26 Ağustos 2018 Pazar

Bir başka kıtada Jeff Martin'le aynı şarkıya eşlik etmek



"Eşlik ettiğiniz sanatçının dünyaca ünlü biri ya da sadece o semtin sakinlerinin tanıdığı ve sevdiği biri olması önemli değil, önemli olan hep beraber aynı şarkıyı tüm gücünle söylemek. 
Tea Party ve Jeff Martin de, hem çok sevdiğim, hem de saygı duyduğum bu sanatçılara, beni aynı dili konuşmasak da aynı şarkıya eşlik edebilenlerle bir araya getirdiği için naçizane teşekkür ederim."





Avustralya kıtasının ilk sakinleri, katiller, hırsızlar ya da dolandırıcılarmış. Avrupa'da istenmeyen bir çok "suçlu", yolda ölürler umuduyla gemilere konulup bu "Tanrının unuttuğu", "dünyanın dibi"ndeki adaya yollanmışlar. Böylece yetmiş iki milletten, çeşit çeşit kültürden, kimi gerçekten suçlu, kimi kader kurbanı, kimi düzene başkaldıran anarşist, bir grup insan bu ıssız topraklarda, kendilerine bir düzen kurmuşlar. Muhteşem doğanın, sessiz ormanların, engin denizin içinde, medeniyetten uzakta, kendilerine bir yepyeni bir medeniyet kurmuşlar, bunu yaparken adanın gerçek sahiplerine hiç de adil davranmamışlar, ama bu da başka bir hikayenin konusu.
Çeşit çeşit milletin, her biri diğerinden farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle zaman içinde ülkede sanat da kendini göstermeye başlamış, bizim konumuz müzik olduğu için biraz da müzikten bahsedelim. Avustralya müziğinde çok da özgün bir şeyler yok, (Avustralya Aborjinlerinin müziğini tamamen bunun dışında tutuyorum). İç kesimlerde `country` müzik, kıyılarda bol bol `surf` rock. Bir de Bee Gees, AC/DC, Nick Cave, INXS, Men At Work gibi dünyada tanınan popüler sanatçı ve gruplar; Cold Chisel, Midnight Oil, Hoodoo Guru gibi ülke içinde çok sevilen rock grupları; Tamam Shud, Sebastian Hardy ve Buffalo gibi progresif rock'a göz kırpan gruplar var. Yeni nesilden de doğu motiflerine müziğine dahil eden King Gizzard and The Lizard Wizard Avustralya denince ilk akla gelen isimler. 
Avustralya içinde yetmiş iki millet barındırıyor dedik, Avustralya'ya göç 18. yüzyıl ile sınırlı kalmamış, hala daha fazla huzur, daha fazla sükunet, daha fazla doğa arayan insanlar bu ülkeye gelmeye devam ediyor. Bunlardan biri de Kanada soğuğunda yetişmiş Jeff Martin. Benim, 2000 yıllarının ilk yarısında Avustralya'ya yerleşen Jeff Martin ile tanışmam bir çok Türk dinleyici gibi, grubu "The Tea Party"nin 1995 tarihli, "The Edges of Twilight" albümü ile oldu. Grubun Peter Gabriel'dan etkilenerek yaptığı ve Roy Harper'ın eşlik ettiği albümde ilk dikkatimi çeken parca "The Bazaar" oldu, parçadaki oryantal motifler ister istemez Türk dinleyicisinin dikkatini çekiyordu. O zamanlar henüz internete erişim bu kadar kolay değil, ulaşılan bilgilerin teyidi de bu kadar mümkün değildi. Dönemin Tea Party dinleyen tayfasının varsayımı Jeff Martin'in bir Türk kıza aşık olduğu yönündeydi, bu bilginin doğruluğunu şahsen hiç araştırmadım, çünkü eş zamanlı olarak grubun "Transmission" albümü ile tanıştım ve Jeff Martin'in bir "aşk" insanından çok, bir "başkaldırı" insanı olduğunu keşfettim ve bu yönünü çok sevdim.

Jeff Martin ile canlı ilk karşılaşmamız İstanbul'da oldu,  ufak bir barda, etrafı gitarlarla çevrili, bandanalı, iri yarı ve yakışıklı bir adamı görmeyi bekliyordum ama sahnede olmayı çok seven, sohbet etmeye can atan, kara mizahı yoğun, biraz da asabi bir adam görmeyi beklemiyordum. Listesinde bir kaç Led Zeppelin, Joy Division, Dead Can Dance, bol bol Tea Party ve bol bol Jeff Martin vardı. Konser maalesef mekanın, nedeni açıklanmayan bir şekilde erken bitmesine karar vermesiyle beklediğimiz sona ulaşmadan "bitirildi". Bir İstanbul hayranı olan Jeff'in bir daha ülkemizi ziyaret etmesi sağlamak üzere gönlünü almak için çok uğraşmamız gerekecek. Kendisi İstanbul için aşağıdaki güzel sözleri söylemiş.  
"Bakış açınıza bağlı olarak, İstanbul, doğu ve batıyı sonsuza dek "bölen" ya da "birleştiren" dünyanın en eski şehirlerinden biri. İstanbul'a olan merakım, ergenliğimde başladı. Daha o zamanlar, beni büyüleyen birçok müzikal manzarayı keşfetmek için bir geçit olacağını biliyordum. Kapalıçarşı'da yürürken, kokular, sesler, güzel kaos, duvarların kendisi kadar eski olan geleneksel şarkıları çalan müzisyenlerle baharatlanmış küçük yürüyüş yollarının labirenti … Orada evimi bulmuş gibi hissettim. Ve kültürün bu çok renkliliğiyle, bir sanatçı olarak en büyük armağanımı aldım… bilinmeyene adım atma güveni."

İstanbul'da 2010 yılında ilk kez canlı gördüğüm Jeff Martin, konser sırasında "belki önümüzdeki günlerde iki arkadaşımla birlikte görürsünüz" dedikten tam 8 yıl sonra Tea Party'i, dünyanın öbür ucunda, Jeff Martin'in birazda eşi dolayısıyla, yerleşmek için tercih ettiği Avustralya'da canlı olarak dinlemek nasip oldu. "Transmission" albümünün 20. yılı dolayısıyla çıktıkları turnede son durakları Sidney'di. İstanbul konserinde, seyircinin tabiri caiz ise "şımarıklıklarına" çok da aldırmayan Jeff Martin, bu konserde bir kaç kez tatlı tatlı seyirciyi azarladı. Konu seyircinin "The Edges of Twilight" albümünden daha fazla parça talep etmesi ile açıldı. Bunun üzerine Jeff, "Transmission" albümünün karanlık yüzünü bizimle paylaştı.
"The Edges of Twilight" albümünün üstüne ""The Edges of Twilight II"yi yapmak istemedik. Grubun işin kolayına kaçıp aynı doğrultuda devam etmesini istemedim, hiçbirimiz bunu istemedik. Biz kendimize meydan okumayı tercih ettik. O zamanlar elektronik müzikle çok ilgiliydim, Almanya'dan gelen gerçekten deneysel şeyler ve sert bir rock ile elektronik müzik arasında kimyasal bir evliliğin işe yarayıp yaramayacağını merak ettim... Sonuç ortada, Bu çok farklı bir varlık ve biz bundan gurur duyuyoruz.”


Bu yıl benim için Jeff Martin'e ayrılmış gibiydi. Son olarak bir kaç gün önce, son bir yılı geçirdiğim şehire bu kez solo projesi, "Stars In The Sand" ile, şehrimizin minik bir barında, benim gibi hayranlarıyla, minik sohbetler eşliğinde canlı canlı dinledim. Konser boyunca Jeff seyircilere bol bol laf attı. Kendinden, yaşamdan, Fas'a yaptığı geziden, Led Zeppelin hayranlığından, müziğin ve keşfetmenin hayatının merkezi olduğundan, "gürültücü" Avustralyalıları ne kadar çok sevdiğinden, digital ortamları hiç anlamadığından ve bu yüzden yeni albümünü edinmek istiyorsak plak ya da CD olarak aramamız gerektiğinden bahsetti. Görünüş olarak bundan 8 yıl öncesinden neredeyse hiç farkı yoktu ama, şarkı söylemeye başladığında olgunlaşmış olduğu, yaşadıklarının müziğine kattıkları belli oluyordu.
Yine, başında bandanası, kolyeleri ve bilezikleriyle etrafı gitarlarla çevrili bir taburede oturuyordu. Konserine (doğru sözcük "konser" değil, belki "dinleti" daha uygun olacaktır) başlamadan önce bize, bir süre Fas'a yaptığı yolculuğu anlattı, sessizlikte bulduğu huzuru müziğine aktarmaya çalıştığını, müzikte aradığı huzuru da böyle bulmaya çalıştığını anlattı. Listesinde, aralarına Tea Party, Sister Awake, Led Zeppelin, Immigrant Song serpiştirdiği yeni CD'si Stars in the Sand'den parçalar vardı. Dinleti, Jeff'in sevdiği parçalarla devam etti, "The Interzone Mantras" albümünün en çarpıcı parçası "Requiem"i, yakın zamanda kaybettiği arkadaşı için söyledi, "Led Zeppelin"den "Going To California", "Tea Party", "Triptych" albümünden "The Messenger", "Bob Dylan, A Line In The Sand", "Stairway To Heaven"a bağlandı, "Tea Party", "The Edges of Twilight" albümünden "Sister Awake", "Splendor Solis" albümünden "Save Me", yeni albümünden "The Kingdom", "Tea Party", "Edges of Twiglight" albümünden "Coming Home" ve kısa bir aradan sonra, üçü bir arada, "Bring It On Home / Black Snake Blues / Whole Lotta Love...

Neredeyse bir yıldır, ilk defa Türkiye'den bu kadar uzakta, çok farklı ülkede, farklı kültürlerin bir araya geldiği bir kıtadayım, kimi zaman alışkanlıklarım, buradaki günlük yaşama uyum sağlamak konusunda beni zorluyor. Ancak, şimdiye kadar yaşadığım kurumsal hayattan uzak, biraz tembel tembel geçirdiği bir yılda, dünyayı bir arada tutan şeyin sanat olduğuna iyice ikna oldum. Kendimi, dünyanın bir ucunda yapayalnız değil de, benim gibilerle birlikte hissettiğim en güzel yer, aynı şarkıya, ciğerlerinin tüm gücüyle, bütün kalbiyle eşlik eden müzik severlerin olduğu konser salonları ya da küçük publar oldu. Eşlik ettiğiniz sanatçının dünyaca ünlü biri ya da sadece o semtin sakinlerinin tanıdığı ve sevdiği biri olması önemli değil, önemli olan hep beraber aynı şarkıyı tüm gücünle söylemek. 
Tea Party ve Jeff Martin de, hem çok sevdiğim, hem de saygı duyduğum bu sanatçılara, beni aynı dili konuşmasak da aynı şarkıya eşlik edebilenlerle bir araya getirdiği için naçizane teşekkür ederim.
Bu parçaya o akşam ben de bütün gücümle eşlik ettim, bakalım sesimi duyabilecek misiniz?


 Kaynakça:
http://www.traveller.com.au/five-places-that-made-me-jeff-martin-singer-and-songwriter-gxsff3
https://heavymag.com.au/tea-party-interview/
http://www.ottawalife.com/article/tea-partys-jeff-martin?c=2

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...