24 Şubat 2022 Perşembe

19 Yıl öncesinin Roll dergisi'nden bir ORHAN KAHYAOĞLU röportajı


 

Orhan Kahyaoğlu'nun müzik yazarlığını her daim önemsemiş ve bir şeyler öğrenmeye çalışmışımdır. Geçen yıl çıkan ve Tunuslu müzisyen Anouar Brahem'in müziğini incelediği "Duru, Derin, Çıplak" kitabı ile onun yazılarına tekrar kavuşmanın mutluğunu yaşamıştım. Geçenlerde evde eski dergileri karıştırırken Roll dergisi'nde onunla yapılmış bir röportaja rast geldim. İşte bunu blogda paylaşmak için engellenemez bir istek duydum. Derhal Roll dergisinde o röportajı gerçekleştiren isimlerden biri olan Merve Erol'u arayıp, yayınlamak için izin istedim. 

İzni aldım ve o röportajı sizinle tekmili birden paylaşacağım. Bu röportajı okurken aynı zamanda tarih içinde bir yolculuğa da çıkacağınızdan emin olun. Evet Zaman Makinesi'nde yolculuk için kemerlerinizi bağlayın!



Orhan Kahyaoğlu

Orhan Kahyaoğlu müzikle ilgilenenlerin yabancısı değil. Yıllardır gazete ve dergilerde müzik üstüne kalem oynattı, Pink Floyd, Jethro Tull, Bülent Ortaçgil hakkında kitaplar yazdı…Ayrıca bir şair. İki şiir kitabının yanısıra Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayın yönetmenliği yaptı. Ama asıl Can Yücel’in taktığı isim bugünlerde ona tam uyuyor: “Cazcı”. Kahyaoğlu’nun Everest’ten çıkan son kitabı bir caz yazıları derlemesi, “Caz ve Ötesi”. Kendisiyle evinde buluştuk, cazdan, ötesinden, berisinden konuştuk.


YAŞASIN CAZIN GETİRDİĞİ 

FÜZYON

Foto: Şaban Nuhoğlu


Türkiye’de caz üzerine en çok yazanlardan birisin, şimdi bir de kitabın çıktı. Eskiden rock’çu bilirdik seni. Müzik dinlemeye nasıl başladın?

Orhan Kahyaoğlu: Rock. Dinleyicisi olarak başladım tabii. Ablam 67 – 70 arasında Kanada’da okudu. Okulu bitirip geldiğinde ben Maarif’te, hazırlık sınıfındaydım. Amerikalı hocalarımız sınıfta bize İngilizce şarkılar, Simon & Garfunkel’ler, Bob Dylan’lar okuturdu. Ablam da rock’n’ roll dinliyordu. Bizim eve 71 – 72 yıllarında hep hippiler geldi, gitti; ablamın arkadaşları. İlk kaset dinlememi şöyle hatırlıyorum: Ablamın iki arkadaşı, Glenn ve Betty, minibüsle Londra’dan başlamışlar yolculuğa, Uzakdoğu’ya gidiyorlar. Bir ay bizde kaldılar. Minibüslerinde teyp ve kasetler vardı. O zaman daha kaset yoktu Türkiye’de. Anahtarı alırdım, kaseti koyardım, minibüsün arkasında yatardım, Elton John’ları falan dinlerdim. Bildiğimden değil , meraktan. Ama tanışma da böyle olur. Yine ablamın kitaplarını, Camus’leri, Sartre’ları, Faulkner’ları hatırlıyorum o dönemden.


Ablanınkileri saymazsak, evindeki plaklar nasıl şeylerdi?

  “Zennube”nin bir 78’liği vardı, onu hatırlıyorum. Babaannem Üsküdar’da bir plakçıdan bana plaklar aldırırdı, mesela Nuri Sesigüzel filan aldığımı hatırlıyorum. Ama aynı zamanda evde “Twist Again” de vardı. Rakı masasına oturduğumda hala Saadettin Kaynak dinlemeyi yeğliyorum; Türkiye’deki bazı fanatik rock’çılar benimle bu yüzden dalga geçerler. (gülüyor) Bilinçli plak almam 74 yılında başladı.


Hangi plağı aldın ilk?

Jethro Tull olabilir. Yes gibi senfonik rock’lara düşkündüm, King Crimson, Deep Purple… Stories ve Beatles da dinlerdim ama, daha çok art rock esprisi içindeki müzikleri severdim… Pink Floyd dersen, “Dark Side Of The Moon” öncesi dönemi anlarım. Jethro Tull’a bir bağlılığım var, ama 80’lerden sonra metal sound’una giden albümlerini aynı oranda sevemiyorum. O underground hava çok belirleyici benim için.



" Yıl 1978 – 79, en yakın arkadaşını faşistler vurmuş, geliyorsun eve, plaklarına bakıyorsun, 'bu burjuvaları mı dinleyeceğim' diyorsun. "


Seni çeken müzik mi oldu bu gruplarda, sözler mi? 

İkisi de oldu. Herkes gibi ben de gitar aldım Orta 3’te, arkadaşlarımızla bir şeyler çalmaya çalıştık, gayet kötü bir şekilde. Böyle bir merak olunca, ister istemez müzik ön plana çıkıyor. Ama bir de o dönemde okulda, yoğun bir politikleşme gündeme geldi. İstanbul Üniversitesi, çok radikal hareketlerin de hakim olduğu bir okuldu. Ben de hiçbir zaman militan olmadım ama bayağı bir solcu oldum. Şöyle çelişkiler yaşadım: Yıl 1978 – 79, en yakın arkadaşını faşistler vurmuş, geliyorsun eve, plaklarına bakıyorsun, “bu burjuvaları mı dinleyeceğim” diyorsun. Plakları kırmayı aklımdan geçirdiğim zamanlar oldu. Kötü bir şey belki ama hakikaten bunları yaşadım. Müzikten hafif uzaklaştım diyebilirim. Sonra yine dinleyici olarak devam ettim, sürekli plaklar aldım. 

Chick Corea


Müzik dinlediğin ilk yıllarda bir plağı kendini vererek hararetle mi dinlerdin, yoksa müzik sana başka bir iş yaparken eşlikçi mi olurdu?

Yok, iki işi birden hiç yapamadım hayatımda. Bizim buralar boş arsaydı eskiden, Halit diye meraklı bir arkadaşımın portatif bir pikabı vardı, bende de plak çoktu. Beraber giderdik bir ağacın altına, sabahtan akşama kadar plak dinlerdik. .. Hala da iki işi beraber yapamam; kitap okurken müzik dinleyemem. O yüzden her şey böyle geç gidiyor. (gülüyor)


Caz olarak dinlediğin ilk şeyler nelerdi?

O da rock kökenli. Chicago, Blood Sweat & Tears o dönemden sevdiğim gruplardı, onlar sayesinde cazla bir tanışıklığın oluyor. Fusion olayı daha çok ilgimi çekti benim. Chick Corea’lar, Mahavishnu Orchestra’lar…Geleneksel cazla ilk elde tanışmadım. Yakın çevremde caza meraklı arkadaşlarım son on yılda filan ortaya çıktı. Festivaller etki yapmış olabilir. Caz festivali esprisinin patlaması 1985’teki Bilsak’tı. 1982 yılında Michael Brecker’lı Steps gelmişti, bomboştu Açık Hava. 1985’te, nasıl bir halet-i ruhiyeye, nasıl bir toplumsal duruma denk geliyorsa, Bilsak’la beraber iğne atsan yere düşmeyecek caz konserleri düzenlenir oldu. Özalizmin getirdiği bir yeni ideoloji, sektörün oluşması, albümlerin basılması…


Pat Metheny geldiğinde, dört – beş bin İstanbullu Açıkhava’yı ki gece tıklım tıklım doldurmuştu, ama kaseti bin tane satmıyordu bütün Türkiye’de. 


Özalizmle nasıl bir bağ kuruyorsun?

Aslında korkunç bir baskı dönemiydi, askeri diktatörlük hegemonyasını kurmuştu.Onun akabinde gelişen süreçte, bir sürü gencin hapiste olduğu dehşet bir baskı döneminde, adam bir serbest piyasa ekonomisi getiriyor. Yeni kentli insan için cazip bir şey olabilirdi caz; müziğin kendisinde de biraz elitizm var. Pat Metheny geldiğinde, dört – beş bin İstanbullu Açıkhava’yı ki gece tıklım tıklım doldurmuştu, ama kaseti bin tane satmıyordu bütün Türkiye’de. Bu bir özenme, öykünme anlamına da geliyor, bir sınıfsal konumu da simgeliyor. Yeni üretilen beyaz yakalı kuşağa denk gelen bir müzik şeklinde düşünülebilir. Ama sırf bununla açıklamak, buna indirgemek mümkün değil. Beni sorarsan, kişisel bir tercih söz konusu, yoksa böyle bir kuşağa ait değilim. Kendimi bildim bileli çok fazla evden çıkan biri de değilim, konsere bile zor giderim. Evcimen bir tip olunca, hep müzik dinliyorsun. (gülüyor)

Ian Anderson (Jethro Tull)


Fusion caz dinlemeye başlayınca, hiç şarkı sözü olmayan müziklere geçmiş oldun. Bu ciddi bir fark gibi gelmiyor mu sana?

Aslında öyle. Ben bir Jethro Tull kitabı yazmıştım, bence Ian Anderson önemli bir şair. Avangard, gerçeküstü imgelerle yüklü, metaforik bir şiiri var.”A Passion Play” ya da “Thick As A Brick” bu anlamda korkunçtur. Senfonik rock gruplarında, sözlerin geri planda, müziğin ağırlıklı olduğu durumlar da oluyor, Yes öyledir mesela. Bu gruplar bugünden baktığımda hakikaten”güzel sanat” yapar, underground ruhunu, rock’n’ roll ruhunu tam anlamıyla simgeleyen bir şey değildir bu. Ama kendi kültürlerini, rock’la senfoniyi birleştirdiğin zaman da müzikalite çok önde oluyor. 


Yes’ten, King Crimson’dan enstrümantal bir müziğe, geçmek daha kolay, ama Bob Dylan’dan geçmek daha zor diyebilir miyiz?

Belki de. Bob Dylan şairdir sonuçta. 



“Şairdir” derken, şairleri şarkı yazarlarından  daha mı üstün tutuyorsun? “Şiir katında” gibisinde bir vurgu yapıyor musun?

Yoo, öyle bir derdim yok. Ama öyle bir vurgu bazen doğru olabilir. Şiirin ve dilin nasıl kendi içerisinde bir sorunsalı varsa, müziğin de kendi içinde var. Bir kere rock müziğinde önemli olan günübirlik hayattır ve bir anı, bir durumu saptayıp o durumdan hareketle  söylenen sözler ağırlıktadır;  müziğin kendisi onu başka  bir hale sokar. Ama şiiri düşündüğünde, metnin dilsel anlamda kendi sorunlarıyla uğraşırsın. Aynı şartlarda üretilen şey değil bunlar. Bu ikisini karıştırmak da, şarkı sözüyle şiiri aynı şeymiş gibi düşünmek de mantıklı değil. Şiirin kendi musikisi, bir tonu ve rengi, kendine özgü bir ritmi var. Ama daha günübirlik,  o tepkiciliği yansıtan, belki bir anda yazılmış bir şeyin konumu farklı. Ben şiiri yazan biriyim. O yüzden ister istemez şiiri biraz kayırıyorum belki.(gülüyor)

Bob Dylan

Şiirinden söz açılmışken, daha ilk kitabın”Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları”nın ilk şiirinde cazdan söz etmeye başlıyorsun: “…buz kaplı / caz konusunda hüznü dışlayan armoni kan / dorukta nota olmuş bir kağıt, yok yazısı. “ Bu kitabın diğer şiirlerinde de, ikinci şiir kitabın “Aşk ve Harf”in şiirlerinde de caza göndermeler sürüyor… Niye. Şiirlerinde rock’tan bahsetmiyorsun da, cazdan bahsediyorsun hep.

 (gülüyor) Cazda doğaçlamanın getirdiği farklı bir özgürleşme alanı var. Benim şiir dünyamda böyle bir kuşatıcılık çok önemli. Aklına gelen şeyi yazmak anlamında değil; sonuçta ben senede belki bir şiir yazıyorum. Benim şiirimde hep bir ses olayı, kendine özgü bir ritm var. Bazıları caz kalıpları, ritmleri içinde yazdığımı söylüyor. Bunu bilerek yapmıyorum ama. 


Caz deyince ilk akla gelen şey doğaçlama mı?

En temel ögelerden biri o. Sonra senkopasyondur, tek bir ritme bağlı kalmamak, çoğaltıp yeniden getirmektedir. En temel iki öge bu, daha sonra da stiller var, onları ben de çok iyi bilmiyorum. 


“Geceyi okuyan bir caz mumyası” diye bir dize yazmışsın mesela. Burada caza yüklediğin anlam, sana caz kelimesini seçtiren şey ne?

Ses. Üç harfli sözcükleri seviyorum. İkinci kitabın başlıklarındaki gibi: “Aşk ve Arp”, “Aşk ve Sus”, “Aşk ve Lut”… Bunun da farkına başkaları söyledikçe vardım. O kelimeyi seçişim de, daha çok, yarattığı sesten. Bir de , burada direkt bir anlatımcılık yok. Benim kafamda şiir, daha çok bir epistemolojik mesele olarak var. Gündelik hayata, reel hayata gönderme yok denecek kadar azdır benim şiirimde. Bu bilinçli bir seçim.


Rock’un aksine, caz da bu günübirlikten biraz uzak bir şey. Şiire yaklaşımın cazcıların müziğe yaklaşımına benziyor sanki. 

Doğru.


Can Yücel salıları bizi çağırıyordu, mezeleri  de hazırlıyordu. Oturmuşuz, içiyoruz, müzik dinliyoruz. 'Kağıt kalem, kağıt kalem' dedi. 'Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim'i yazdı.


Şiir ve caz deyince akla Can Yücel de geliyor. Ama onun şiiri günübirlik dille ve meselelere çok yakın bir şiir…

Cab Baba’nın bana taktığı lakap “Cazcı”dır, Cazcı geldi, Cazcı gitti… (gülüyor) Bizim samimiyetimiz de caz müziğinden dolayıdır. 1987 – 88 gibi, kafayı taktı, “beraber caz tarihi yazacağız” dedi. Böyle bir şey haddime mi benim o zaman? “Yok yazacağız..!” Evlerimiz de yakındı. Güler hanım izin vermiyor, içki içirmiyor. Can Baba “işe gidince sen anahtarı verirsin bana” diyor, “senin evde çevirileri hallederim”. (gülüyor) Evdeki caz kitaplarını okuyup düzenleyecek, çevirecekti, sonra ben de metni toparlayacaktım.

Can Yücel


Caz sever miydi çok ?

Seviyordu. Zaten kendi şiirini de cazla bayağı bir yakınlaştırıyordu. “Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim” şiirini 1987 yılında yazılmıştı. Güler hanım Salı günleri evde olmuyordu; Can Baba Salı günleri öğlen bizi çağırıyordu, mezeleri bile kendi hazırlıyordu. Bir gün yine masada oturmuşuz, içiyoruz, müzik dinliyoruz. Oldukça sarhoş bir anda “kağıt kalem, kağıt kalem!” dedi, o şiir spontan  bir şekilde öyle çıktı. Sonra unuttu, gitti, biz dergide basınca gördü. “Gece Vardiyası Albümü” kitabını  bizim Korsan Yayınları’ndan çıkarmıştık, şiir seçimlerini de ben yapmıştım. Kitap o şiirle açılıyordu, ilk bölümde de  müzikle ilgili şiirleri vardı. Caz, Can Baba için bir muhalifliğin sembolüydü.


Beraber cazdan başka müzikler dinlemez miydiniz, nasıl müzikleri severdi başka?

Aile anılarını anlattığında, meşklerden bahsederdi. Musikiyle içli dışlıydı. Bir ayrım yapmazdı, bu cazdır, Batı müziğidir şeklinde bir üstünlük kurmazdı. Batılılaşmacı bir sol zihniyetle de fazla alakası olan biri değildi. En iyi hatırladığım şeyler, anıları. Çocukluğundan, İnönü zamanından öyle anektodlar vardı ki…


Var mı bir tane bize anlatabileceğin?

Can Baba henüz genç, yeni solcu olmuş. Babası vasıtasıyla da görüşülüyor İnönü’yle. Herkes el öperken, Can Baba tavır alıp İnönü’nün elini öpmezmiş, sadece sıkarmış. İnönü’nün zekasını örneklemek için bu hikayeyi anlatırdı. Hasan Ali Yücel öldüğü zaman Can Baba yurtdışında, paldır küldür cenazeye geliyor, tabii İnönü de orada… Herkes cenaze sonrası onun elini öpüyor. “Öyle bir kontrpiyede bıraktı ki beni, orada öptüm elini” derdi Can Baba. “Vallahi herif farkına vardı, öyle bir gözle baktı ki bana, ‘böyle öptürürler adamı’ der gibi…” (gülüyor)

Ece Ayhan


Senin kendine en yakın hissettiğin şairler kimler? Aralarında Can Yücel var mı?

Can Baba’yı çok seviyorum, şiirini de seviyorum, ama benim meselem olan bir şair değil. Benim meselem olan şair, baştan beri Ece Ayhan. Şiirin sözel yapısı itibariyle epistomolojik bir sıçrama Ece Ayhan, kopuş hatta. Çok da ahbap olduk onunla, ondan da çok çektik. (gülüyor) İsmet Özel şiirini de çok severim. Ülkü Tamer’i, Edip Cansever’i  de… Şairim deyince, aklıma Ece Ayhan gibi, Cemal Süreya gibi olmak gelir. Kendime şair demekten ürkerim. Kendimi iyi şiirler yazan insanlardan biri gibi düşünürüm. Onlar gibi olmak için çok kendine has  bir yapın olması lazım. O yapının bir şeye eklemlenmemesi lazım. Benim ilk kitabımda biraz Cemal Süreya, epey Ece Ayhan. Etkisi var, ama ikinci kitapta. Bunun olmamasına özen gösterdim. Bu şiirler çok mükemmel şeyler olmayabilir, ama benimdir; bir gün bunları benim yazdığım anlaşılsın da, varsın ben şair olmayayım.


Son yıllarda, hep kitabında bahsettiğin müzisyenlere mi takılıyorsun?

Şimdi en çok ne dinliyorsun diye sorarsan, hala bu füzyon müziğidir.  Ama bende şöyle bir şey var: Hem Türk popunu izlemeye çalış, rock izlemeye çalış, sonra buna caz eklensin… Bunların hiçbiri bütünüyle hakim olabileceğim bir alana dönüşmüyor. Belki Türk popu biraz böyledir, Akademi İstanbul’da ders olarak verdiğim için, biraz daha başı sonu olan bir şey kafamda… Son zamanlarda, kitapta da anlattığım ECM firmasından hareketle, deneysel, folkla daha bir köprülü, bazen caz olabilen, bazen olmayabilen bir müziğe takıldım. Bu müzik ve ECM firmasının yayınladığı albümler Avrupa’da çok hakim. 80’li yılların başında tanıştığım, hoşuma giden isimler birdenbire bu firmadan albüm çıkarmaya başladılar. Tam tanımlanamamış, “bu şu müziktir” denememiş isimler oldu ya 70’lerden sonra, o çıkış süreci benim merkez eksenim. 



"...bir müzisyen değilim, bir dinleyiciyim..." 


Sonuçta kitap boyutuna ulaşmış kapsamlı yazılar bunlar. Jan Garbarek’ten John Surman’a John Scofield’den. Keith Jarrett’a…

Bazen bu kadar çok müzik arasında dağılışımı sorun ediyorum, “ her şeye maydonoz mu oluyorum” diyorum. Ama sonuçta ben bir müzisyen değilim, bir dinleyiciyim. Kendime “eleştirmen” filan da diyemiyorum. Müzik eğitimi de görmedim, müzik üzerine yazı yazmakta hep kuşkum oldu. Ama sonra bir bakıyorum ki, özellikle popüler müzik ve türevlerinde  araştırma yapanların bazısı antropolog, sosyolog… Bunlar arasında ciddi müzik bilgisi olanlar da var, olmayanlar da. Demek ki böyle de yazılabiliyormuş diyerek içimi sonra rahatlattım. (gülüyor) Bizim yazdığımız, genel bir takım fikirlerdir. Kitaptaki yazıların bir konsepti, seçilen isimlerin birbirine yakınlığı var ama, daha çok kişisel hazlardan kaynaklanan bir seçim söz konusu. Bu kitaptaki yazıların da işlevi bir anlamda bu isimleri tanıtmak, 70 sonrasının bir profilini çıkarmak…

Jan Garbarek


Kitaptaki yazılara konu olan, ECM firması merkezli bu yeni cazı nasıl tarif edersin?

Mesela Herbie Hancock diyelim, funk halkasını alıyor, onu cazla birleştirip başka bir şeye götürüyor. Chick Corea, Latin formasyonuyla cazı karıştırıyor. Mahavishnu Orchestra daha çok Uzakdoğu, Hint müziklerine gidiyor. Bunun soul’u da var, country’den esinlenen bile var. Böyle bir fusion kapısı açılınca  ister istemez bir sürü malzeme giriyor işin içine. Afro bağ cazda  zaten var, ama dünyanın başka coğrafyalarından etnik malzemelerin öne çıktığı bir takım caz formları son dönemlerde oluştu. İş öyle bir yere geliyor ki  artık, standart cazı müthiş yapan  adamlar bile bu dünyaya açılıyorlar…Bildiğimiz Amerikan cazına değil de, onun dışındaki  deneylere, çok kültürlülük esprisine bakmak bana güzel geldi. Bu müziklerde caz çok önem arz ediyor ama,  cazın ötesi de çok önem arz ediyor. Rabih Abou-Khail Lübnan’dan gelip, Dave Holland’larla buluşup burada albüm yapabiliyor, sırf kendi otantiğine bağlı bir şey de yapabiliyor. 


Cazı hep “siyah müzik” olarak düşünürüz. ECM daha çok Avrupalı ve beyaz müzisyenlerin toplandığı bir firma, değil mi?

Evet, öyle denilebilir. Daha çok Avrupa’nın çeşitli folklorlerinden, Arap folkloründen bir sürü isim var bünyesinde… Müzikal altyapılarında zaten klasik müzik var, bir de caz var. “Bu bir caz albümü ve siyah müziği” diyebileceğimiz albümler de çıkıyor ECM’den, ama ağırlık böyle bir mecrada. Daha çok akustik müzikler ve çok rafine sesler bunlar. Ve bir mood müziği gibi, bir takım ruh hallerinin, arınmışlığa doğru giden bir yolun müziği; new age’deki huzur müziğine yer yer yaklaşan bir yanı var galiba. (gülüyor) 


Ama caz deyince aklımıza  o rafinelik gelmez aslında, değil mi? Tam tersine, daha kirli, pasaklı bir şey gelir.

ECM sound’unu dinleyen ve benimseyenlerde hakikaten böyle bir rafinelik var. Nedense böyle bir sound, süreç içinde benim merakım oldu. 


Mesela bana sorarsan Keith Jarrett bir muhaliftir. Adam otuz yıldır sufi; inanç düzeyinde başka bir yerde duruyor, sahneye öyle çıkıyor, öyle yaşıyor. Mevlana anma günleri için kaç defa Konya’ya gelmiş. Charlie Haden da mesela, caz ortamında en radikal solculardan biri. 

ECM elit denebilecek bir müziğin temsilcisi mi? Cazın ilk yıllarına atfedilen bir muhalif damardan bahsedebilir miyiz burada? Ya da uyuşturucuyla eskisi gibi bir bağ söz konusu mu?

Yok, öyle söyleyemeyiz, öyle alt kültür de değil. Bu bütün caz için böyle, ama biraz eşelesen, ECM içinde de istisnalar çıkabilir. Mesela bana sorarsan Keith Jarrett bir muhaliftir. Adam otuz yıldır sufi; inanç düzeyinde başka bir yerde duruyor, sahneye öyle çıkıyor, öyle yaşıyor. Mevlana anma günleri için kaç defa Konya’ya gelmiş. Charlie Haden da mesela, caz ortamında en radikal solculardan biri. Onun da bir sürü ECM albümü var. Bir firmayı, albümü politik, ideolojik tanımıyla açıklayabilmek çok zor, ancak  fikir yürütebilirsin. Söz de olmayınca, işi daha da vahimleşiyor. (gülüyor)

Charlie Haden


İster istemez “geleneksel caz” terimi kullanıyoruz ve mesela “Rabih Abou-Khalil geleneksel caza kendi topraklarından bir şeyler katıyor” türü bir cümle kurabiliyoruz. Böylece geleneksel cazı sanki sabit ve saf bir müzikmiş gibi tarif etmiş oluyoruz. Halbuki geleneksel caz dediğimiz şey de her müzik gibi bir füzyon değil mi?

Tabii. Gospel’ler, blues’lar, Avrupa müziği, Afro kökler… Öyle bir kuşatıcılığı var.


Joachim E. Berendt, Ayrıntı’dan yeni çıkan “Caz Kitabı”nda şöyle diyor: “Caz  melezdir, başından beri böyleydi ve böyle. De kalacak. Bugün saf olarak algıladığımız şey, o kadar uzun zaman önce ortaya çıkmıştır ki, başlangıçta ne denli  eklektik olduğu artık kimse tarafından hatırlanmamaktadır…”

Hakikaten öyle. Ama sadeece standart cazı “caz” sayanlar var. Yeni füzyonları cazdan saymıyorlar.


Sen okuyabildin mi “Caz Kitabı”nı?

Nefis bir başvuru kitabı. Çevirmeni de çok yakın bir arkadaşım, üç buçuk yıldır uğraşıyordu. Kütüphanede ansiklopedilerin arasına koydum kitabı. Yazarı galiba iki yıl önce trafik kazasında ölmüş. Çok ünlü de bir kitap, ilk baskısı 1953’müş, bu baskı 90’lara kadar geliyor…


Kitabında yerli müzisyenlerle ilgili de kalem oynatmışsın.

Türkiye’de de son üç – beş senedir bir tür fusion, kaynaşım müziği var. Müzisyen olabilseydim, ben de hep böyle açılımlara giderdim. Mesela Oğuz Büyükberber’in “Velvele” albümü, Ali Perret’in kurduğu grup, Sarp Maden’in Lodos grubu, Mahmut Yalay’lar, böyle deneysel, kendine münhasır sound arayışları oldu. Okay Temiz belki bunun ilk örneklerinden.


Kerem Görsev “DJ’leri, elektronik aletleri müziğime asla sokmam, arkamdan DJ’larle çalıştı dedirtmem” mealinde bir şeyler söylemişti. Böyle püriten, muhafazakar yaklaşımlar hala – özellikle caz içerisinde – yaygın galiba.

Evet, yaygın. Bunlar bir tercih olabilir, insan akustik müzik yapmak ister, dünyasını bunun üzerine kurmuştur, bu olabilir. Böyle bir insana, çağın gündemini yakalayamıyor demek yanlış. Ama “o tür müzikleri müzikten saymam” demek de çok negatif bir şey. O işin ucu bucağı yok artık. Özellikle elit müziklere yakın duran çevrelere bunu anlatmak zor bir durum. 



"Bülent Ortaçgil... 

Türkiye’de söz yazanların en iyilerinden biri olduğu kesin. "


Biraz da “Bülent Ortaçgil” kitabından bahsedelim: Ortaçgil bir şarkı yazarı. Ne senfonik rock grubu, ne de bir fusion cazcısı. Sana onun kitabını yazdırtan duygu neydi?

Onun sözlerinde benim dünyama çok denk gelen şeyler var. Belki şiire olan ilgimde kurulan bir bağ. Bir takım temel izlekleri var, bir meseleyle uğraşıyor. Türkiye’de söz yazanların en iyilerinden biri olduğu kesin. İşin müzikal boyutu da ayrı. Erkan Oğur falan da devreye girdikten sonra, ciddi bir müzikal altyapı da çıkıyor ortaya. 


Bülent Ortaçgil

En sevdiğin şarkısı hangisi?

Genellikle ilk albümden seçilir, benim de öyle galiba: “Dört Kişilik Düş”. Öğrendim ki, meğer ailesinden bahsediyormuş. Kardeş, anne, baba… Ama şarkıyı öyle dinlemiyor insan… Başka bir dünya Ortaçgil.


Galiba bir de Grup Yorum kitabı hazırlıyorsun…

Grup Yorum’u çok dinlemiyordum, ama onlara ilgi duymam, bu gruba yıllar yılı yapılan baskılar yüzünden oldu. Dünyada 15-20 yıl bu kadar baskıya dayanabilen grup yok… İçlerinde politik şeyler var, ama son kertede, etik olarak , şarkı söylüyorlar bu insanlar.  Şarkı söyleme konusunda özgürler. Bir takım örgüt bağlantıları varsa ve bu sebeple yargılanıyorlarsa, hadi bunu anlayabiliyorum. Ama hiçbir neden olmadan yüzlerce konserin önünü kes, içeri at, işkence yap… Sonuçta devlettir, ama  bu devlet, burada devlet olmayı aşıyor. Düzen düşmanını şarkının kendisi olarak alıyor, adamın baş takıntısı şarkı. Bu arada”adam” dedim devlete, demek erkek olarak düşünüyorum. (gülüyor) Hazırladığım kitapta, Grup Yorum’u bir fenomen olarak düşünüyorum, insan hakları bazından hareketle ilerliyorum. Hem bu adaletsiz öyküyü anlatayım dedim, hem de müziğinin ayrıntılı bir değerlendirmesini yapayım… Fakat bu alanda yazılı belge yok denecek kadar az. Bunu da vesile ettim, Yorum’un hem müzikal hem politik anlamda hangi geleneğe eklemlendiğini daha iyi görebilmek için, Türkiye’nin son kırk yıllık sol tandanslı politik müzik tarihini de kısaca anlatmaya çalıştım. 


Söyleşi : Derya Bengi – Merve Erol

Roll dergisi nisan 2003 

Sayfa:44 – 45 - 46


Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...