Bugün İstanbul kar ile
kaplandı ve bembeyaz bir örtü hakim.
Soğuk havaları her ne kadar
sevmesem de kar yağdı mı, iş değişir. Yağmurun ıslaklığı benim için sinir
bozucudur ama kar yağması bir şenlikle eşdeğerdir. İstanbul en kabadayısından
üç bilemedin dört gün kar kaplı durur. O meşhur “kar tatilleri” ise tarihi vaka
olarak anılarımızda yerleşmiştir ve mitolojik destansı bir ifade ile anlatılır
durur. Bunları yaşamışımdır ama en büyüğü bizden önce olmuştur ve babalarımız
bile görmemiş, dedelerimiz anlatmıştır. O İstanbul Boğaz’ını buz kaplamış,
insanlar bir yakadan diğerine yürüyerek geçmiş.
Boğaziçi’ni buz kapladığı ve
insanların karşı yakaya yürüyerek geçtiği anlatıldığında bir çocuk olduğumu ve
o zamanlarda daha boğaz köprüsünün yapılmadığını söylersem, bu olayın bir
çocuğun hülyalarına nasıl yansıyacağını daha iyi anlayabilirsiniz. Oniki yaşıma
kadar boğazdan vapurla Anadolu yakasına geçilebildiği dönemde bu anlatılanlara
inanmak mümkün değildi hani. Boğaz’ı yürüyerek geçebilmek olacak iş değildi.
Hadi bilemedin yüzebilirdin ama o da benim o tıfıl halimle olabilecek bir şey
değildi.
Boğazın buzla kaplandığı
öykülerin hayal gücü yüksek bir yaşlı tarafından uydurulduğuunu düşünsem de
sonradan bu olayın fotoğraflarını görecektim. Olayın aslı Rusyadan gelen buz
kütlelerinin boğazı kaplamasıymış.
Kar yağışının İstanbul’u esir
aldığı ve şehri felç ettiği zamanları da sevmiş ve anılarımın en güzel köşesine
yerleştirmişimdir.
O şehrin felç olduğu
zamanlardan birinde Beyoğlu’nda dergide çalışıyordum. Eve dönmem imkansızdı ve
dergide sabahladım. Ertesi gün tabanvayla yola çıkıp, Beyoğlu’ndan Kuruçeşme’ye
kadar kar içinde yürümüştüm. Bu öyle keyifliydi ki Ortaköy’e geldiğimde tekel
bayiinden bir bira alıp keyfime keyif katacaktım. Aynı tip bir kar yürüyüşünü
de lise yıllarımda yapmıştım. Üstelik yanımda okul kaçkını üç arkadaşım da
vardı. Cebimizde bu sefer kanyak vardı. Mesafe Baltalimanı’ndan başlıyor,
Kuruçeşme’de bitmiyor Ortaköy’e kadar sürüyordu. Bu uzun kar yürüyüşlerinden
bir başkası da seksenli yılların ortalarında Gırgır’da çalışırken olmuştu. O
senelerde de İstanbulu felç eden kar tatili olmuştu ve ben dergide kalmıştım.
Eve Cağaloğlu’ndan Kuruçeşme’ye yürüyerek dönmüştüm. Ne bir yorgunluk ne bir
eziyet olmuştu, laf aramızda bugün olsa gene yaparım. (Şaka yapmıyorum)
Kar yağmasını çocukluktan
beri severim velhasıl. En sevmediğim de kar yağmaya başlayıp, tutmamasıdır.
Hele o karların erimeye başlaması yok mudur, tam anlamıyla felakettir, benim için.
Kar yağar ve tutar camdan o manzarayı seyrederken, bir komşu elinde kürek
karları temizlemeye başlar, gidip o anda dövesim gelir. Karda yürüyenlerin hep
aynı ayak izini takip ederek yürümesini isterim. O beyaz örtüye bir zarar
gelmesini istemem.
Kar belki de herşeyi bembeyaz
eden temizlik gibidir. Okula başlayan bir öğrencinin yeni alınmış defterinin
verdiği heyecan gibi bir şey. Eskiden İstanbulu kar kaplayınca bir başka
olurdu. İstanbul’un silueti çıkardı. Zaman geçtikçe karla kaplanmış İstanbul görüntüsü,
şehrin çirkinliğini kapatan bir hediye olmaya başlayacaktı. Çirkin beton
binalar, zevksizlik bir anda beyaz bir örtüyle kapanıp güzelliğe dönecekti.
O çocukluğumda kar yağınca ilk
tutan yerleri Boğaz’ın Anadolu yakasına bakarak, görür ve “Çamlıca tepesine kar
tutmuş” diye haykırırdım. Kuleli’den, Beylerbeyi’ne kadar öyle güzel bir beyaz
siluet çıkardı. Şimdi o çocukluğumdaki güzel görüntünün olduğu Anadolu
yakasındayım. İster Anadolu isterse Avrupa yakasından baktığımda artık kar
yağsa da o güzel manzara görünemiyor. Sanki artık kar da temizleyemiyor,
aklaştıramıyor. Çirkin yapılaşma yırtık pırtık bir okul defteri gibi iç
bulandırıcı ve onu kar da temizleyemiyor.
Gökdelenler kar tutmuyor
galiba.
APTULİKA
bluesperisan@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder