'le tanışmıştım. Latife bana ülkemize konuk olarak gelen bir yazarla İngilizce bilmediği halde çizgi ile saatlerce konuşup, sohbet ettiklerini anlatmıştı. Üstelik bana iyi resim yapamadığını da belirtmişti ve buna rağmen çizerek konuşulabileceğini anlatmıştı. Sonraları ilk kez Paris'e gittiğimde tek kelime Fransızca bilmeden dolaşabilmiştim. Yani Latife bana bir yabancı dil öğretmişti.
Latife Tekin'in o gün anlattığı ülkemize konuk olarak gelen yabancı yazarın ismi John Berger'di ve "Manzaralar" kitabında "Kağıt Kalem Alıp Çizmek" yazısında bu olay anlatılıyordu. 

Manzaralar" kitabının ikinci bölümü "Arazi" ismini taşıyor. Rönesans'tan Kübizm'e sanat akımlarının işlendiği bu bölümde "Sovyet Estetiği" konusu benim için dikkat çekiciydi. Bir sosyalist devrim deneyiminin sanata bakışı hatası ve sevabıyla veriliyordu. 

"Manzaralar" John Berger'in sanat üzerine yazılarından oluşan harika bir kitap, ama her zaman olduğu gibi sanat yapıtını esas alan görme biçimleri. 


Aptulika

15 Haziran 2020 Pazartesi

Yolgezer'in kayıp albümü 15 yıl sonra huzurlarınızda!


Yolgezer'in 2005 yılında kaydettiği ve 10 şarkının yer aldığı albümü; 80'ler Production'ın kayıp albümleri gün yüzüne çıkarma projesiyle, tam 15 yıl sonra tüm dijital platformlarda dinleyiciyle buluşuyor.   



 2000'li yıllar başlarken, yolları Uludağ Üniversitesi'nde kesişen 6 müzisyen; aralarındaki müzikal uyumu farkeder ve bir grup kurmaya karar verirler. Kendi bestelerini yapmaya girişen grubun ismi "Yolgezer" olur. İstanbul'da Kemancı, Balans, Buddha, Peyote; Bursa'da Resimli; Eskişehir'de 222, Gönen'de Sanat Cafe&Bar gibi Türkiye'nin önemli mekanlarında ve BarışaRock, Zeytinli Rock Festivali, Bursa 19 Mayıs Rock Şenliği gibi dönemin önemli festivallerinde seyirciye kendi şarkılarıyla seslenirler. 

     9. Efes Dark Roxy Müzik Günleri'nde finale kalan Yolgezer, jürideki Taner Öngür'ün ön ayak olmasıyla 2004'te albüm kayıtlarına başlar. 2005'te tamamlanan 10 şarkılık bu albüm bir türlü yayınlanmaz. 2007 yılında solist Ezgi, bas gitarist Alp ve gitarist Kerem yan projeleri Ev Kedisi'yle Nokia Supersound'a katılırlar ve bu ekip "Kutu Kutu Pense" isimli şarkısıyla o yılın kazananlarından olur.



     2009'da son kez sahne alan Yolgezer'in 2000 yılında Bursa'da başlayan macerası, 9 yılın ardından İstanbul'da son bulur.

          Huzurlarınızda; toplumsal düzeni, savaşları ve tabii aşkı dert edinen 10 şarkının yer aldığı Yolgezer albümü "1d10". 


Vokal: Ezgi Sülün
Gitar: Kerem Sakarya
Bas: Alp Çoksoyluer
Klavye: Kemal Efe
Davul: Can Avcı
Perküsyon: "Hüss"  


Full albüm:  https://www.youtube.com/watch?v=vjEMA4s4TZY  

Spotify: https://open.spotify.com/album/0xxYi1qU9Vjq1y7rUk0YRO

Apple Music: https://music.apple.com/tr/album/1d10/1515118779





( Tanıtım Bülteninden)

11 Haziran 2020 Perşembe

21 yıl sonra "Fatih Erkoç" plak olarak bugün çıkıyor


Türkiyenin  Pop ve Caz Müziği'nin büyük ustası Fatih  Erkoç’un müzik anlayışını en çok yansıtan çalışması altıncı albümünde olmuştu. 1999 yılında çıkan bu albümüne de kendi ismini vermişti.   Bu albüm 21 yıl sonra ilk kez plak formatında  bugün piyasaya çıkıyor. 
Yayınlandığı dönem sanatçının müzikal birikiminin bir dışavurumu olarak kabul edilen ve Türkçe Soul/ R’n B tadında şarkılarla eşsiz bir örnek teşkil eden bu albüm, 12 Haziran Cuma günü plakseverlerin ve koleksiyonerlerin raflarındaki yerini almaya başlayacak.
Fatih Erkoç’un “Bu müzik benim ruhumun, kalbimin ve beynimin müziği” diye tanımladığı  bu  6. solo albümünde 11 şarkı yer alıyor.’ Vefasız’,’ Bırakma’,’Sen Yoksun Diye’ ve ‘ Başka Bir Şey İstmem’ gibi popüler olmuş  şarkılarla birlikte dinleyenlere pozitif enerji yükleyen 7 şarkı daha bulunmakta.
Neredeyse tüm enstrümanları kendisinin çaldığı albümde ikisi Aylin Nacar, biri de Ayşe Birgül Yılmaz’a ait üç şarkı sözü dışında; bütün sözler, besteler ve düzenlemeler Fatih Erkoç’a ait, albümün prodüktörleri ise Fatih Erkoç ve Sıtkı Sırtanadolu.
Fatih Erkoç’un ‘Fatih Erkoç ‘ LP albümü,  500 adetle sınırlı olarak, açılır kapaklı tasarımı ve şarkı sözlerinin de yer aldığı 4 sayfa Insert ile birlikte 12 Haziran 2020 Cuma günü itibarıyle Rainbow45 Records etiketiyle ve Universal Müzik Türkiye dağıtımıyla plak olarak piyasada. 



10 Haziran 2020 Çarşamba

Eski UFO Gitaristi Paul 'Tonka' Chapman Öldü.


UFO'nun eski gitaristi Paul “Tonka” Chapman  dün (9 Haziran 2020) hayata veda etti . Chapman 66 yaşındaydı ve doğum gününde yaşamını yitirdi. 

Galler doğumlu müzisyen 1968'den ölümüne kadar müzik hayatını sürdürdü. 1971'de İngiliz grubu Skid Row'da Gary Moore'un yerini alarak profesyonel kariyerine adım atan sanatçı, 1974'te UFO'ya katıldı. Ancak bir yıl sonra kişisel farklılıklar nedeniyle ayrıldı ve bunun yerine Lone Star'ı kurdu. 1978'de yeniden UFO kadrosuna geçen Chapman, 1983'teki bölünmeden önce dört albümde çalıştı – No Place to Run, The Wild, The Willing and the Innocent, Mechanix ve Making Contact –  





6 Haziran 2020 Cumartesi

4 Haziran 1992...İlk özel radyo yayını ve ilk dinleyicisi


Fotoğraf: Necat Nazaroğlu

Özel radyolar ilk olarak 1990'ların başında hayatımıza girecekti. İstanbul'da yayın yapan ilk özel radyo da Kent FM 101 olacaktı. Şimdi kısaca  o yıllara gidersek akla hemen şu unutulmaz radyo programları gelecektir: Kara Tren (Rock'n Roll programı), Orion (klasik rock / progresif), Cool (indies), Azı Dişi Kerpeteni (metal), Elegance (Fransızca pop), İyiler Siyah Giyer (New Wave), Kemal'in Ezcanesi ( techno), Posta Arabası(country), Rasta (raggea) ve daha niceleri. Tabi yıllar içinde efsaneleşip filmi de yapılan "Kaybedenler Kulübü" Kent FM 101'de o yılların unutulmazları arasında yerini alacaktı.

Geçtiğimiz salı günü instagram canlı yayınıma konuk olan Kronik grubunun gitaristi Özer Sarısakal o radyo kanalında "Azı Dişi Kerpeteni" isimli efsane rock, metal programını yapmıştı ve tabi o günleri de konuşmadan edemezdik.
Özer Sarısakal, Kent FM'de bu programı yapmadan önce, kuruluş aşamasında da yer alan bir kaç isimden biriydi. Tabi salı günü yaptığımız instagram canlı yayınında da konu ister istemez o günlere gelecekti. Soruma "İlk özel radyolardan biri olan Kent FM" diye başladığımda, Özer hemen söze girecekti ve şunları söyleyecekti:

"Kent FM ilk kurulan radyolardan değil, Türkiye’den yayına başlayan ilk özel radyoydu!"

Simdi o günleri tekrar hatırlatmak gerekirse, radyo ve televizyon yayınları devlet tarafından yapılıyordu ve bu alanda sadece TRT vardı. Yani yurt içinden devlet haricinde radyo / TV yayını yapılması yasaktı.  Yurt içinden ilk yayına giren özel radyo ise Kent FM 101 olmuştu ve Özer de bunu hatırlatıyordu,

"Kent FM 101, yurt içinden yayın yapan ilk radyoydu."  dedikten sonra,  "Sen farkında değilsin, belki de hatırlamıyorsun ama ilk dinleyicisi de sendin." diye devam edip, beni hayretlere düşürecekti.

Sözü gene Özer'e bırakarak, o günlere yani bundan tam 28 yıl öncesinin tarihi anına dönelim:

"Radyoyu ilk kurduğumuzda teknik ekip çalışmalarını tamamladı ve vericiyi taktı. İşi bitirdikten sonra ise, 'Biz vericiyi taktık, her şey tamam, gerisine karışmayız. Bundan sonrası sizde.' dediler ve gittiler. Çünkü devlet harici yayın yapmak yasaktı. Türkiye’den o şekilde yayın yapılamıyordu. Böyle olunca da o teknik ekip yasal bir sorumluluğa girmemek için, 'Bundan sonrası bizi ilgilendirmez.' dedikten sonra bize, 'Şu şalteri açarsanız, gerekli bağlantıları yaptık zaten.' uyarısında bulunarak çekip, gitti.
Biz de onlar gittikten sonra, nasıl yapalım, bir test edelim falan dedik. Ne çalalım derken, o sıralarda Kronik’in ilk albümü 'Endless War'ı  kaydetmiştik ama daha yayınlanmamıştı. Orada bant kayıt olarak duruyordu. Hemen o kaydı koyduk, hani uzun süre çalsın da bizde frekanslardan falan arayalım, bakalım yayın var mı yok mu  dedik. Orada yayın bize geldi. Eh orada verici tepemizde yayın bize geliyor ama radyolardan insanlara ulaşabiliyor muydu? Yayını yaptığımız yere yakın oturan kimler var diye düşünmeye başladık. Yakında bu yayını alabilecek kim olabilir derken benim aklıma sen geldin. Sen de hemen vericinin yakınında olan bir semtte oturuyordun. Dur dedim belki Aptul yayını alabiliyor diye seni ev telefonundan aradım O zaman biliyorsun ev telefonuyla iletişim kuruluyordu. Aradım, sen de tesadüfen evdeymişsin. Sana aç bakalım radyoyu dedim, o şekilde  senin sayende yayının yapılıyor olduğunu öğrenmiştik. Sen durumu anlamadın belki ama ilk yayının ilk dinleyicisi sen olmuştun.  Hatta yayında çalan parçaya, bu kim falan da dedin. Kronik’in ilk albümü daha çıkmamış ve  sen de bilmiyorsun tabi. Kısaca özetlersem, 4 Haziran 1992 Kent FM 101 ilk yayın anında Kronik'in 'Endless War' albümü çalındı ve ilk özel radyo yayınını da ilk dinleyen sen olmuştun."

Bu sözlerden sonra,
" Vay be, Kent FM 101’in ilk yayınında denek olduğumu 28 yıl sonra bugün anlayacaktım." dememle Özer'in, "Evet Aptul, ilk yayında kobay olarak seni kullandık." itirafı gelecekti.

Tesadüf bu ya, Özer'le instagram canlı yayınını yaptığımız gün ilk özel radyo yayınının da yapılışının 28. yıldönümünden iki gün öncesiydi. 

Canlı yayında Özer, o tarihi anı...
"4 Haziran 1992 tarihinde Kent FM 101'in ilk yayınında Kronik'in 'Endless War' çalındı ve ilk dinleyicisi de Aptulika'ydı." özetleyecekti.

Varolduğum günden bu yana iflah olmaz bir radyo tutkunu olan ben en sonunda ilk özel radyo yayınını dinleyen ilk kişi olarak tarihe geçtim ya, artık ölsem de gam yemem. 

Aptulika


1994 yılı Cem Karaca Kent FM 101'de konuk olmuş ve radyonun bulunduğu binanın terasında bir hatıra fotoğrafı çekilmiş.


1993 yılndaki Kent FM 101 programları 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...