7 Ocak 2024 Pazar

Deep Purple'ın En Mütevazısı... Ama Bir Temel Taşı: Roger Glover


Eski dönemlerde rock ile diğer popüler tarzların arasındaki en önemli fark, vokal yapanın dışındaki grup elemanlarının da önemsenmesiydi. Öyle ki bir dinleyici grubun davulcusuna hayranken bir başkası gitaristi ya da bas gitaristini ayrıcalıklı tutardı. Kimi zaman bir dinleyici sevmediği bir grubun gitaristini sevebilirdi. Pop müzikte vokal yapan önemliydi ve arkada çalanın kim olduğunun pek de önemi yoktu... oysa rock dinleyicisi için bu tam tersi olmaktaydı.  

Tabi bu rock ile ilk tanıştığımız ve  ilk dinlemeye başladığımız zamanlarda geçerli değildi. Bende ilk tanışmamda popülerleşmiş isimlerle başlamıştım. Saymak gerekirse Suzi Quatro, Sweet hatta ülkemizden Erkin Koray veya Barış Manço dersek frekanslarım imajı öne çıkan solistler üzerine olurdu. Solistlerin dışına ilgimin yönelmesi ise Deep Purple ile olmuştu. Bu arada benim dönemimi göz önüne alırsak, bazı şeylere kolay erişememek de bu konuda etkendi. İlk verdiğim isimleri dönemin dergilerinde fotoğraf ya da poster olarak görebiliyorduk ama Deep Purple ile tanışmam ilk anda plakla olmuştu. Bir arkadaşımda dinlediğim plak kapağında kare kare elemanları görüyordum ama öne çıkan yoktu. Sadece plak kapağında gördüğün 4 ya da 5 adam resmi ve  onları hangisinin ne çaldığını da çoğu zaman anlamıyorsun yani bugünkü gibi videosunu değil bulmak ne olduğunu da bilmiyorsun. O dönemin siyah beyaz televizyonunda ne çıkarsa onu görmüşsün ( bu arada Sweet çıkmıştı).

İşte o günlerde Deep Purple plağını ilk dinlediğimde vokalin sesini gene öne alıyordum ama piyano diye bildiğim sese de ufaktan kulak kabartmaya başlamıştım. Bu o klasik müzikte duyduğum piyano gibi de değildi (Daha o zaman Hammond değil orgun bile ne olduğunun ayırdında değilim). Bu farklı bir sesti, ardından baterinin sesi sıyrılmaya başlayacaktı. Bu arada bunların ilk dinleyişte olduğunu sanmayın ha... Vokalinde Ian Gillan gibi bir ses olacak da dikkatin ondan ayrılacak, olacak şey değil hani. Bu arada Gillan'ın sesi de bildiğimiz şarkıcılar gibi değildi... kimi zaman çığlık gibi bir şey oluyordu. Zamanla müziğin içine giriyordum ve oradaki org ya da piyanoya kulak kabartıyordum. Bunlar da öyle ilk dinleyişte falan olmuyordu. "Lazy"nin girişinde tempo ilk anda sarıyordu, "Child In Time"da Gillan'ın çığlıklarına odaklanıyordum. Dinledikçe farklı şeyler buluyorduk. Sonra plak kapağındaki elemanlar üzerine arkadaşımla efsaneler üretiyorduk yalan yanlış, kulaktan duyma. Hoş kulaktan duyma da bugünkü gibi değil, kaç kişiden duyabilirsin ki, işte dinleyen bir kaç abiden duydukların ki onlar da yok gibi bir şey. 

Sonra arkadaşım bir yabancı dergi bulmuştu, orada Deep Purple'ın konserinin haberi vardı. O Almanca dergide isimlere bakıp, kimin kim olduğunu anlayacaktık. Gene görsel imaj etkili olsa gerek uzun saçlı olan o elemanlar arasında bıyıklı olan kara gözlüklü adam dikkatimizi çekecekti. Ayrıca ismi olmasa da soyadının okunması kolaydı : Lord. Ondan sonra plağı dinlerken o güzel tınıları çıkaranın o olduğunu anlayacaktık. Bir de Japon gibi gözlüklü biri vardı ki o da bateristti. Zaten bateri benim çocukluğumun en havalı en anlaşılabilir çalgısıydı. Balolarda ya da düğünlerde o iki değnekle bir sürü davula vuran amcaları izlemek vazgeçilmezimizdi. 

Artık plağı dinlerken o klavye sesini duyduğumuzda, "Vay be Lord'a bak nasıl giriş yaptı." falan gibi laflar edecektik. Bateriste de bir şey demek isterdik ama ismini söylemek zordu. Bu arada Blackmore'u o dönem ortaokula yeni başladığımız İngilizce derslerinde hocanın karatahtayı gösterip sonra onun üzerine tebeşirle yazdığı blackboard'dan bilir olmuştuk. Böylece Richie'yi okunduğu gibi söylesek de Blackmore'un ilk hecesini nefis bir şekilde söylüyorduk. 

 Deep Purple albümleri birbiri ardına gidiyordu ve açıkcası bütün elemanlarını tam tekmil bildiğim ilk grup da onlar olacaktı. "Made ın Japan" albümünü dinlerken, gözlerimi kapadığımda sanki o konserde gibi olurdum. Bu arada "Machine Head" albümünün iç kapağındaki resimlerden öyküler uydururduk. John Lord'un daha resmini görmeden çalışıyla tanımıştım. Hemen akabinde o özel ses ister istemez bizi etkisi altına alıyordu zaten. Gitar derseniz, Blackmore'u hissetmemeniz... ne mümkün. İlk fotoğrafını gördüğümde (eh biraz Made in Japan albümünün de etkisiyle) bir Japon sandığım Ian Paice'in davulunu iki sokak öteden bile fark edebilirdim. Yani Deep Purple'ın her elemanını dinlerken ayrı ayrı tanır olmuştum. 

Dikkat ettiniz mi? Her eleman dedim ama sadece dört elemandan bahsettim... Lord, Gillan, Blackmore ve Paice. Yani org, vokal, gitar ve davul. Peki bas gitar nerde?  Evet o ilk dinlediğim dönemde basçı Roger Glover varla yok arasındaydı benim için. Yıllar geçecekti ve daha büyüyecektim ama Roger Glover'ı gene de fark edemeyecektim. Hatta öyle büyük bir cahillik ya da ayıp yapacaktım ki, anlatılır gibi değil hani.  Plakları dinlemekle kalmıyor, arka kapaktaki bit kadar yazıları bile okur olmuştum. Orada prodüktör isimlerini de görürdük ama o adamlar ne yapardı bilmezdik. Bir ara sinemadaki prodüktörler gibi bir şey herhalde diye düşünürdüm. Kendimce prodüktör denilen zatı muhteremleri parayı basan adamlar sanırdım. İşte Deep Purple albümlerinin kapağında da çoğu kez prodüktör hanesinde  Roger Glover ismini görürdüm. Demekki bu adam para babası, yani basıyor parayı albümü yapıyor. Bu sayede de Deep Purple'da kadroda kendini gösteriyor. Kahkahalarla güldüğünüzü duyuyorum ama daha o zamanlar tıfılın tekiyim. 

Sonraları biraz daha büyüdüm 20'li yaşlara geldim ve prodüktörün önemli biri olduğunu kavradım ama bu sefer de Deep Purple albümlerinde Blackmore varken niye Glover prodüktör olur diye düşündüm. Hoş gene de prodüktörün ne iş yaptığını da tam bilmiyordum ya neyse. 

Sözün özü Deep Purple'da benim için en etkisiz eleman bas gitarist Roger Glover'dı. Böyle bir düşünceye sahip olmamın sebebi bas gitarın tınısını ve önemini tam kavrayamamış olmaktan kaynaklanıyordu. Gene 20'li yaşlarımda dinlediğim Stanley Clarke albümü "School Days" ufkumu bir anda açacaktı. Bir caz rock bas gitaristi olan Stanley Clarke bu enstrümanın ne denli önemli olduğunu gösterecekti. Ardından "Clarke'ın bence efsanevi bir başyapıt olan "Vulcan Princess" albümünü dinleyecektim ve kulağım aydınlanacaktı. 

Sonrasında Grand Funk Railroad zihnimi daha iyi açacak ve Iron Maiden'in bas gitarı lider konumuna taşıması, hatta Manowar bile ve tabi Cliff Burton ve oradan Jaco Pastorius'a bas gitara kulaklar açılacaktı. Sonra bir de buna caz kontrbasçıları eklenince bas tınısının önemini daha iyi kavrayacaktım. Tabi bu konuda Iron Maiden'ın baş kahramanının Steve Harris olması da bas gitara dikkatimi yöneltecekti. 

İşte bütün bunlardan sonra Deep Purple dinlerken kulağım bas giyara yönelecek ve Roger Glover'ın önemini kavrayacaktım. Ancak onu es geçmem bas gitar sesine tam hakim olamamaktan değildi sadece. Deep Purple'ın "Mark" mahlasıyla anlamlanan kadro değişikliklerinde her çatışmada en sessiz kalan ve kendi halinde olan elemanı Glover'dı. Öyle ki en mütevazı elemanı oydu.  Bu iddiasız görüntüsü de onu önemsemememi sağlamıştı. Şimdi bakıyorum da o Deep Purple kadrolarında ve efsanevi albümlerinde Roger Glover'ı çıkartırsanız benim için çok şey eksik kalır. 

En sevdiğim ve ilk göz ağrılarımdan biri (hatta en başında gelen) Deep Purple'ın bu en önemli elemanı Roger Glover'a gecikmiş bir saygı olarak bu yazı ve çizimi ithaf ediyorum. 

Aptulika


1970'li yıllarda ilk duyduğumda deli gibi sevdiğim ve bu sevginin bir ömür boyu sürdüğü "Highway Star" parçasının temelinde bas gitarist Roger Glover olduğunu anladığım 20'li yaşlarımın sonunda  mosmor olacaktım. Selamlar olsun büyük ustaya.  


 

 




Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...