Çocukluk yıllarımdaydı ve televizyonda siyah beyaz izlediğim bir film, içimde büyük bir sevdayı açacaktı. Bu Van Gogh üzerine yapılmış bir sinema filmiydi ve ressamı Kirk Douglas oynuyordu. Ressam üzerine onlarca film yapıldı ama benim için o film ayrıcalıklıydı. Öyle ki Kirk Douglas, Van Gogh için biçilmiş kaftan gibiydi... keza oradaki Gauguin rolünde de Anthony Quinn vardı ki o da çok güzel oturmuştu.
Bu filmi izlediğim zamanlarda Van Gogh ile ilgili hiç bir bilgim yoktu ama film bir ilgi oluşturacaktı bende. Ondan sonra yapılan her Van Gogh filminde hep bir hata bulmuş ya da orasını burasını eleştirmiştim. Çünkü o ilk filmden sonra hem resimlerini takip etmiş hem de üzerine yazılanları okuyup bilgilenmiştim. Üstelik bu bilgilenme de hala sürüyor. Yani o ilk filmi izlediğimde bilgim yoktu ama ilgi oluştu. Ve ardından da bilgilenme geldi. Daha sonra izlediğim ünlü isimlerin hayatından yola çıkan filmlerde de durum böyle oldu.
Ancak tanıdığım yani bilgi sahibi olduğum ünlülerin hayatını konu alan filmleri hep eleştirdim ya da eksik yanlar buldu. Örneğin en son izlediğim Freddie Mercury filminde durum böyle oldu. Şimdi o filmi izleyip sevenler benim filmi sevmediğime kanaat getirmesin hemen. Benim için Freddie Mercury ismi, Queen albümlerinden yıllara yayılmış bir tanışıklıktı. Böyle olunca da o film benim beklentilerime hiç ama hiç cevap vermeyecekti.
İlgi - Bilgi
Bunlar aklıma "Cem Karaca'nın Gözyaşları" filmi vizyona girdiğinde gelecekti. Açık konuşayım filmden beklentim fazla değildi. Öyle ki gidip izlediğimde de bir çok sahne bana batacaktı ve yer yer eleştirecektim. Çünkü ben Cem Karaca'yı hiç yoksa 50 yıla yayılan bir süreçte tanımıştım, şimdi bir film karesinde yorumla görecektim ve oradaki yorum benim değil, yönetmenin yorumu olacaktı. Bu yüzden izlemek istemiyordum. Ama sonra bir zaman you tube'tan falan izleyecektim. Böyle olunca da "filmi git sinemada izle o zaman" dedim kendi kendime. Bu arada filmi hala izlemedim. Hele ki bu tartışmalı durumlar çıkınca filmi izlemeden o tartışmanın içine dalıverdik, ister istemez.
Öncelikle bu film benim için değil, ilk defa Cem Karaca ile tanışacaklar için önemliydi. Hele ki filmin yönetmeni Yüksel Aksu'nun bütün filmlerini izlediğim için belirli bir düzeyinin olacağına da emindim. Tabi gene bazı sahnelerde popüler yan öne çıkacaktı, ama dediğim gibi bu benim yorumum değildi.
Şimdi filmden sonra başlayan telif, izin , mahkeme kararı vesaire yolunda çıkan mevzuları bir kenara koyup olaya şöyle bir bakalım.
Bir akademisyenin konuşmasında duymuştum; Atatürk üzerine yazılan biyografilerde dünya üzerinde en az yazılanı bizim ülkemizdeymiş. Bu ülkemizdeki sanatçı, ünlü, devlet adamı, bilim insanı üzerine biyografi türünde çalışmalar çok azdır. Olanlar da ya bel altı vurmak için ya da fazladan övmek için yapılır. Neredeyse 35 yıldır rock adına yazıp çiziyorum, o günden bugüne herkes rock tarihi yazmak için koları sıvamıştır. Bu alanda bir çok çalışma kitap halinde çıkmıştır da ama bu güne kalan yok gibidir. Bazıları bana da yazsana der, ben de onlara "senin duymak istediklerini yazamam ki" derim. Tabi karşımdaki hiç bir şey anlamaz. Bizim derdimiz bir insanı ya da zaman diliminin tarih içinde dökümü değil, bizim duymak istediklerimizi birilerinin yazması. Ya öveceğiz ya kötüleyeceğiz. Biz genelde heykel sanatına da böyle bakıyoruz. O heykelden bir sanat hazzı almak değil, kutsamak ve sonra da unutmak... hatta görmemek. Bir diğer kısım için zaten heykel tukaka bir şey.
Ülkemizde rock adına üç isim çok ama çok önemli: Erkin Koray, Barış Manço ve Cem Karaca. Dolayısıyla Cem Karaca adına bir film yapılması çok önemli ama bir o kadar da geç kalmış bir şey. Öyle ki bu görkemli yapı için kitaplar, biyografiler, filmler bir değil bir kaç tane olmalıydı. Peki daha bir film yapıldı ama olan oldu. Üstelik olay yavaştan Cem Karaca'nın hatırasına zarar vermeye başladı bile.
Öncelikle İçimdekileri Dökmek
"Cem Karaca'nın Gözyaşları" filmini bugün izlemeye kararlıydım ama vazgeçtim. Çünkü izlersem ya çok sevecektim ya da beğenmeyecektim... yani bir yargım olacaktı ve söyleyeceklerimi unutacak ya da es geçecektim. Bir etki altına girmeyeyim ve içimdekileri dökeyim dedim. Öncelikle tartışmalar filmin içeriği ya da estetik değeri vesaire yönünde değil. Konu şarkıların telifi ve izin ile alakalı. Bu izin konusunda da mirasçılarından biri olan oğlu filme destek vermek değil, bizzat danışmanlık bile yapmış. Emrah Karaca'nın danışman olduğu filmin önemi ve değeri elbetteki artar. Ancak mirasçılardan olan diğer isim ise eşi ve bu konuda kendisinden izin alınmadığını belirterek filmi durdurmak için mahkemeye başvuruyor. Buraya kadar olay akışında giderken filmin konusunun ikinci eşi ile evlendiği tarihten öncesine dayandığı belirtiliyor. Tabi konu filmde kullanılan şarkıların telifine geliyor dayanıyor. Konu artık mahkemede ama biz burada duralım hele.
Eser hakları ve telif konusu benim için hayati, önemli bir konu..."Kırmızı" değil kızıl ötesi "Çizgim". Hepimiz bu konuda hemfikiriz, öyle mi? Şu anda mirasçıları kalkıp, "Cem Karaca'nın telif hakları falan yok, eserlerini isteyen istediği gibi kullanır." dese, ortalık ne hale gelir acaba. Daha bir iki yıl önce Orhan Veli ve George Orwell'ın ölümünün üzerinden 70 yıl geçince telif hakları kalmadığı için ders kitabı basan yayınevleri bile "1984" romanı bastı. Düşünün bir de Cem Karaca'nın telifi olmadığını, ortalık binbir sesten "Tamirci Çırağı" nidalarıyla dolar, cep telefonunu kapan Cem Karaca filmi çekmek için sıraya girer. Abartıyorsun falan demeyin benim Metallica çizimlerinden birini pazar çantası olarak bir teyzenin elinde görmüşlüğüm vardır.
Şimdi gelelim Cem Karaca'nın telifi konusuna. 1970'li yılların başında askere gittiğinde, Cem Karaca'nın albüm için biriktirdiği stüdyo kayıtlarını plak şirketi iki yıl boyunca parça parça 45'lik (single - tekli) plak olarak çıkartmıştı. Eskiden bu tip olaylara öyle sık rastlanmıştır ki, Cem Karaca bu örneklerden sadece birisi. Ne telif ne izin bizim umurumuzdadır hani.
Cem Karaca ve bir çok sanatçı yaşarken bu telif hadiselerini pek duymazdık. Onlar öldükten sonra bu konulara çok sıkı bakılıyor. Aileleri onların mirasını elbetteki koruyacaklar ama aynı hassasiyeti bu sanatçıları albümlerindeki parçaların gelişi güzel parça parça kopartılıp farklı isimlerle plak olarak çıkartılması konusunda da bir şey yapsalar ya. Öyle ki Cem Karaca, Erkin Koray ve Barış Manço'nun albüm diskografyası allak bullak bir hale geldi. "Parasını verdik ya"... türünden alaturkalığımızda telif haklarını da kendimize benzetiriz bir güzel. Telif hakları dediğimiz şey bizim için mirasçılar arasında bir kavga ögesi ya da bir prestij konusu. Oysa artık hayatta olmayan o büyük sanatçıların eserlerinin korunmasıdır bu telif hakkı.
Abartıyorum falan sanılmasın Cem Karaca çok özel bir ses ve nevi şahsına münhasır bir sanatçı duruşudur... Bu sadece bizim ülkemiz için değil tüm dünya için geçerlidir. Kendini bilen birisi onunla ilgili bir şey yapacakken tekrar tekrar düşünmelidir. Olay sadece telifini vermek değildir. Ama biz bütün değerlerimizi onlar öldükten sonra övelim derken çamurluyoruz. Kavır adına yapılan yorumlardan tutun, şaşalı yazılara, kitaplara, belgesellere kadar her yer yağma hasanın böreği misali. Oysa bu isimler Batı'da olsaydı müzeleri kurulur, yüzlerce kitap yazılır, film yapılırdı.
İzin Almak konusu
"Cem Karaca'nın Gözyaşları" filmi için ikinci eşinden izin alınmadığı da mahkeme konusu olmuş. Filmde Cem Karaca'nın oğlu izin vermenin ötesinde danışman olarak da çalışmış. Üstelik film Cem Karaca'nın yaşamından 1987 yılına kadar olan süreci anlatıyor. Oysa Cem Karaca 2000’li yıllarda ikinci evliliğini yapıyor. Bu nedenle de İlkim Karaca'dan izin almaya gerek olmadığını bizzat oğlu Emrah Karaca basın toplantısında söyledi. Bu konu onların bileceği bir konu ama bana göre de Emrah Karaca'nın bakışı doğru geliyor. Ama gene de galaya davet edilerek onure edilebilir miydi? Açıkcası Emrah'ın yaşadıklarını yaşasaydım ben de davet etmezdim.
Bugün yaşadığımız ortamda izin mizin ne ola ki ama ben yıllar öncesine döneceğim. Yıl 1987 ve Gırgır dergisinde ilk profesyonellik hayatıma adım atmışım. Evet dergi görkemli ama ben o derya içinde bir kum tanesi, kelimenin tam anlamıyla bir tıfılım. Bir iki yıl sonra Moğollar'dan Cahit Berkay beni telefonla arıyor bir çizimimi kullanmak için izin istiyor. Oysa o günlerde ne telif ne de yasası falan var, üstelik iki yıl sonra Gırgır satıldığında bile telif hakları olmadığı için oradaki bir çok çizerin çalışması dergiyi alanın malı olacaktı. Ha onu bırakın o zamanlarda Cahit Abi beni tanımazdı ve çizimi istediği gibi kullanabilirdi. Hadi o da olmasa dergiyi arar izin isterdi ama o benim gibi bir tıfılı aramıştı. Ve o çizim bir Moğollar kasetinin kapağı olacaktı.
Gene o zamanlarda yapılan bir Kramp konserine Cem Karaca'yı davet etmiştik. O zamanlarda Almanya'dan yeni gelmiş ve vatandaşlığa yeni kabul edilmişti ama kırmadı geldi. Orada yaptığım çizimler için beni onure eden sözcükler kullandı.
Erkin Koray'ın Moda Sineması'ndaki konserinin afişini yapmıştım. Konser esnasında görüşemediğimiz için iki gün sonra beni ziyarete gelen Erkin Koray, teşekkür etmişti.
Bu kadarla da bitmiyor 2000'li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde yazıyor ve çiziyorum gazeteden eve telefon geldi ve Sezen Cumhur Önal'ın benimle görüşmek istediğini söylediler. Telefonumu verdim ve aradı. Benden yıllar önce yaptığım bir çizimimi kullanmak için izin istiyordu. Üstelik bu çizim onu yerden yere vurduğum bir çizgi romandı.
Gene Cumhuriyet gazetesinde yaptığım bir panoramik İstanbul çizimimi yazacağı bir kitapta kullanmak için Fikret Hakan izin istemişti.
Bu örneklerden daha bir hayli var. Yani yazmaya kalksam sayfalarca sürer. Sözün özü Cem Karaca başta olmak üzere bu güzel insanlar "izin" isteme nezaketinde olan insanlardı.
Bu izin konusuna böyle anılarla bir katkıda bulunayım dedim. Bir de bu izin olayının farklı bir yanı var o anıyı da anlatayım. Erkin Koray'ın İstanbul Plak'tan çıkan plakları toplanıp, best of misali bir şekilde kaset olarak çıkacaktı ve kapağını çizmem için plak şirketinden beni aradılar. Bu haberi duyduğumda açıkcası havalara uçtum. Ancak bundan Erkin Koray'ın haberi var mıydı? Plak şirketi bu konuda yayın haklarının onlarda olduğunu ve bir sorun olmayacağını söylediler. Aslında bu benim için yeterliydi ama içimi iyi ki bir şey kemirmişti ve Erkin Koray'ı telefonla aradım, izin aldım. İyi ki aramışım. O heyecanla aramamış olabilirdim. Keşke o günlerde içerikteki parçaların yerleşmesi ve seçimi ona da sorulsaydı. Bu çalışmanın daha güzelleşmesi açısından da önemli ama bizim diyarda böyle gelmiş böyle gidiyor işte.
Renk değil Boyut katmak!
"Cem Karaca'nın Gözyaşları" filmi yapıldı ve olan oldu. Oysa ölümünden bu yana 20 yıl geçti ve bu süre içinde Cem Karaca üzerine onlarca kitap, film yapılmalıydı. Bu isim sadece bizim için değil dünya çapında tanıtılacak bir sanatçı. Bunun için de sinema filmi yapmak çok önemli. Bu filmi çeken yönetmenin Yüksel Aksu olması da benim için ayrıca önemli.
20 yıl içinde Cem Karaca adına sadece bir film yaptık onda da ortalık toz duman oldu. Oysa böyle bir isim Batı'da olsaydı adına müzeler kurulurdu. Biz böyleyiz işte böyle gelmiş böyle gidecek. Ama içimi acıtan sevdiğimiz bu isimleri severek parça pınçık ediyoruz.
Bu konu yapılan "Cem Karaca'nın Gözyaşları" isimli sinema filmi üzerine oldu. Filmi daha izlemedim, izlediğimde de kıl olacağım ya da sevmeyeceğim bölümler olabilir. Sonuçta sinema büyük bütçeli bir çalışma ve popülizmi yakalamak zorundadır ve seyirciyi yakalamak ister. Bu gayet doğaldır çünkü Cem Karaca'yı ben hiç yoksa 50 yıldır birike birike tanımışım ve benim kafamdaki Cem Karaca filmi başkadır. "Cem Karaca'nın Gözyaşları" filmi bir başka bakış açısıdır benim için ve bunların daha da çoğaltılması gerekir. Cem Karaca'yı anmak için şarkıcı ve grupları toplayıp, ısmarlama kavırlar yapılmasının ötesinde şeyler yapılmalı artık.
Özel radyolar ilk kurulduğu zamanlarda Cem Karaca bir programa konuk olmuştu. O programın sonunda sunucu, "Çok teşekkür ederiz, programımıza renk kattınız." demesi üzerine Cem Karaca, "Ben renk değil boyut katarım" diyecekti. Bu çok doğru bir tespitti... çünkü Cem Karaca bizim yaşamımıza boyut getiren bir isimdi.
Aptulika
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder