25 Mart 2020 Çarşamba

Kıyıdaki RENK






Öncelikle İrfan Ertan’a teşekkür etmeliyim. İrfan,  bir tarihçi ve aynı zamanda iyi bir rock dinleyicisi,  bu anlamda Kulak Misafiri için de çok önemli bir isim.
Şubat ayının sonlarına doğru bana ulaştı İrfan ve "Yepyeni bir albüm çıkıyor; albüm Ankaralı bir grubun ve seni tanıştırmak istiyorum" dedi. 

Renk ile tanışmam  ve 6 Mart’ta çıkacak albümden çıkan ilk single’ı dinlemem bu şekilde oldu. Bu ilk single, çok sağlam bir grup ve iyi bir albümle karşılaşacağımın da  bir kanıtıydı.

İrfan Ertan ile grup elemanları Anıl Kahvecioğlu (gitar, klavye ve bas), Gökhan Şensönmez (gitar, Klavye) ve Kemal Türkeri (bas) soğuk bir Ankara öğleden sonrasında buluştuk. 
Böylece RENK ile albümde davulda yer alan Bulut Gör haricinde  bizzat tanışmış da oldum.
Bu buluşmada grup ve yeni çıkacak albümleri "Kıyı" konumuzdu tabii ki. 

Albümün tanıtım gecesinde yani 3 Mart’ta buluşmak üzere ayrıldık bu güzel buluşmadan.
Ancak, bu dinletiye katılamadım ne yazık ki; albümün 6 Mart’ta yayınlanması sonrasında ise yine ne yazık ki bu kez sonu belirsiz  malum "Korana" günleri başladı.
İşte bu Korana günlerinde dinledim albümü; karşılaştığım ses örgüsü ve bütünlük üzerine, yüz yüze görüşmeyi bekleyemeden hazırladığım soruları Anıl’a gönderdim ve böylece Anıl’ın verdiği yazılı yanıtlar üzerinden bu söyleşi ortaya çıkmış oldu.
İsterseniz bu söyleşiye başlamadan önce topluluk tarihinin Kıyı albümü öncesinde yaptığı ilk ve tek single’ı birlikte dinleyelim.
Sonsuz Karmaşa single’ı 2016’da yayınlanmış ve tam 8 dakikadan oluşuyor. Sonrasında Renk ve Kıyı’ya Anıl’ın anlatımıyla birlikte tanıklık yapalım.

Sanırım bu şarkı grup ve ses örgüsü hakkında size bir fikir verdi.
Şimdi 2020 yılına Kıyı albümüne gelelim. 
Anıl’la yaptığımız söyleşiyle baş başa bırakıyorum sizi.  

https://open.spotify.com/album/6PeoxRdSlmnG9Kh2NIxwX6?si=HZFOKIOfRJSCxewl7pKNOg 

 Renk’in tam 10 yıllık bir geçmişi olduğunu biliyorum. Nasıl bir araya geldi topluluk?
10 senelik bir grup olmasına rağmen aslında Renk’in şu anki vizyonunun ve duruşunun ilk adımlarını 2013’te atmıştık. Öncesinde Pink Floyd, Dire Straits, Deep Purple, Led Zeppelin ağırlıklı bir repertuvarımızın olduğu, ortalama olarak ayda bir sahne aldığımız bir cover grubumuz vardı. 2013 öncesi Renk’te şu anki grup kadrosundan ben ve Kemal vardık sadece, Gökhan da birkaç şarkıda bize eşlik ediyordu. Davulda Renk’in kurucu elemanlarından Erol vardı. Vokalde o zamanlar ben yoktum, sadece gitar çalıyordum, vokalleri Burak yapıyordu, ben bir iki şarkıda söylüyordum sadece. Klavyede de uzun zaman beraber çaldığımız Yaman vardı ama hemen hemen her üniversite grubunun yaşadığı grup krizini biz de yaşadık ve önce Burak gruptan ayrılma kararı aldı, daha sonra da Yaman. Bir anda 4 kişi kalmıştık ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. Klavyecimiz yok, yıllardır vokal yapan arkadaşımız da gruptan ayrılmış…
4 kişi yaptığımız ilk stüdyonun anıları hala aklımda. Ne çalsak olmuyor, eksik kalıyor, her şey gerçekten çok kötü oluyor. Birimizden “beste mi çalışsak?” fikri geldi. O stüdyoya kadar sahnede çaldığımız tek bir beste vardı, şu anki albümde de yer alan Son Defa (o zamanki hali çok çok farklıydı tabii ki!). Son Defa tabloda yaşayan bir adamı anlatıyordu, sembolik öğelerle dolu bir başkaldırı hikâyesiydi. Biz de bunun üzerine bir hikâye inşa etmeye giriştik. Ben vokale geçtim, Gökhan klavyevari ambient gitar çalmaya girişti. İnsan demek ki zorda kalınca ve bu zorluktan çıkış yolu aramaya çalışırken yeni şeyler keşfediyor. Hepimiz enstrümanımızla ilgili bir sürü yeni şey keşfettik bu süreçte. Benim elimde o zamana kadar bestelediğim birkaç şarkı vardı, şu anki Mekanik Hayat ve Renk onlardan iki tanesi. Kemal Özgürlük’ü yazıp bize yollamıştı. Bir anda elimizde birkaç tane şarkı olmuştu. Sürekli Kızılay’daki Sarkaç Kafe’de buluşup albümün hikâyesi üzerine konuşur, çay kesmeyince Eskici’de bira içer olayların nasıl örüleceğini, şarkıların birbirine nasıl bağlanacağını konuşurduk. İtiraf etmeliyim, gerek müzikal gerekse de entelektüel olarak 7 senedir hepimizin en keyif aldığı dönem şüphesiz bu dönemdi. Geceleri yatmadan önce saatlerce şarkıları kafamda çaldığımı, hikâyeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Gruptaki herkes için geçerliydi bu. Ülke olarak da çok heyecanlı bir dönemdi 2013, umut doluydu birçok şey. Böyle bir ortamda biz tam 15 şarkılık bir konsept oluşturduk. Kıyı’daki 11 şarkının hemen hemen hepsi bu 15 şarkı içinden dünyaya geldi diyebiliriz. 15 şarkıyı da tamamen sadece bir konserde çalma şerefine erişebildik. Bir daha da fırsat olmadı. Kullandığımız görsellerle, dağıttığımız tiyatrovari broşürlerle ve konsepte uygun bir şekilde art arda çaldığımız 15 şarkı ile bu konser bence Renk tarihinin en özel 3 konserinden biridir.
Daha sonra davulcumuz Erol yüksek lisans için Almanya’ya gitti ve gruptan ayrılmak zorunda kaldı. Yerine Kıyı’nın da davullarını çalan ve kayıtlarını yapan Bulut geldi. Şu anki kadro böyle oluştu. Bu ekiple Kıyı’nın kaydından önce Ankara’da, İstanbul’da, Eskişehir’de ve Antalya’da birçok konser verdik. Her zaman bir beste grubu olduk, cover şarkılara olabildiğince az yer verip kendi şarkılarımızı ön plana çıkarmaya çalıştık. Bunda da başarılı olduğumuzu söyleyebilirim, zira küçük ama gerçekten nitelikli bir fan kitlemiz oluştu. Nitelikli diyorum, çünkü bu insanlar gerçekten bizimle aynı duyguları paylaştılar, her konserimize geldiler, şarkılarımızı başka insanlara ulaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bunlar olurken 2016 yılında ilk teklimiz olan Sonsuz Karmaşa’yı yayınladık. Sonsuz Karmaşa’nın da etkisiyle bir de Polonya’nın ünlü Gdansk kentinde bir konser verme şansımız oldu ve müziğimizi uluslararası bir platformda Polonyalı müzikseverlerle paylaşma imkânını yakaladık. Kemal, Gökhan, Bulut ve ben bu süreçte çok fazla güzel anı biriktirdik ama aralarındaki en değerli anılardan biri şüphesiz Polonya serüveniydi. Gdansk şehrinden çok güzel ve motive edici tepkiler aldık ve artık bir albüm kaydetmenin zamanının geldiğine karar verdik.
Kıyı Mart’ın hemen başında yayınlandı. Oluşum süreci üç yılı aşıyor. Öncelikle neden Kıyı ismini verdiniz albüme ve oluşma süreci; ayrıntıları neler? 
Kıyı’nın kayıt süreci 3 yıl olsa da aslında işte böyle uzun bir zaman diliminin ürünü. Müziğe bakış açımız da bu süreçte şekillendi. Müziği asla sadece müzik olarak görmek istemedik hiçbirimiz. Bir felsefesi, bütünlüğü, anlatmak istediği bir hikâye olmalıydı; bu nedenle müziği işitsel bir aktivitenin ötesinde her zaman entelektüel bir aktivite olarak gördük. Buna ek olarak, müziğin diğer sanat alanlarıyla da birleşmesi gerektiğini düşündük her zaman. Albümü bir anlatı şeklinde yazıya döktük, konserlerimizde filmlerden, kısa filmlerden şarkılarla uyumlu kesitler gösterdik, ressam arkadaşlarımızla saatlerce üzerine düşünüp resimler çizdik. Albümün ve teklilerin kapak resimleri de gerçekten çok ince düşünülmüş, uzun bir çabanın eseri.
Albümün adı Kıyı oldu, çünkü Kıyı metaforik olarak yaşamın inşa edildiği, insanın kendi hayatını uzaktan izlediği, kısacası kendisini ve varoluşunu anlamlandırdığı yer bu albümde. Albümün genel teması aslında kendi kıyısından hayatını izleyen, ama aynı zamanda onu deneyimleyen ve gerçek anlamda onu yaşayan sıradan bir adamın hikâyesinin üzerine kurulu. Her bir şarkı adım adım işte bu var olma sürecini anlatıyor. Bu genel tema dışında konsept kesinlikle spesifik olarak bir hikaye anlatmayı seçmiyor, tam tersine soyut anlatılar üzerinden hikayeyi dinleyicinin doldurmasını talep ediyor.
Kıyı bir konsept albüm olarak karşımızda; ama daha çok enstrümantal bir yapıya sahip. Şarkı bazında bir değerlendirme yapmak mümkün mü?
Genel hatlarıyla şarkılardan kısaca şöyle söz edebiliriz:
Hikâye Son Defa ile başlıyor. Son Defa, bir tabloda uyutulan, bütün hareketleri kısıtlanmış bir adamı, onun tablodaki buhranlarını, sıkıntılarını ve özgür olma arzusunu betimliyor. Şarkının sonlarına doğru hikayenin kahramanı uykusundan uyanıyor ve tablonun çerçevesini kırarak tablonun dışına çıkmayı başarıyor. Ardından epik bir hayata gelme teması işlenen Düşüş’te, adamın tabiri caizse tablodan yaşama doğru düşmesi, yani gerçek anlamda var olmasını anlatmayı planladık. Şarkıda kreşendolarla gelen timpaniler ile bu düşüş anı arasında bir tezatlık yaratmak istedik. 
Üçüncü şarkı Özgürlük var olmanın en saf halini anlatıyor. Henüz hiç kimseyle karşılaşmamış olan hikayenin kahramanı dilediği gibi koşuyor, dağlarda geziniyor; tablodaki hayatında hissetmediği bütün arzuların tadını çıkarıyor. Şarkının son cümlesi olan “ve ben özgürüm!” bu arzunun en net şekilde dışa vurulmuş hali diyebiliriz.
Albümün dördüncü şarkısı olan Evsiz, ismi üzerine en çok düşündüğümüz şarkı oldu. Şarkının ilk adı Ev’di, daha sonra Ev/Siz yapmak istedik ama en sonunda Evsiz’de karar kaldık. Bu kadar kararsız kalmamızın en önemli sebebi bu şarkının hem Ev’de, yani dünyada, olma hissini hem de aynı zamanda evsiz olma, yani dünyaya yabancı olma hissini anlatması. Evde olma ve evsiz olma hissinin bir aradalığını, kahramanın kapıyı açmasıyla birlikte karşılaştığı kalabalıkla ve onlarla arasında bir özdeşlik kuramamasıyla anlatmaya çalıştık. Şarkının sonundaki garip (!) mekanik sesler de hem bu kaosa dikkat çekiyor, hem de bizi beşinci şarkıya, yani Mekanik Hayat’a hazırlıyor.
Kapıyı kapatan adamın geri dönemediği ve mekanik bir şekilde akan hayatın gerçekliğiyle yüzleştiği bir manzarayı anlatıyor Mekanik Hayat. Gitarların şarkı boyunca çok ritmik bir şekilde çalması bunun bir ifadesi. Albümde başladığı melodiyle biten tek şarkı Mekanik Hayat. Bu da aslında adamın maruz kaldığı mekanik döngünün bir göstergesi.

Kırmızı, kahramanın bu mekanikliği kırma çabasını anlatıyor. Kırmızı, bir insan olmanın da ötesinde aslında adamın kendisi için yarattığı bir arzu nesnesi; kahramanın içindeki bütün arzuların soyut bir dışavurumu, bir nevi adamın kendi avatarı. Kırmızı ile, adamın mekanik hayatta içine düştüğü esir hali yok etme isteğinin tasvir edildiğini söyleyebiliriz. Kırmızının Külleri de bu arzu nesnesinin adamı terk etmesini konu alıyor. Kahramanın şarkıda kendisine “aslında kül olan o değil ben miyim?” diye sormasıyla Kırmızı’nın aslında adamın kendisinin dışavurumundan başka bir şey olmadığını anlatmaya çalıştık. Dünyaya karşı olan yabancılığının sonucunda adamın arzularının kendisini terk etmesini anlatıyor bu şarkı.
Çıkış Yok ise yaşanılan bu çaresizliği, dünyaya olan yabancılaşmayı toplumsal bir kaygıyla anlatıyor. İlk defa Kırmızının Külleri’nde kullanılan gölge metaforu burada da karşımıza çıkıyor. Bilindiği üzere gölgeler aydınlık yerlerde oluşur ve nereye giderseniz gidin sizi takip eder. “Gölgeler korkutuyor beni” diyor kahramanımız, çünkü onlardan kurtulamıyor. Yaşamın onu takip etmesinden, onu kendi iradesi dışında biçimlendirmesinden yakınıyor şarkı boyunca. Şarkıda geçen “Susmak yedi bitirdi beni, hala zamanı gelmedi mi?” sözü de bir isyan noktasını vurguluyor. Bir sonraki şarkı Fantasmagorya gölgelerle olan korku dolu bir karşılaşmayı anlatıyor. Orijinal ismiyle Phantasmagoria gölgeler kullanılarak yapılan bir çeşit korku tiyatrosu anlamına geliyor. Kahraman aslında kendisinin de dahil olduğu, var olan her şeyin gölgeleriyle birlikte sahnede olduğu bir gölge tiyatrosunun içerisinde buluyor kendisini. Şarkıdaki korku öğelerini bu atmosferi yaratabilmek için kullandık.
Sondan bir önceki şarkı olan Mavide Boğulma, adamın halet-i ruhiyesi bağlamında Özgürlük şarkısına geri dönüşü temsil ediyor. “Düşlerin içinde bir ses, kal diyor bitmeyen nefesimde” diyor kahraman. Bu bağlamda, şarkı özgür olma ve yaşam arasındaki gerilimi simgeliyor. Özgürlüğün rengi olarak tasvir ettiğimiz mavinin içinde boğulma arzusunu anlatıyor. Şarkıda duyulan balina sesleriyle de bu atmosferin oluşturmaya çalıştık.
Renk son şarkı olmasından ötürü bütün hikayenin düğümlendiği yer olarak görülebilir, fakat tam tersine Renk tam da sonsuz bir döngünün anlatıldığı bir “son” şarkı. Son Defa ile arasındaki bağ da buradan geliyor. Şarkının liriklerinde birçok rengin anlamından ve adamın hayatındaki yerinden bahsediliyor. Beyazların içinden bakan çocuk ve hayatı siyaha çalan bir grilikte olan adam arasında bir doğum-ölüm ikiliği kurmaya çalıştık. Fakat bu ölüm bir “son” imgesinden ziyade yeni bir başlangıcı vurguluyor. Şarkı “esiyor rüzgar” derken adam bir uçurumun eşiğinden hayata “düştüğü” ilk yer olan kendi tablosuna ve havada asılı duran tablolar yığınına bakıyor. Gitar solosu bittikten hemen sonra giren Son Defa’nın giriş melodisi ile de bu döngü tamamlanıyor.
Albümün temasını tek bir ifade ile tanımlayacak olursak, sanırım bu “sonsuz bir yaşam döngüsü” olurdu. Görece somut ifadelerle anlatmaya çalışsam da bu albümün hikâyesindeki her bir nokta birer açık kapı ve kesinlikle keskin bir öykü sunmuyor. Albümün de böyle bir amacı yok, zira bu bir müzik albümü ve öncelikli derdi müzik ile bir şeyler anlatmak. Enstrümantal bölümlerin uzun olması, boşlukları dinleyicinin doldurması için açmaya çalıştığımız geniş bir alan. Hikâyenin anlatısı ne olursa olsun, dinleyiciler de eğer bizimle benzer heyecan ve tutkuyu paylaşabiliyorlarsa bizim için bu albüm misyonunu tamamlamış oluyor.

Evet,  ben de bu söyleşi için Anıl’a ve Renk’e teşekkür ediyorum.
Belirteyim karşınızda çok sağlam bir grup ve çok sağlam bir albüm var. Yolun açık olsun Renk…


Renk 


Kırmızı


Son Defa

Mekanik Hayat

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...