4 Şubat 2021 Perşembe

Blues'ta Gizemli Bir İngiliz ama çok tanıdık



Andrew Riverstone - "Andrew Riverstone" 

Atlantic Highway Records 

(2020)

Kendi adıyla yaptığı ilk albümüyle tanıştığımız Riverstone, aslında uzun yıllardır müziğin içinde profesyonel olarak yer alan bir isim... 

Nasıl mı? 

O halde  kısaca onu bir tanıyalım.

Kuzey Devon doğumlu İngiliz gitarist Andrew Riverstone, küçüklüğünde glam ve hair rock gruplarını dinleyerek büyümüş. Bu ilk buluşmadan sonra kendi kendine gitar öğrenmiş. Yıllar içinde 1970'lerin blues ve progresif rock plaklarını dinleyerek müzikal bakışını beslemiş. O günlerden bu günlere Peter Green ve Jimi Hendrix onu en çok etkileyen iki isim olmuş. Bundan önceki müzikal kariyerinde turne ve stüdyo gitaristi olan müzisyen bu albümle de solo kariyerine adım atıyor. Kendi adını taşıyan albümü Peter Green, Jeff Beck, Jimi Hendrix, Neil Young, JJ Cale ve Tom Petty gibi isimlere bir saygı duruşu olarak niteliyor. 

İngiliz şarkıcı ve gitaristin bu albümünü blues çerçevesinde sunulsa da yer yer Americana ve rock havası da hissediliyor. Gitarist ve vokalistliğine koşut başarıyla giden şarkı yazarlığı analitik bir beyinle buluşarak prodüksiyonu da hakkıyla başarmış. Şimdi sözü daha fazla uzatmadan albümde yer alan dokuz parçaya tek tek bakarak bir göz atalım...

"Waiting On The Other Side (Heavy Stone)" : Albümün açılışında yer alan bu parçayı ilk dinlemeye başladığımızda sanki bir İngiliz müzisyenle değil de Amerikalı bir Southern (Güney) Rock yapan biriyle karşı karşıyaymışız gibi bir etkiye giriyoruz. Riverstone'un biraz soğuk ve yer yer "cool" vokaliyle karşılaşırken neredeyse asıl vokali gitar yapıyor gibi. Monoton denilecek ritmin içinde parça o kadar akılcı işleniyorki, bas tonunun arada girişleri bir tür birleştirici etki yapıyor. Havada asılı gibi duran davul ritmi içinde alttaki hatta gitar ve vokalin akışkanlığı tüm albümdeki müzikal düzenin özeti gibi. 

"Sunny Monday ( The Table's Set)" : Riverstone'un stüdyo müzisyenliği birikimi albümde akılcı dokunuşlar yapmasına sebep olmuş. Bu parçada rafine biçimde katılan geri vokaller tam yerinde denilebilecek şekilde cuk oturmuş. 

"Guitar Solos And Other Sins" : Klasik blues köklerinde açılan bu parçada akustik slide gitar ile elektro gitar uyumlu etkide sunuluyor. Parçanın ismindekine uygun iki ana bölümü var ve bunu dört bölüm halinde buluyoruz. Şöyle bir özetlersek: akustik slide gitarlı klasik blues + elektro gitarlı sert bölüm + akustik bölüme dönüş +elektro ve final. Parçanın elektro gitar bölümüne geçişte (büyük ihtimalle) 'burada Hendrix olsaydı ne yapardı' diye düşünülmüş ve harika bir geçiş yapılmış. Bu bölüm biraz devam ettikten sonra gene baştaki akustik yapıya geçiliyor. Sonra gene sert gitar bölümü geliyor ama bu seferki yepyeni bir atmosfere bürünüyor (Bu atmosfer ya da duygu değişimine örnek vermek gerekirse aklıma ilk gelen Eric Clapton'un "Laila"sındaki ikinci bölümde Duane Allman'ın sert gitarıyla girişi gibi). Ve finalde ana yapıya gene dönülüyor ama bir Afrika ritmiyle 70'lerin progresif fikirleri buluşurken insanın büyülenmemesi olanaksız.

"The Living Room (Time Will Heal)" : İlk parçadaki soğuk ve cool vokale gene geri dönüyoruz. Davul ritmi sanki bir darbuka tadında. Parça hani 'liste başılık' denir ya, aynen öyle bir şey. Yumuşak tonda, duygusal bir parça.

"Midnight Special" : Albümün tek cover'ı olan bu parçada Creedence Clearwater Revival etkisi kendini hissettiriyor. 

"When The Wind Changes (Beside With Me)" : Bir blues barda dinlediğinizi hissettiğiniz bu parçada gitar enerjinin temel kaynağı olmakta.

"One Foot In The Bucket" :  Dinlerken hemen aklımıza Dire Straits ve Mark Knopfler vokali geliveriyor. Albümün bir saygı duruşu içerdiğini söylemiştik ama bu benzerlik kurduklarımız bir taklitten öte bir biriktirmişlik, beslenmişlikten kaynaklanıyor.

"Embers And Endless Sky" : Enstrümantal ve harika bir parça. Dinlerken aklıma neler geliyor neler... Bir de siz bakın derim.

"Chasing Out The Shadows" : Finale çok güzel oturuyor ve bundan sonraki albümleri merakla bekletiyor.

Andrew Riverstone'un kendi adını taşıyan bu albümünü ilk dinlediğimde aklıma yerleşen ve bende acayip merak oluşturan müzisyenler arasında yer alan davulcunun kim olduğuydu. Alışıldık rock veya blues davulcularından farklı bir tınıya sahip bu ismi açıkcası çok merak ediyordum. Sanki bir bateri değil de bir darbuka çalıyor gibi geliyordu. Kimi yerde de bir meydan davulu tınısı gibiydi. Bu merak içinde boğuşurken, birden albümde bütün enstrümanları Andrew Riverstone'un çaldığını öğrenecektim.

Bir diğer ilginç yan da albümün kapağıydı. Soğuk bir nehir manzarası önünde gizemli bir adam, kimliği belirsiz kara bir silüet halinde duruyor. Sadece kafasındaki melon şapka onun İngiliz kimliğini ele veriyor... ve o bize sanki şunu diyor. "Benim kim olduğum önemli değil, müziğime kulak verin yeter." 

Aptulika


 


Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...