29 Nisan 2023 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 204

Gwendolyn Brooks

"Maud Martha"

Çeviri : Didar Zeynep Batumlu
İş Bankası Kültür Yayınları
  (1. Basım: Şubat 2023

 Yeni tanıştığım ABD'li siyahi kadın yazar Gwendolyn Brooks, aslında bir şair, "Maud Martha" da yazdığı tek roman. Okuduktan sonra yana yakıla başka romanlarını da okumak istiyorsunuz ama her şey bu tek kitapla bitiyor... eğer şiirleri dilimize çevrilirse bu boşluğu doldurabiliriz. Kansas doğumlu Brooks 1950 yılında Pulitzer ödülünü kazanan ilk siyahi (Afro Amerikan) şair olmuş. 1953 yılında da bu tek romanı olan "Maud Martha"yı çıkartmış. 

"Maud Martha" bana Sevgi Soysal'ın "Tante Rosa"sını hatırlattı. Her iki romanda da yazarların yaşamıyla izler var; birinde ABD'li bir siyah, diğerinde de sarışın bir kadın. Yani her ikisinde de toplumun genelinde öteki kalmak. İkinci romanında Sevgi Soysal bunu çok güzel bir akıcılıkta sunmuştu. Açıkcası Gwendolyn Brooks da bir hayatı öyle güzel bir akıcılıkta anlatıyor ki, su içer gibi okuyorsunuz. Burada yazarın şair olması da dilin şiirsel bir akıcılıkta sunulmasına neden olmuş. 

Siyah bir kadının 1920'lerden 1940'lara kadar süren olgunlaşma süreci  aktarılırken ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet meseleleri de  işlenmiş. Bu yapılırken "beyazlar bizi şöyle eziyor." türünden bir yaklaşım yerine mizahı ve ironiyi kullanmış. Irk ayrımcılığı, yoksulluk, savaş (1) ve bir de buna eklenen evliliğinin yarattığı hayal kırıklığına rağmen Maud Martha mutsuz bir kadın değildir. Yaşadıklarına rağmen hayattan mutlu anlar çıkarmayı başaran bir kadındır.

Bu arada Maud Martha siyahi bir kadındır ama ırk ayrımında sadece beyazlarla değil, daha açık tenli siyahların önyargılarıyla da mücadele etmek zorundadır. Siyahların arasındaki bu ten rengi hiyerarşisi de Brooks'un romanında çok güzel verilmekte. 

Aptulika


(1) Maud Martha romanındaki savaş yılları: İkinci Dünya Savaşı yılları. Romanda bir bölümde gıda kısıtlılığından bahsedilir ve ekmeğin karneyle satıldığı vurgulanır. Yahu biz o savaşın neredeyse göbeğinde yer aldık, iki arada bir derede savaşa girmedik ama yoklukları yaşadık. Ama be kardeşim okyanus ötesindeki ABD'de bile o savaş yıllarında ekmek karnesi olmuş. Aradan nerdeyse yarım asırdan fazlaca zaman geçti bizim sağ politikacıların İnönü'ye çamur atmak için ekmek karnesi dillerinden düşmüyor... Hatta şu an bile. 



28 Nisan 2023 Cuma

Albümleri Artık Yapay Zeka mı Yapıyor? - 4 Pollice Verso

Jean Leon Gerome - Pollice Verso- Tuval üzerine yağlıboya 1872

 

Eski Roma'da büyük arenalarda savaş esirleri ve kölelerden oluşturulan gladyatörler, Romalı insanları eğlendirmek için dövüştürülürdü. Halkın büyük tezahüratla izlediği bu dövüşlerde kimi zaman gladyatörler vahşi hayvanlarla da kapıştırılırlardı. Bu eğlence biçimi daha sonra bizim çocukken mahalle arasında arsalarda oynadığımız futbol maçlarından dev stadyumlara taşındı. Bu stadyumlar 1980'lerden sonra Avrupa'da konser mekanı haline de gelecekti. O yıllarda stadyum dolduran gruplar bir elin parmağı kadardı sanırım ilkler arasında Rolling Stones'u sayabiliriz. 1990'lardan sonra bizde de yabancı gruplar İnönü Stadyumu'na gelip ilkleri oluşturdular. 

O İstanbul Harbiye Açık Hava Tiyatrosu ya da AKM'deki hatta Spor Sergi Sarayı konserlerinde başlamadan önce yapılan "Konser başladığında fotoğraf çekmeyiniz" anonsuna artık gerek kalmıyordu. Bu anons neden yapılır derseniz, şu nedenleydi: konser esnasında patlayan flaşların ışığı ve sesiyle sahnedeki grup ya da müzisyen rahatsız olmasın diye. O yıllarda Spor Sergi Sarayı'nda (şimdiki Lütfü Kırdar'ın basket sahası hali) Keith Jarrett konseri olmuştu. Konser öncesi gazetelerde adamın çok huysuz olduğunu ve Atina konserinde seyirci ses yaptı diye konseri yarım bıraktığı yazılmıştı. O konsere giden dinleyici çıt çıkarmamak için yoğun bir çaba gösteriyordu. O eskilerde meşrubat satan çocuklar olurdu. Bunlar ellerinde tuttukları meşrubat kasasındaki cam şişelere açacakla vurup satış yaparlardı. İşte onlardan biri dolanırken izleyiciler çocuğun üzerine atlayıp elini kolunu tutup etkisiz hale getirmişlerdi. Şimdi bu sahneleri akla getirmek imkansız ; şimdi konserlerde cep telefonu ile konuşabiliyorsunuz bile. 

Konserler stadyumlara taşınınca ne fotoğraf makinesi ne de telefon hiç bir şey konseri bozmuyordu artık. Ama o Açık Hava Tiyatrosu konserindeki gibi sahneyi yakından görmüyordunuz. O yüzden de dev ekranlarla bakabilirdiniz. Bu durum konser dinleyicisi yerini konser izleyicisine bırakıyordu. Gene Roma'dan miras amfi tiyatro bize yetişmemiş yerini dövüşlerin yapıldığı arena almıştı. 3000 kişilik mütevazi dinleyicinin yerini 35 bin kişilik devasa izleyici almıştı. Çok şey değişmişti artık. En önemlisi de orada sadece dev gruplar yer alırdı ve küçüklere yer yoktu. Hoş o dönemler 5000 kişilik salonlarda da konserleri izliyorduk ama asıl kazanç büyüklerdeydi. 

Olsun gene o 5000 kişi kapasiteli salonlarda ve Açık Hava Tiyatrosu'nda da konserler oluyordu. Eh hani oralarda da Jethro Tull, Deep Purple, Wishbone Ash  hatta Iron Maiden'i bile izlemiştik. Ancak o 1980 sonunda paralarını biriktirip Açık Hava Tiyatrosu'nda konser organize edebilen genç gruplara pek yer yoktu artık. Artık arsada maç yapan gençler için rock barlar irili ufaklı halı saha vazifesi görecekti... o da asıl jönlerden kalan vakitlerde. 

O yıllardan bu yana çok zaman geçip gitti ve şimdilerdeki konserlere değil müzik dinleme alışkanlığımıza bakmak istedim. Eskiden müzik dinleyicisinin türlere göre müzik dinleme, takip etme alışkanlıkları vardı. Şimdi ise her cuma günü spotify falan gibi platformlardan yeni çıkan albümleri takip ediyoruz. İster rock, ister caz, isterse başka tür herkes aynı şekilde takip etmek zorunda. Bu bir eşitlik ama fark edilmeyen bir tek tipleşmeyi de getiriyor. En yüksekte olan, popüler olanın hakimiyetinde bir eşitlik. Stadyumu dolduramayacak olan sırasını beklesin. Bu karmaşa içinde kolay ulaşabildiğimiz müzik kısa sürede uçup gidiyor.

Bu toz duman içinde bir şeyin eksikliğini de hissetmeye başladım. Neredeyse 6 aydır yeni çıkan caz albümü bulamaz oldum. Bulduklarım "mış" gibi yapıyordu. Her şey tek tipleşirken bütün renkler de grileşiyor gibi. Kimse bana kızmasın ama Kerem Görsev'in " Lost Ghost" albümü ender iç açıcı yeni çalışmalardan biri olarak üç haftadır kulağımda. Artık yeni bir şey aramaktan umudumu kesmiş vazgeçecekken bugün karşıma Macar caz-rock grubu Djabe ile Genesis'in gitaristi Steve Hackett'in "Live in Györ" albümü çıktı. Sabahtan beri dinliyorum ve etkisi de daha henüz geçmedi. Caz ile rock'ın güzel buluştuğu bu albümde yer yer progresif tatlar bulmak da keyif verdi hani. 



Büyük arenada Vestal bakireleri mağlup gladyatör için elleriyle baş parmaklarını aşağıya indiriyor ve pollice verso işaretini yaparak öldür diyorlardı. İmparator da baş parmağını aşağı doğru indirince kalabalıklar ortalığı çınlatıverecekti. Burada ne doğaçlamaya ne tınıya ne de ruhlu bir soloya ihtiyaç var... zira ortalık toz duman, arena gaza geldi bir kere. 

APTULİKA



Albümleri Artık Yapay Zeka mı Yapıyor? - 3 Progresif rock'ın single'ı olur mu?




Progresif rock'ın single'ı olur mu?


 "Ama onların ilaçları hastalığı iyileştirmiyor:  

yalnızca uzatıyor.  

Hatta, ilaçları hastalığın bir parçası." 

OSCAR WILDE 

 

Yazı dizimin başlığına bakıp, hemen bazı aklı evveller atlayıp benim teknoloji düşmanı olduğumu söyleyecekler. Bu yargı ile benim yapay zekaya karşı olduğumu söyleyecekler ama avuçlarını yalarlar. Ben bu çağı görmekten çok mutluyum ve teknolojideki her gelişme beni sevindiriyor.  

Ben teknolojik gelişmelere ve yapay zekaya karşı durmuyorum, onların bir sirk gösterisi gibi kullanılmasını sevmiyorum... yani derdim "halk düşmanı" pop kültürü ve popülizm ile.  Hani bu yöntemle günümüzden bir manzarayı Van Gogh tarzında resmeden bir yapay zeka ile bir işim olmaz. Bu bana göre bir pornografi, hadi daha iyi bir haliyle hokkabazlık. Ama bir Van Gogh resmini restore etmeye yarayan bir yapay zekayı ayakta alkışlarım. 

Evet şimdi konumuza geri dönelim ve şöyle bir soru soralım: 

Günümüzde progresif rock olur mu?

Buna eşlik eden bir soru daha ekleyelim:

Progresif rock'ın single'ı olur mu?

Geçen gün bir Emerson Lake and Palmer parçasını you tube'dan dinlerken parçanın arasında reklam giriverecekti.  Parça elbetteki uzun olunca yapacak bir şey yok araya reklam girmesi doğaldı. Şimdi albümler spotify aracılığıyla çıkıyor. Tabi albüm bir anda değil her hafta bir single ile devam ederek bir ya da iki ay sonra çıkıyor. Diyelim Jethro Tull, "Thick As A Brick" albümünü bugün yapsaydı tek single çıkartabilecekti. Olaya bir de şöyle bakalım, elbette bugün de single yapmadan albümü bodoslama olarak çıkartabilirsiniz; diyelim Jethro Tull da albümü öyle yayınladı ama bu albümün tanıtım turnesine çıktığını düşünün ve o konserlerde 50 dakikaya yaklaşan bu parçayı konserde dinleyecek kimse bulunur muydu? Bir albümü kaplayacak tek parça elbetteki uç bir örnek ama soruyu şöyle geliştirelim... Diyelim Deep Purple, "Child in Time" parçasını bugün yaptı ve 10 dakika süren parçayı Japonya konserinde doğaçlamalarla 15 dakikaya çıkardı. Ne mi olur? Orada konseri izleyen Japonlar, "Osaka Osaka olalı böyle zulüm görmedi." derlerdi. 

1970'li yıllarda rock gruplarının albümde bulunan parçalarının bir de radyo edit versiyonları olurdu. Diyelim parçanın süresi 6 dakika, bu parçanın radyoda çalınması için aradaki bir kaç gitar solosu falan kırpılır süre radyoya uygun olarak 4 dakikaya indirilirdi. Şimdilerde bu süre bile uzun. Günümüzde artık zaman yok, her şey bir koşuşturmaca içinde. 

Jethro Tull yılların art rock, progresif rock grubu. Geçtiğimiz hafta çıkan son albümü "RökFlöte"ü dinledim ve dikkatimi çeken ilk şey parçaların süresiydi. Neredeyse eskilerin pop gruplarının single plakları gibi 3 dakikayı geçmeyen parçalar hakimdi. Çok sevdiğim bir grup olmasına rağmen geçen yıl çıkan önceki albümden aklımda hiç bir iz kalmadığını bile farkettim. Son iki albüme baktığımda açıkcası bir grup havasını da sezemedim. Oysa eskiden progresif gruplarını dinlerken her bir elemana ayrı ayrı kulak kesilirdiniz; şimdi ise bir kolonya gibi uçup gidiyor. Yazının başlığına "Albümleri Yapay Zeka mı Yapıyor" dedim ama keşke yapay zeka yapsa bile diyorum artık. 

Müzikte notalar gibi esler de müziğe dahildir. Moore'un heykellerinde boşluklar da heykele dahildir. Oysa şimdi her şey sıkıştırılıyor. Sistem her şeyde olduğu gibi müziği de didikliyor ve tektipleştiriyor. Bunu dedim diye "eskiler daha güzeldi" türünden bir hey gidi günler hey teraneli bir iç geçirmesi yaptığım sanılmasın. Yeni her zaman ilerdedir ama ilerici olmak kaidesiyle. Yoksa bu sistemin daha fazla kar edebilmek için yaptığı bir numaradır : Daha çok tüket daha çok kazanalım. 

APTULİKA

27 Nisan 2023 Perşembe

Albümleri Artık Yapay Zeka mı Yapıyor? - 2

 


MASKELENMİŞ MİTOS


 

"Senin zorba ellerinde öldü o: ve şimdi, eski şatafatlı Herakles'in maymunu gibi yalnızca süslenmek için kullanmasını bilen ,  taklit edilmiş,  maskelenmiş  bir mitosa gerek duydun. Ve mitos nasıl sende öldüyse, müziğin dehası da sende öldü: Hırslı mücadelenle, müziğin tüm bahçelerini yağmalamak istediğinde, onu da taklit edilmiş, maskelenmiş bir müzik haline soktun... Senin kahramanlarının da yalnızca taklit edilmiş, maskelenmiş tutkuları var ve yalnızca taklit edilmiş, maskelenmiş sözler söylüyorlar."                                                                                        Friedrich NIETZSCHE.                                                     -Tragedyanın Doğuşu - 1872

 

 

Sporda ve bazı sanat dallarında yaş sınırlaması, ister istemez vardır. Mesela 50 yaşında balerin ya da balet göremezsiniz. Futbolda 40 yaşına kadar oynayan efsane kaleciler olmuştur ama daha ötesi pek olmaz. Ama gelin görünki, rock sahnesinde 60 yaşını aşmış olanlara genç gözüyle bakıyorlar. Bazı efsanevi grupların yaş ortalaması yetmişi aşıyor. Şimdi burada bir virgül koyup devam edelim.

Elbetteki futbol ya da başka spor dalları veya bale gibi sanat dalları vücut yapısıyla alakalı ama müzik öyle değil. 60 değil 100 yaşında bile yapılabiliyor. 86 yaşındaki Buddy Guy ve ile 90 yaşına bir kalan John Mayall hala üretiyor ve her yeni albümü benim açımdan heyecan yaratıyor. Bu arada Frank Zappa erken (53 yaşında) hayata veda etmeseydi, şu anda 83 yaşında ve hala harika işler üretiyor olacaktı. 

"Peki be adam... derdin ne!" dediğinizi duyar gibiyim. Derdim şudur: Altmışından sonra rock yapılır ama 20'li yaşlardaymış gibi yapılmaz. Ortalık saç boyasından ağır bir bataklık kütlesine döndü. O kadar çok simsiyah saç boyası harcanıyorki, bir gün sıcaktan eriyecek ve stadyuma yayılacak, millet belediye asfalt döktü sanacak. 

Geçen yıl eskilerin efsane glam (hair metal) grupları bir araya geldi ve turne yaptı. İyi güzel de o pörsümüş suratlara istediğin kadar boya sür yaşlı bir kokonadan farkın kalmıyor. Hele ki o gruplardan birinin elemanı mikrofondan cinsel bir vurguyla meydan okuması da akla ziyan bir komiklik içermiyor muydu? Herkes böyle mi, değil tabiki. O Van Halen konserlerinde solist olarak akrobatik hareketler yapan David Le Roth bembeyaz kısa saçlarıyla ağır abi olarak takılıyor. Adamım o akrobatik hareketleri yapmaya kalksa müzik endüstrisi kasa dolacak diye ne sevinirdi hani. Dinleyicilerde de durum farklı değil, onlar da "Vay adama bak müziğinden taviz vermiyor" derlerdi. Bir de şu taviz verme konusu var. Yahu 20 yaşındaki halini taklit etmek, taviz vermemek, sıkı takılmak diye geçiyorsa vay haline. Müzik endüstrisinin çarklarında öyle tavizler verildi ki...

Şu an bile AC/DC konsere geliyor dersek, herkes çığlık çığlığa kalır. Angus'un otuz yıl önceki performansını göstermesini beklerler. Yahu grubun kurucu gitaristi bundan on yıl önce demans oldu be. Vokalist Brian gene aynı zamanlarda sağır olma tehlikesine girdi. Nazareth'in vokalisti Dan McCafferty konser esnasında felç geçirecek ve müziği bırakacaktı. 

Dinleyici de bir garip hani. Konserlerde oturma yerleri olunca, "Rock konseri, oturarak izlenir mi?" der. Sanırsın göt, göbek olmuş (bir çoğu devasa şirketlerde CEO ya da yönetici) bu zatı muhteremler head bang, pogo yapacak! Bir de anlamam ki 1970'lerde Deep Purple hard rock'ın dibine vurduğu konserleri verirken millet salonlarda oturarak konseri izlerdi. 

Şimdi gene gelelim Metallica'ya... İlk dört albümle dikkatleri çeken gruba müzik endüstrisi el atacaktı. İlk iş olarak Kanadalı prodüktör Bob Rock bulundu. Eh hani adamın çalıştığı grupların her biri rock starlarıydı. Adam ilk geldiğinde "Metallica'nın asıl müzikal boyutu çıkmıyor" gibisinden bir laf attı ortaya. Oysa bugün Jon Zazula'nın ufacık şirketinde çıkan ilk dört albümün gücü yakalanamıyor. Neyse akla evvel Bob Rock grubun müziğinin sinir uçlarına fazla dokunmadan siyah kapaklı albümü yaparak işe başlayacaktı. Hakkını teslim edelim, bundan sonra Metallica dünyanın en tanınan ve bilinen grubu olacaktı. Bundan sonra albümler birbiri ardına geldi ama konserlerde gene o ilk dört albümden parçalar çalınacaktı. Sonra grubun bunalım dönemi başladı ve canlı yayınla bir belgesele bağlandı. Evet bir canavar yaratılmıştı ama kimse mutlu değildi, sadece kasa memnundu. Stadyumlar doluyor, albümler yok satıyordu ama... aması vardı. Sonra Bob Rock efendi, yeni bir yöntem deneyecek ve o ilk dört albümün izini sürmeye karar verecekti. İyi de o bu işi "gürültülü bir sound" olarak anladı ve "St Anger" çıktı. Sonuç gene fos. Sonra Bob efendi gitti yerine vakti zamanının Thrash gruplarının unutulmaz prodüktörü Rick Rubin bulundu, sonuç gene hüsrandı. Ve geldik bu son albüme...olmuyor olamıyordu. Metallica'yı yakalamanın yolu hep "en gürültülü", "en sert" albümü yapmak olarak algılandı. Oysa grup artık siyah dar pantolonları ile asi gençler değildi ki. Onlar artık parmak arası terlik ayağında Armani'den alışverişte.  

Dikkat ediyor musunuz bu geçen zamanda Metallica'nın yaptığı en keyifli çalışma ikinci "Garage Days" albümüydü. Çünkü orada özledikleri gençlik yıllarının coverlarını yapıyorlardı ve işte o zaman kendileri olabiliyorlardı. 60 yaşına gelmiş bu adamlara yirmili yaşlarındaki heyecanı taklit ettirmeye uğraşmak sevdanızdan o Frankeştayn en sonunda sizi ( burada "siz" ile kastedilen müzik sanayinin aklı evvelleri) de ısıracak. Halbuki her şeyi kendi haline bıraksanız olay hallolacak, korkmayın kasanız hemen boşalmaz.

APTULİKA

APNOT: Bu arada yıllar içinde olduğu gibi rock yapan iki figür olan Bryan Ferry ve Teoman'a saygılarla. 



26 Nisan 2023 Çarşamba

Albümleri Artık Yapay Zeka mı Yapıyor?

 


Size bir şey itiraf edeyim: Yaklaşık otuz yıldır her yeni çıkan Metallica albümünde umutlanırım. Bu 1992'den beridir iflah olmaz bir şekilde sürer gider. 2003'te çıkan "St. Anger"da öyle heyecanlanmıştım ki... Bir iki kere dinledikten sonra umudum yerle yeksan olmuştu. Sonrasında hiç bir iz kalmadığı gibi anlamsız bir soru işareti kalacaktı bana. 2008'de "Death Magnetic" ve 2016'daki "Hardwired..." albümleri de iki üç dinlemeden sonra kolonyanın uçup gitmesi gibi uçtu gitti. 

Bu yıl Metallica'nın yeni bir albüm yapacağını duyduğumda da ümitlendim. Şimdi çıkan 1972 Yazı albümünü de günlerdir dinliyorum... hatta kendime işkence edercesine baskı yaparak. Ama olmuyor, belki çok harika bir çalışma ama ben bir türlü o harika şeye giremiyorum. Bir ara yaşlandığımı ve thrash sounduna kulağım artık elvermediğini düşündüm ama geçen yıl çıkan Megadeth albümünü dinleyebilmiştim. Bu arada Overkill de fena değil ama 1972 yazını yaşamış biri olarak Metallica'nın son albümünün kapısı açıldığı anda kuru bir soğuk etkisi ile geriliyorum.

Yazımın başlığındaki gibi; Acaba bu albümü yapay zeka mı yaptı diyorum. 

Jethro Tull'ın başyapıtı "Thick As A Brick"in sözlerinde şöyle bir bölüm vardır:

"Bakın bir adam doğar ve biz...

...İçindeki çocuğu çekip alırız, sınava çeker

nasıl akıllı bir adam olacağını, öbürlerini

nasıl aldatacağını öğretiriz...."

Ian Anderson barış dönemini böyle anlatırken savaş dönemi için de şöyle der:

"Bak! Bir çocuk doğar ve biz

Onun savaşa hazır olduğunu bildiririz .

Omuzlarında sivilceler vardır, geceleri 

altına kaçırır. Biz onu adam ederiz.

Ticarete bulaştırıp, vurgunculuğa ve 

yağmurda nasıl şarkı söyleneceğini öğretiriz."


Metallica 1988 yılına kadar yaptığı dört albümle çok az kişinin bildiği bir gruptu. Ama sonrasında keşfedildi. Müzik sanayi ona el attı. Bütün olanakları açıverdi ama yetmez dedi biraz oraya şuraya ekler yapmak gerekir dedi. Sonrasında Bob Rock prodüktörlüğe geçti ve o meşhur 1991 tarihli siyah albüm geldi. Ondan sonra Metallica süper bir grup ama "Yükle", olmadı "Yeniden Yükle", ve bir dizi albüm ama hiç biri hatırlanmıyor. Varsa yoksa gene o ilk 4 artı 1 albüm. Peki o zaman bu müzik sanayi ne halt etti!

Bu arada itiraf etmeliyim ki o müzik sanayi de onlara kanca atmasıydı şimdi onları gene az bir kitle dinlerdi. Yani zalim ve salak bir dünya bizimkisi. Ne zaman akılanacağız bilinmez. 

Tekrar Metallica'nın "72 Seasons" albümüne dönelim. Hiç bir elemanı tanıyamıyorum. Parçaları yapay zeka üretmiş, bir makina da elemanları taklit ederek çalıyor gibi. Bu yazıyı okuyanlar bana kızacak ama demeden edemeyeceğim. Grupta bir tek Lars Ulrich'in davulu gerçek gibi. 

Bunca zamandan sonra artık Metallica'dan yeni albüm beklentimi kapıyorum. Sadece cover albüm yaparsa heyecanlanırım. Kendi adıma  o ilk dört albüm (Kill 'Em All, Ride the Lightning, Master of Puppets  ve ...And Justice for All)'ı koruma altına alırım ve çeker giderim.

Bu kapitalizm nasıl bir şey... öyle aç bir kurtki doymak bilmiyor müziğe de el atabiliyor yaşama da... hep daha fazla hep daha fazla... kasa hep dolsun. Sahneler büyüyor, her birimiz bir kum tanesiyiz. O her şeyi belirliyor. Müzik sanayi bir dev aygıt her. şeyi kesip biçiyor ve Dr. Frankeştayn'ın ürettiği amorf canavarlar çıkıyor. Yapacak bir şey var mı? Bilemiyorum, zira biz o kum taneleri de bundan mesut bahtiyarız. 


Siz bana kızmayın, bunlara bir delinin hatıra defteri olarak bakın. Keşke haksız olsaydım keşke.

Aptulika

Öneme haiz not: Bu yazıdan eskiye özlem duyduğumu çıkaranlar varsa yuh olsun derim. Yapay Zeka dedim diye yeniliğe ve gelişmeye karşı çıktığımı sanmayın ben yeni bir şeylere imkan tanıma yerine eskileri yaldızlayıp yeni gibi sunan, kasayı doldurmak için yeniye, keşfetmeye ve sürprize imkan bırakmayan sömürgenlerden illallah dedim... hala anlayamadınız mı!





20 Nisan 2023 Perşembe

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 203



 Avelina Lesper

 "Çağdaş Sanatın Sahtekarlığı"
Çeviri : Emrah İmre
Tellekt
  (Ekim 2022

 Şimdi bir çoğunuzun, "Bu da nerden çıktı?" dediğinizi duyar gibiyim. Hatta bir çoğunuz okumadan es geçip gideceksiniz belki de. Ama bu konuyla ilgilenenler olabileceğini biliyorum ama onlar da, bu yazdığım kitabı yüzeysel diye niteleyerek burun kıvıracaklar. 

Kitabın ince olması (55 sayfa) ve ismi ilk gördüğümde benim açımdan da burun kıvırmakla değerlendirilecekti. "Çağdaş Sanatın Sahtekarlığı" diye bir başlık, hemen akla tutucu ve sanatla uzaktan yakından alakası olmayan bir yazarın kaleme aldığı zırvalarla başbaşa olduğumuz hissini verebiliyor. Açıkcası kitabı alırken de, "biraz kafa dağıtırım, zırvalara da gülerek eğlenirim" diye düşündüm. Ancak kitabın yazarının Meksikalı bir sanat tarihçisi, akademisyen olduğunu öğrenecektim. Kitabı okumaya başladığımda da işin rengi değişecek ve kaptıracak gidecektim. Bir solukta okunan ve ciddi tezler sunan bir kitap olduğunu anlayacaktım. 

Şimdi burada yeni bir kapı açayım ve şunu söyleyeyim... "Çağdaş Sanat" denilince hemen aklınıza Picasso, dadacılar ya da soyut resim falan gelmesin hani. Zira onlar modern idi ve bir önceki yüzyılın başındaydı. 1970'lerin sonunda işin rengi değişti ve hatta Sovyetlerin son bulduğu 1990'lardan sonra artık Çağdaş Sanat bayrağı ele aldı. Buna biraz da politik literatürden alışkanlıkla postmodern kavramıyla da eşleştirebiliriz (ama bu tanımı tümüyle çağdaş sanat için kullanmak yer yer haksızlık da olabilir - en azından bu benim kaygım- diye düşünüyorum). İşi daha da karıştırmamak için İngilizce tanımıyla "contemporary art" yani "güncel sanat" diyelim ve işi özetleyelim. 

Lesper, bu kısa kitabında günümüz çağdaş sanatının durumuna mercek tutuyor. Bizim de zaman zaman aklımıza gelen sorulardan biridir; bir resmin sanatsal olup olmadığını. nasıl anlarız?... sorusu. Birileri karar mı vermelidir yoksa biz mi?... gibi bu sorular alır başını gider. İşte kitapta bu sorunun cevabını güncel sanat üzerinden eleştirel bir bakışla arıyor, Avelina Lesper ve şunları söylüyor: "Doğmanın işleyebilmesi için bir fikre sorgulamadan itaat edilmesi gereklidir..." dedikten sonra "...çünkü sanat ideologları, 'bu sanattır' diye onay vermektedir." diye ekliyor. Burada eserlerin sanatsal olabilmesini kanıtlamak için de felsefi bir makyajla sunuyorlar. Bunu yapanlar sanatçılar mı? derseniz değil... ki onlar oyunun tamamen dışında kalıyor. Öncelikle piyasa şartları ve kapitalizm içinde küratörler bu yapıyı oluşturmakta. Lesper, "Küratörün söylemi piyasanın söylemidir, küratör bir satıcıdır." diyerek, modern sanattaki galericinin yerinden farklılaştığını gözler önüne seriyor. 

Küratörler bu eserleri sisteme ve piyasaya göre seçtikleri gibi sisteme karşı eserleri de belirliyorlar. "Sözde karşıt olan bu eserler piyasanın desteğine yaşlanarak" varolurlar. Kitabın ele aldığı konulardan biri de sanatçının  gereksiz hale getirilmesi... yani," Küratörler gücü heer şeye yeten kişilerdir ve eseri sahiplenirler, çünkü eseri kendi yazdıkları metinler meydana getiri." dedikten sonra Lesper şöyle devam ediyor: " Bu olanak, yani 'herkes tarafından yapılabilmek', sanatçının gereksiz bir lüks olduğu anlamına gelir. Artık yaratı diye bir şey yoktur; dolayısıyla sanatçılara da ihtiyacımız kalmamıştır."

Yazının buraya kadar olan bölümünü okuyan varsa , demekki konuya ilgi duyanlar varmış diyelim ve bir başka kitabın ismini daha vereyim:

Julian Stallabrass

 "Çağdaş Sanat - bir tarihçe"
Çeviri : Esin Soğancılar
İletişim Yayınları

  ( 2021)

Bu kitabı "Çağdaş Sanatın Sahtekarlığı"ndan önce okumuştum. Bu kapsamda uzun ve ciddi bir araştırma sunan bu çalışmada Soğuk Savaş'ın sona ermesinin (1990 sonrası) ardından devreye giren yeni dünya düzeni ve küreselleşme ile isimlenen tek kutuplu dünyada serbest ticaretin (sermayenin serbest dolaşımı - vahşi kapitalizm) hakimiyetinde Çağdaş sanatı dev küresel şirketlerin ele geçirmesi ele alınıyor. 

İşte bu ciddi ve zihin açıcı bu çalışmadan sonra "Çağdaş Sanatın Sahtekarlığı"nı da okuyunca gayet güzel oldu. Yeni soru işaretleri sorgulayıcı kanalları açarak, yeni pencerelerden bakmamı sağladı. 

İlgilenenlere duyurulur.

Aptulika


19 Nisan 2023 Çarşamba

UÇAN V GİTAR VE CANIM ANKARA



UÇAN V GİTAR VE CANIM ANKARA



Aslında yazının başlığı daha uzun olmalı, “Uçan V Gitar, Altın Gitar, Pembe Manşet, Deri Yelek ve Canım Ankara”, bu liste Wishbone Ash konserini bence çok güzel özetliyor.

Ankara’dan 15 Nisan’da bir Wishbone Ash geçti, geçti diyorum ama aslında esti, gürledi demek daha doğru. Ankara’nın en sevdiğim yerlerinden biri olan CSO - diğeri Tunalı’da Süleyman Abinin dükkanı Shades’tir - yeni yerinde, mükemmel bir komplekste yeniden hayat bulmuş. Hem içi hem bahçesi görmeye değer. İçinde bir de sevmelere doyamadığımız Wishbone Ash çalıp söyleyince 24 saati biraz geçen Ankara seyahati bir hac yolculuğuna döndü. Orada buluştuğum, karşılaştığım, tanıştığım, sohbet edip, bira içtiğim Ankaralı müzisyenler ve müzikseverler de cabası…

Wishbone Ash’in bende yeri ayrıdır, sevgili Jak Kohen’in mirasıdır bana Gitaresk’ten kalan. Her bölümde bir Wishbone Ash parçası çalarak hepimize tekrar tekrar sevdirdi Wishbone Ash’i o güzel sesiyle. 1969 yılında kurulan gruptan, Steve Upton, Martin Turner, Jonh Wetton, Trevor Bolder, Andy Pyle, Mike Sturgis ve John Crabtree gibi isimler geçti, 2023 yılında eski kadrodan sadece Andy Powell kaldı, Andy Powell’a bas gitarda Bob Skeat, gitarda Mark Abrahams ve davulda Mike Truscott eşlik ediyor. İlk albümü 1970 yılında çıkan grubun son albümü 2020 yılında çıktı ve pandemiler, savaşlar, depremler, seçimler derken 2023 yılında grubu bir kez daha canlı izlemek kısmet oldu.



Daha önce İstanbul’da birbirinden tuhaf mekanlarda, ama yine aynı ruh haliyle dinledik Wishbone Ash’i, çift gitarın öncüsü bu grubu Ankara’da hem de mekan olarak böyle güzel bir yerde görmek ilaç gibi geldi sevenlerine. Salon bir rock konseri için ilginç bir mimariye sahip, çanak şeklindeki sahnenin etrafına yerleştirilmiş oturma yerleri, tüm biletler satıldığı ve salon tıklım tıklım dolu olduğu için sahnedeki sanatçı bir grup seyirciye arkasını dönmek zorunda kalıyor ancak, Wishbone Ash bu konuda seyirciyi hiç üzmedi ve sık sık bize sırtını dönerek arkalarında kalan seyirciyi de ihmal etmediler. 



Konser "Bonafide" ile açıldı ve "We Stand As One" ile son sürat başladı. Andy Powell’ın açılış konuşmasının ardından beklenen oldu, "King Will Come" ve "Warrior" ortalığı yıkıp geçti. Arkasından "Thrown Down the Sword" başladı ve seyirci telefonları çıkarttı, çılgın bir video, fotoğraf çekimi olmasını beklerken telefon ışıkları yandı ve sağa sola sallanmaya başladı. Parça, savaşa veda eden bir savaşçıyı anlatırken bu romantizm biraz fazla oldu belki ama hem grup hem de seyirci halinden memnundu.


Bu parçayla “konserin gidişatı belli oldu artık” derken, Andy Powell tekrar sözü aldı, “bir sürü albüm yaptık ama bazılarını hiç kimse dinlemedi” diye hem serzenişte bulundu hem de çalacak parçanın ipucunu verdi ve "We Stand As One"dan sonra "Coat of Arms" albümünden ikinci parça, albümle aynı adı taşıyan parça başladı, albümü dinlemeyen yokmuş ki salon da tüm gücüyle parçaya eşlik etti. Henüz tadı damağımıza yeni yeni gelen, “şimdi ne çalacak acaba” yürek çarpıntılarıyla bir sonraki parçayı beklediğimiz konser "Ballad of the Beacon" ve "Standing in the Rain" ile devam etti, arkasından………………………………….

Arkasından gelen parçayı yazmak için biraz nefes almam, o ana geri dönmem, kelimelere dökecek gücü toplamam gerekecek. Bir grubun çok sevdiğiniz bir parçası vardır da bir yerlerde grubun da o parçayı çok sevdiğimi okursunuz, duyarsınız, ya da bir konserde dinler hissedersiniz. "Phoneix" çalmaya başladığında ben bunu hissettim, her bir enstrüman parçaya kendi performansı ekledi, her bir sanatçı kendi sanatını konuşturdu, her bir grup elemanı parçayı kendine göre çaldı ve bunu uyum içinde birleştirdiler, her bir enstrüman sadece solo yapmadı aynı zamanda parçanın kendine ait bölümünü seyirciye yaşattı, eğer parçayı sevmeselerdi bu mümkün olur muydu? Bence olmazdı. Konserin son parçası 17 dakika süren, her saniyesi içimize işleyen "Phoneix" oldu. Kısacık bir aradan sonra sevgili Cenk’in çığlığı duyuldu “Blowin’ Freeeeeee” ve Blowin’ Free çalmaya başladı, konserin bittiğini haber vere "Jailbait"i hep birden söyledik. Ve sonra, yine bir nefes almayı, uygun kelimeler bulmayı gerektiren bir an, Andy Powell “bu akşam harika bir akşam oldu, böyle muhteşem bir seyirci beklemiyorduk, size bir sürprizimiz var, hepiniz bunu hak ettiniz, parçayı bu konser için çalışmadık, hata yaparsak lütfen affedin” dedi ve kimsenin beklemediği PERSEPHONE’un ilk notaları duyulmaya başladı, bu andan itibaren herhangi bir hata olsa bile bizim görüp duyacak halimiz yoktu.



Özetle uzun zamandır hasretini çektiğimiz, mükemmel bir konser izledik. Gruptan biraz bahsetmek istiyorum. Bir süredir bu rock müzik yapanlar neler giyiyor diye özel bir merakım var, konserde de gruptan gözümü alamadım, özellikle Mike Truscott’un yakası ve manşetleri pembe gömleğinden. Andy Powell ve Mark Abrahams’ın kontrast yapan çizgili gömlekleri ve Bob Skeat’in deri yeleği…sahnede uyum içinde her şey. Andy Powell’ın enerjisi tarif edilemez, flying V gitarıyla çaldı, söyledi, hopladı zıpladı, bizimle şakalaştı, sahnenin her köşesinde varlığını gösterdi. Konserin kahramanı davulcu Mike Truscott, hiç beklenmedik atakları, bir ara zillerini düşürmesine rağmen hiçbir şey olmamış gibi çalmaya devam etmesi, grupta yeni olmasına rağmen her parçaya hâkim olması şahaneydi. Gitarist Mark Abrahams ise ayrı bir alem, bir ara  bana bakıp gülümseyince biraz yanaklarım kızardı ama aynı gülümsemeyle kulis kapısına da bakınca bu sefer üstüme alındığım için utandım, gitar çalarken sürekli suratını şekilden şekile sokan gitaristlerden Abrahams ve gerçekten üstün yetenekli gitaristlerden biri. Basçı Bob Skeat’in performansı hepimize şapka çıkarttı ve grubu peşinden sürükleyip götürdü.

Çok güzel bir Ankara gününde ve gecesinde rock müzik dinleyicisi olmanın ayrıcalıklarından faydalandık, Wishbone Ash dinledik ve uzun uzun sohbetler ettik, gündemden uzaklaştık ve yenilendik. Evet, buna bir hac yolculuğu diyebiliriz.

Yazı ve fotoğraflar: Meral Akman


4 Nisan 2023 Salı

Takyıldız


 

1970'li yılların çocukluğunda ilk müzik zevklerim filizlenmeye başlarken Hey dergisiyle tanışmıştım. Abdi İpekçi'nin yönetimindeki Milliyet gazetesi her gün verdiği eklerle dergicilik ateşini de alevlendiriyordu. Aktüalite, Sanat, Spor gibi verdiği eklerden biri de müzik dergisi olan Hey'di. Sonradan Sanat dergisi gibi bağımsız olarak çıkacak olan Hey, alanında büyük bir boşluğu dolduracaktı. O zamanlar popüler bir dergi olarak görülüp, entelektüel çevrelerde pek kıymet verilmese de bugün bakıldığında harika işler yapıldığı görülür. O gün çıkan plak kritiklerinin titizliği, listelerin güvenilirliğine bugün pek rastlayabileceğimizi söyleyemem. Yapılan röportajlar gündemi sürerken yabancı müziklerde güncelliği ölçüsünde yer alırdı. 

O dönemde Cihan Akerson Brüksel'den Bildiriyor gibi anonslarla yurtdışındaki konserler ve haberler bizzat izlenir duyurulurdu. Hatta aklımda kaldığı kadar Mehmet Ali Birand'ın bir Rolling Stones konserini haberleştirmişti. Geleceğin dış haberler gazetecilerinin yurtdışı müzik haberlerinin izini sürdüğü güzelliklerdendi o günler. 


Hey dergisinde çıkan haber ve röportajları kim yapmış diye isimlere bakma alışkanlığımda o zamanlarda oluşmuştu. O gün aklıma kazınan isimlerden biri de Erhan Akyıldız'dı. Bu ismi daha sonradan gazetelerde müzik dışında haberlerde görsem de ister istemez aklıma hep Hey gelirdi. Sonraları Gırgır'a girdik ve artık ben de Cağaloğlu'ndaydım. Ancak Gırgır'dan ayrılıp, Hıbır dergisinin kurulmasıyla Cağaloğlu denilen büyülü alemden kopacaktım. Hıbır dergisinin bağlı bulunduğu yayın grubunda Nokta dergisi de çıkıyordu ve orada Erhan Akyıldız da bulunuyordu. O siyasi haberlerin keşmekeşinde ona gidip Hey dergisinden bahsetmek olmazdı da... zaten etmedim de.  Bir ara Tolga'ya bunu anlattığımda, "Keşke Hey dergisinden bahsetseydin, babam o günleri zevkle anlatırdı sana." demişti. 

Çocukluk yıllarımda Hey dergisiyle tanıdığım Erhan Akyıldız'ın oğlu Tolga da müzik dergiciliğini sürdürmüştü. Bu seferki bizim kuşağın serüveniydi. O da ilk olarak Hey dergisinde başladı ve efsanevi fanzin Laneth'in çıkmasına emek verdi. Sonrasında Blue Jean ve Milliyet'teki müzik yazıları gelecekti. 

Tolga ile en son Athena Gökhan'ın "Kendi Yolumda" filminin galasında karşılaşmıştık, ondan önce de Çağlan'ın (Tekil) yoğun bakımda olduğu günlerdeki ziyaretimizde. Çağlan beyin kanaması geçirmiş ve yoğun bakımda uzun süre kaldıktan sonra hayata veda etmişti. Bu hafta başı aldığım bir haberde de Tolga'nın beyin kanaması sonucu hastaneye kaldırıldığı ve öldüğünü öğrenecektim. Çok genç yaşta ve gene beyin kanaması... oysa hem Çağlan hem de Tolga rock ve müzik adına daha çok güzel şeyler yapacaklardı ama bu da bir beyin göçü oldu. 

Gerçekten üzgünüm... artık bir konserde karşılaştığımızda, "Beyler bakın bu adam olmasaydı, bu işler olmazdı" diyecek Tolga yok aramızda. Tıpkı "Aptul Usta" diyen Çağlan'ın da aramızda olmadığı gibi. Ancak onlar her zaman hatıralarımızda yaşayacak... sesleri hala kulaklarımda. 

Aptulika


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...