27 Şubat 2022 Pazar

Scorpions , "Rock Believer" ile gazı köklüyor!

 


Scorpions denilince akla ister istemez "Still Loving You" gelir... ya da hala gelir mi? Zira o parçanın versiyonlarından çok ekmek yediler; ben "Wind Of Changes"ten sonra defteri kapadım. Kinaye bir yana "Still Loving You" bir heavy başyapıtı olarak önemlidir ve ben çok severim. Biz eskiden "slow metal" derdik şimdi " metal balad" mı derler herneyse, o parça önemliydi. Hadi sözün özü Scorpions hem sert tınılı hard'n heavy'nin hem de yumuşak tınılı baladların alameti farikasıydı. 

Neyse onların üzerinden yarım asrı aşan zaman geçti ama benim için grubun vazgeçilmezi Klaus Meine'nin akıl almaz ses rengidir, ikinci olarak da ona tam aksinden yaklaşan Rudolf Schenker'ın hayvani sert gitar fikirleri gelir ki bu iki devin birbirine karşı oluşturduğu tezat gibidir. 

Benim Scorpions ile bağlantım yıllar önce kopmuştu. Belki de milat "Wind Of Changes" idi ama gene o parça da güzeldi. Ondan sonra her çıkan albümde bir define bulacak gibi atlasam da sonuç hüzün olacaktı ve ben de uzun yıllar önce bağı kopardım. Hele bir ara "Veda Turnesi" , "Veda Albümü" ayağına oyunlardan sonra selamı sabahı iyice kesiverdim hani. Geçen hafta bir yerlerde yeni Scorpions albümü haberini görünce, ilk önce burun kıvırsam da bir kulak vereyim dedim. Bu arada Klaus ustanın sesini özlemişim ve biraz takıldım. İlk parçaya kulak verdiğimde tamamen  "Gaz" olan başlangıçla adeta Manowar'dan hallice bir ajite ile karşı karşıyaydım. Bu arada davul biraz dikkatimi çekti ve bir baktım Motorhead'in davulcusu Mickey Dee orada. Bu yılar süren ilgi kesikliğini bitirmek için iyi bir neden olabilirdi. Hemen takıldım tabi ki. Bu arada Mickey'in katılımı fena olmamış derim. 

Öncelikle şöyle bir kadroyu yoklamaya alalım:

 Klaus Meine – Vokal

Rudolf Schenker – Ritim gitar

Matthias Jabs – Solo gitar

Paweł Mąciwoda – Bas 

Mikkey Dee – Davul

Albümün ismi "Rock Believer" ve hem isim hem kapak resmi Scorpions'a uyar nitelikte.  25 Şubat'ta çıkan bu albüm grubun ondokuzuncu stüdyo albümü.  Albüm tam anlamıyla bir gaz ile başlıyor: "Gas In The Dark". Yetmişini aşmış Scorpions, ilk parçada , "Depoda daha fazla gaz olmalı" diyor ve daha hızlı ve sert çalmak için gaz pedelını köklüyor. Eh fena da olmuyor hani altmışlık ben dinlerken kafa sallıyor ve zıplıyorum (tabii bu evde oluyor, dışarda ağırdan alırım ona göre). Ardından gelen "Roots In My Boots" ile gaz pedalı gene kökleniyor ama bu sefer Mickey Dee'nin vitesi virajları rahat almamızı sağlıyor (bu yazıyı yazarken ben de şaşırdım, zira ömrü hayatımda bir araba kullanmışlığım yok, nasıl gider nasıl durur bilmem ama yazarken sanki direksiyona geçtim ve otobanda sürüyorum gibi).  Üçüncü parça  "Knock 'em Dead" de de gaz devam ediyor ama bu sefer nakaratlarla biraz yükü hafifletiyoruz ve tabii Matthias Aganın gitar solosu yolculuğumuzda etrafa güzel bir seyir atmamızı sağlıyor. 

Sonrasında albüme adını veren parça bir marş etkisiyle başlıyor ve arabadan inip geniş ovalar içinde ata biniyor ve dört nala gidiyoruz. Klaus Aganın sesi bizi  biraz daha Scorpions ortamına çekiyor. "Peacemaker" ve "Hot and Gold" ile hız sınırında yolculuk sürerken diğer yanda "Seventh Sun" ile ufaktan nefesleniyoruz. "Shining Of Your Soul" gitarın helezonları arasında reggea ritmiyle Scorpionsvari bir valse başlıyoruz. 

Albümde "When You Know" Where You Come From" u ayrıcalıklı olarak sevdim. Klaus Aganın sesini hala hissetmenin bahtiyarlığı bir de albümün sonuna yerleştirilmiş akustik versiyonla biraz daha barok etkide gelmiş. Olabilir adam tavlama için bir yöntem, ama ne yapalım işler böyle yürüyor.  

Sizi bilemem ama ben bu albüme ve Scorpions'a tekrar ısındım bile. Adamların bu yaşa rağmen hala gazın pedalına böyle basmaları övgüye değer doğrusu. Bu arada hız yapıyorlar ama aptalca kaza yapmayacak kadar da iyi sürücüler... bunun adı da yılların deneyimi ve birikimi olsa gerek. Bu da ayrıca önemli. Ne yapalım ki Scorpions böle bişi! 

Bu arada Mickey Dee davulda güzel akıyor. Sakin olun her şey yolunda. 

Yazıyı grubun albümündeki "When You Know". şarkısının sözlerinden bir bölümle bitirelim: "Kendine karşı dürüst ol, bu senin hayatın"

APTULİKA











26 Şubat 2022 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 188


Çetin Altan
 "Ben Milletvekili iken"
Bilgi Yayınevi
 (2. Basım:  Eylül 1976)


Geçen gün evde bulduğum çok eski bir kitabı yazayım dedim. Yazıya görsel olarak kitabın resmini çekemedim, çünkü ön kapağı hepten yitip gitmiş ve kitap biraz dağılmıştı. Biraz tamir ettim ve kapak yerine beyaz bir karton yapıştırıp kütüphaneme koydum. Bu sebeple görsel olarak sağlam olan arka kapağı tarayıp koydum. O ikinci baskıdaki ön kapaktaki Fahri Karagözoğlu'nun çizimini ise (artık bende de mevcut olmadığı için) internetten bulup kullandım.  Bu ilk kapağı çok severim, daha sonraki yıllarda başka kapaklarla çıktı ama hiç birine ısınamadım. Onları da aşağıda paylaşıyorum; bir bakın bakalım bana hak verecek misiniz.
Çetin Altan'ın bu kitabını 1976 yılında babam almıştı. Ben de o kitabı 1977 yılında liseye giden sola sevdalanmış bir genç olarak okumuştum. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen unutamadığım bir kitaptır. Şimdilerde yeni baskısı olmayan bu kitabı, herhangi bir sahafta bulduğunuzda asla tereddüt etmeden ve fazla düşünmeden hemen alın derim.

Çetin Altan ismi 1980 öncesini hatırlayanlar için inanılmaz hiciv gücü  ve politik keskinliği olan bir köşe yazarıydı. O dönemlerde benim hatırladığım Milliyet ve Yeni Ortam gazetelerinde "Taş" isimli köşe yazılarıydı. Dünyaya sosyalist pencereden bakan ve oldukça vurucu muhalif yazılardı. Altan'ın bu yönünü yanında edebiyatçılığı da azımsanmayacak derecede 1970'li yıllara oturmuştu. Yazdığı romanlar ve tiyatro oyunları bir dönemin simgeleriydi. 

1980'li yıllarda sosyalist görüşleri biraz liberal çizgiye kaysa da  Çetin Altan bu dönemde de "enseyi karartmayalım" lafıyla gündeme oturacaktı. Ondaki fikirsel değişim yazılarındaki mizahi hiciv gücünü korusa da edebiyatçı yanı son bulacaktı. 

Gazetecilik, roman, oyun, mizah yazarlığının yanısıra Çetin Altan'ın milletvekilliği yaptığı bir dönem, yani politikacılığı da vardır. 1971 yılında yazdığı "Ben Milletvekili iken" isimli bu kitabında o günlerden anıları kaleme almıştı. 
1960'lı yıllarda yeni gelen anayasa ile  Türkiye'de özgürlükler biraz genişlemiş  ve sosyal bir hukuk devleti olma yolunda adım atmıştık. İşte o sıralarda bir sosyalist parti olan Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu. TİP, sadece tabelada bir parti olmayacaktı, 1965 yılında seçimlerde aldığı oy ile meclise 15 milletvekili sokacaktı. Bu bugüne dek hiç bir zaman başarılamayacak bir şeydi ve ilkti ( üzerinden 57 yıl geçmiş ve  bu kadar yıl aradan sonra şimdilerde yeniden kurulan TİP seçim ittifakı ile ancak 3 milletvekiliyle temsil ediliyor ki, buna da şükür edelim hani).
1965 yılında ilk defa meclise giren sosyalist milletvekillerinden biri de Çetin Altan'dı. 1969'a kadar süren bu süreçteki dönemin hatıralarını kaleme alan Çetin Altan, bir dönemin üzerine de ışık tutmuştu. Kitabı okurken bugün de yaşadıklarımızı göreceksiniz ve bir dönemin tarihini de izleyeceksiniz ama bir o kadar da kahkahadan kırılacaksınız. Zira o meclis ortamında yaşananlar öylesi bir hiciv gücüyle sunuluyor ki gülmemeniz imkansız. 
Çetin Altan'ın bu kitabının bugün yeni baskısının olmaması üzücü ama dediğim gibi sahaflar da falan bulabilirsiniz. İnternette de galiba pdf olarak bulunabiliyor, kaçırmayın derim. 

APTULİKA


25 Şubat 2022 Cuma

Otuz Yıl Önceki Başyapıt : "Endless War" ... Yeniden



Kronik'in ilk albümü "Endless War", 1992 yılında Hades Records etiketiyle kaset olarak çıkmıştı. Şimdi otuz yıl sonra ilk defa CD formatında 1000 adet gibi bir sayıda basıldı.  



 Bazen insan yakın arkadaşlarına yeterince iltimas geçmez, hem de hak etmelerine rağmen. Kronik'in 30 yıl önce çıkan "Endless War" albümünü yeniden dinlerken yazıya böyle girmeyi uygun buldum. Hatta bir ara grubun kurucusu ve gitaristi Özer Sarısakal keşke yakın dostum olmasaymış diye bile içimden geçirdim. Yıllar içinde en ufak bir pırıltı görüp haddinden fazla tanıttığım öyle gruplar oldu ki ama yakınımda olan ve yıllara dayalı özel dostluğum olan Özer'i  hep es geçmişim gibi geldi bana bugün. Yakın dostlarımı kayırmış olmayayım düşüncesinin nasıl salakça bir şey olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum

Evet aradan otuz yıl geçmiş Kronik'in "Endless War" albümünün çıkışından bu yana. Bu tip albümleri bu kadar aradan sonra dinlediğinizde geçmişin hatıraları canlanır ve hataları görmezden gelirsiniz, ister istemez. Tarz olarak baktığımızda thrash metal dünyada daha yeni parlıyor. Eh bizde de öyle büyük birikim yok ve tabii ki dünyadaki örneklerin ufaktan taklidi olması kaçınılmaz olsa gerek. Hadi daha açıkcası o yıllarda bizdeki örnekler uygun deyimle daha emekleme aşamasında. O yıllarda ülkemizde bu tarzda ilk örnekleri verenler daha sonradan kendilerini toparlayıp, yetkinleşeceklerdi. Şimdi otuz yıl sonra Kronik'in ilk albümünü dinlerken bana sanki bu gün çıkmış yetkin bir albüm gibi geldi. 

Bu albümde vokalist Ozan Çırak yeni katılmıştı ve gerçek anlamda dikkat çeken bir vokaldi. Bu katılım gruba öyle bir motivasyon vermişti ki bu tarzı dinlemeyenlerin bile kulak vermesini sağlayan bir etki ortaya koyuyordu. Özellikle albümün liste başı parçası "Lie" bugün bile etkisini koruyor. Thrash metal içinde punk ve bir süre sonra piyasaya hakim olacak alternatif tarzlara da göz kırpıyordu. Özellikle old school dinleyicinin grunge gibi alternatif tarzlarla başı pek hoş olmasa da bu yeni açılım Kronik'te pek rahatsız edici gelmemişti. 

Kronik'in ilk albümünde Ozan dışında emektar Kronik kadrosu Özer Sarısakal ( gitar ve geri vokaller), Torab Majlesi (bateri) ve Tolga Soymen'den (bas)  oluşuyordu. 


Kronik'in bu albümünde dikkat çeken sadece Ozan Çırak'ın vokali değildi. Gitar soloları rahatlıkla thrash metal dışındaki özellikle hard rock dinleyicisini de doyuracak nitelikteydi. İlk kuruldukları yıllarda Kramp'ın açılış grubu olmaları sebebiyle klasik rock ve hard rock deneyimini de bünyesine almış bir gruptu Kronik. Özer'in arada Kramp'a konuk eleman olarak katkı vermesi ve daha sonra grubun basçısı Tolga'nın da bu tipte konuk olması düşünülünce Kronik'in rock köklerine de hakim olduğu anlaşılabilir. Biz de rock ile heavy metal'in birbiriyle alakasız (bağlantısız ) iki ayrı tür olduğu gibi yanlış bir kanaat vardır ve o yıllarda bu daha da hakimdi. İşte Kronik'in bu ayrıcalığı thrash tarzında daha ayakları yere basan bir sound çıkartmıştı. Şimdi de davulcu Torab'a gelelim. Onun için zaten diyecek bir şey yok... ritim duygusunda sadece rock kökleri değil caz ve etnik müziğin de olduğunu biliyorum. Onun mütevazı görüntüsü bateristlikteki başarısı hakkında sizi yanıltmasın. 

Doksanlı yılların başı thrash metalin ilk parladığı yıllar ve ülkemizde de bu tarzın örnekleri ilk başlarda biraz müziği karambola getirmekle ve gitarlara cayır cayır bir ton vermekle eşdeğer görülüyordu. Oysa bu türün dünyadaki örneklerinde parçalar bol bol işleniyor ve sert bir progresif yapı ile füzyonlar oluşuyordu. Kronik bu tarzı klasik rock dinleyen birikimdeki kulaklara da hitap edecek şekilde ele alıyor ve parçaları örgü örgü işliyorlardı. Kimi zaman "Dance Of Death" ve "Disorder" da olduğu gibi dolgun bas tonu ile oluşan tempoda vokaller giriyor... Kimi zaman da "Psyche" da olduğu gibi harika hard'n heavy sololarla bezeniyordu. Sert ve yoğun thrash metal temposu içinde kimi zaman da "The Power That Be" de ve " Last Hope & Into Darkness " da hard rock baladı etkisinde bir yapı yakalanıyordu.  Tabi albümün "Lie" dan sonra gelen diğer bir "hit"i de  "Soldier " olsa gerek. Bu parçada grubun Caravan Bar günlerindeki vazgeçilmez kafa sallamaları hatırlatıyor. 

Albümü yeniden dinlerken o yıllardan bir başka şey de aklıma geliverdi. O yıllar rock barların önemli olduğu yıllar ve Kronik de haftanın belirli günleri Caravan Bar da çıkardı. Barda çıkan grupların kendi parçalarından çok kavır çalmaları istenirdi. Oysa o zamanlarda barda Kronik kendi parçalarıyla mekanı hareketlendirirdi. 

Kronik'in ilk albümü "Endless War", 1992 yılında Hades Records etiketiyle kaset olarak çıkmıştı. Şimdi otuz yıl sonra ilk defa CD formatında 1000 adet gibi bir sayıda basıldı. Dijitor Prodüksiyon etiketiyle çıkan bu CD'nin arkasında da bir plak şirketi veya sponsör yok; Özer kendi başına elindeki avucundakini katarak bu işi kotarmış. Belki bugün CD de eski bir teknoloji oldu ama 1000 adet basılan bu özel albümü edinmek de fayda var derim. Zira albüm yaşıyor ve bugüne kadar gelen güzel tınıları geleceğe taşıyor. 

APTULİKA


24 Şubat 2022 Perşembe

19 Yıl öncesinin Roll dergisi'nden bir ORHAN KAHYAOĞLU röportajı


 

Orhan Kahyaoğlu'nun müzik yazarlığını her daim önemsemiş ve bir şeyler öğrenmeye çalışmışımdır. Geçen yıl çıkan ve Tunuslu müzisyen Anouar Brahem'in müziğini incelediği "Duru, Derin, Çıplak" kitabı ile onun yazılarına tekrar kavuşmanın mutluğunu yaşamıştım. Geçenlerde evde eski dergileri karıştırırken Roll dergisi'nde onunla yapılmış bir röportaja rast geldim. İşte bunu blogda paylaşmak için engellenemez bir istek duydum. Derhal Roll dergisinde o röportajı gerçekleştiren isimlerden biri olan Merve Erol'u arayıp, yayınlamak için izin istedim. 

İzni aldım ve o röportajı sizinle tekmili birden paylaşacağım. Bu röportajı okurken aynı zamanda tarih içinde bir yolculuğa da çıkacağınızdan emin olun. Evet Zaman Makinesi'nde yolculuk için kemerlerinizi bağlayın!



Orhan Kahyaoğlu

Orhan Kahyaoğlu müzikle ilgilenenlerin yabancısı değil. Yıllardır gazete ve dergilerde müzik üstüne kalem oynattı, Pink Floyd, Jethro Tull, Bülent Ortaçgil hakkında kitaplar yazdı…Ayrıca bir şair. İki şiir kitabının yanısıra Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayın yönetmenliği yaptı. Ama asıl Can Yücel’in taktığı isim bugünlerde ona tam uyuyor: “Cazcı”. Kahyaoğlu’nun Everest’ten çıkan son kitabı bir caz yazıları derlemesi, “Caz ve Ötesi”. Kendisiyle evinde buluştuk, cazdan, ötesinden, berisinden konuştuk.


YAŞASIN CAZIN GETİRDİĞİ 

FÜZYON

Foto: Şaban Nuhoğlu


Türkiye’de caz üzerine en çok yazanlardan birisin, şimdi bir de kitabın çıktı. Eskiden rock’çu bilirdik seni. Müzik dinlemeye nasıl başladın?

Orhan Kahyaoğlu: Rock. Dinleyicisi olarak başladım tabii. Ablam 67 – 70 arasında Kanada’da okudu. Okulu bitirip geldiğinde ben Maarif’te, hazırlık sınıfındaydım. Amerikalı hocalarımız sınıfta bize İngilizce şarkılar, Simon & Garfunkel’ler, Bob Dylan’lar okuturdu. Ablam da rock’n’ roll dinliyordu. Bizim eve 71 – 72 yıllarında hep hippiler geldi, gitti; ablamın arkadaşları. İlk kaset dinlememi şöyle hatırlıyorum: Ablamın iki arkadaşı, Glenn ve Betty, minibüsle Londra’dan başlamışlar yolculuğa, Uzakdoğu’ya gidiyorlar. Bir ay bizde kaldılar. Minibüslerinde teyp ve kasetler vardı. O zaman daha kaset yoktu Türkiye’de. Anahtarı alırdım, kaseti koyardım, minibüsün arkasında yatardım, Elton John’ları falan dinlerdim. Bildiğimden değil , meraktan. Ama tanışma da böyle olur. Yine ablamın kitaplarını, Camus’leri, Sartre’ları, Faulkner’ları hatırlıyorum o dönemden.


Ablanınkileri saymazsak, evindeki plaklar nasıl şeylerdi?

  “Zennube”nin bir 78’liği vardı, onu hatırlıyorum. Babaannem Üsküdar’da bir plakçıdan bana plaklar aldırırdı, mesela Nuri Sesigüzel filan aldığımı hatırlıyorum. Ama aynı zamanda evde “Twist Again” de vardı. Rakı masasına oturduğumda hala Saadettin Kaynak dinlemeyi yeğliyorum; Türkiye’deki bazı fanatik rock’çılar benimle bu yüzden dalga geçerler. (gülüyor) Bilinçli plak almam 74 yılında başladı.


Hangi plağı aldın ilk?

Jethro Tull olabilir. Yes gibi senfonik rock’lara düşkündüm, King Crimson, Deep Purple… Stories ve Beatles da dinlerdim ama, daha çok art rock esprisi içindeki müzikleri severdim… Pink Floyd dersen, “Dark Side Of The Moon” öncesi dönemi anlarım. Jethro Tull’a bir bağlılığım var, ama 80’lerden sonra metal sound’una giden albümlerini aynı oranda sevemiyorum. O underground hava çok belirleyici benim için.



" Yıl 1978 – 79, en yakın arkadaşını faşistler vurmuş, geliyorsun eve, plaklarına bakıyorsun, 'bu burjuvaları mı dinleyeceğim' diyorsun. "


Seni çeken müzik mi oldu bu gruplarda, sözler mi? 

İkisi de oldu. Herkes gibi ben de gitar aldım Orta 3’te, arkadaşlarımızla bir şeyler çalmaya çalıştık, gayet kötü bir şekilde. Böyle bir merak olunca, ister istemez müzik ön plana çıkıyor. Ama bir de o dönemde okulda, yoğun bir politikleşme gündeme geldi. İstanbul Üniversitesi, çok radikal hareketlerin de hakim olduğu bir okuldu. Ben de hiçbir zaman militan olmadım ama bayağı bir solcu oldum. Şöyle çelişkiler yaşadım: Yıl 1978 – 79, en yakın arkadaşını faşistler vurmuş, geliyorsun eve, plaklarına bakıyorsun, “bu burjuvaları mı dinleyeceğim” diyorsun. Plakları kırmayı aklımdan geçirdiğim zamanlar oldu. Kötü bir şey belki ama hakikaten bunları yaşadım. Müzikten hafif uzaklaştım diyebilirim. Sonra yine dinleyici olarak devam ettim, sürekli plaklar aldım. 

Chick Corea


Müzik dinlediğin ilk yıllarda bir plağı kendini vererek hararetle mi dinlerdin, yoksa müzik sana başka bir iş yaparken eşlikçi mi olurdu?

Yok, iki işi birden hiç yapamadım hayatımda. Bizim buralar boş arsaydı eskiden, Halit diye meraklı bir arkadaşımın portatif bir pikabı vardı, bende de plak çoktu. Beraber giderdik bir ağacın altına, sabahtan akşama kadar plak dinlerdik. .. Hala da iki işi beraber yapamam; kitap okurken müzik dinleyemem. O yüzden her şey böyle geç gidiyor. (gülüyor)


Caz olarak dinlediğin ilk şeyler nelerdi?

O da rock kökenli. Chicago, Blood Sweat & Tears o dönemden sevdiğim gruplardı, onlar sayesinde cazla bir tanışıklığın oluyor. Fusion olayı daha çok ilgimi çekti benim. Chick Corea’lar, Mahavishnu Orchestra’lar…Geleneksel cazla ilk elde tanışmadım. Yakın çevremde caza meraklı arkadaşlarım son on yılda filan ortaya çıktı. Festivaller etki yapmış olabilir. Caz festivali esprisinin patlaması 1985’teki Bilsak’tı. 1982 yılında Michael Brecker’lı Steps gelmişti, bomboştu Açık Hava. 1985’te, nasıl bir halet-i ruhiyeye, nasıl bir toplumsal duruma denk geliyorsa, Bilsak’la beraber iğne atsan yere düşmeyecek caz konserleri düzenlenir oldu. Özalizmin getirdiği bir yeni ideoloji, sektörün oluşması, albümlerin basılması…


Pat Metheny geldiğinde, dört – beş bin İstanbullu Açıkhava’yı ki gece tıklım tıklım doldurmuştu, ama kaseti bin tane satmıyordu bütün Türkiye’de. 


Özalizmle nasıl bir bağ kuruyorsun?

Aslında korkunç bir baskı dönemiydi, askeri diktatörlük hegemonyasını kurmuştu.Onun akabinde gelişen süreçte, bir sürü gencin hapiste olduğu dehşet bir baskı döneminde, adam bir serbest piyasa ekonomisi getiriyor. Yeni kentli insan için cazip bir şey olabilirdi caz; müziğin kendisinde de biraz elitizm var. Pat Metheny geldiğinde, dört – beş bin İstanbullu Açıkhava’yı ki gece tıklım tıklım doldurmuştu, ama kaseti bin tane satmıyordu bütün Türkiye’de. Bu bir özenme, öykünme anlamına da geliyor, bir sınıfsal konumu da simgeliyor. Yeni üretilen beyaz yakalı kuşağa denk gelen bir müzik şeklinde düşünülebilir. Ama sırf bununla açıklamak, buna indirgemek mümkün değil. Beni sorarsan, kişisel bir tercih söz konusu, yoksa böyle bir kuşağa ait değilim. Kendimi bildim bileli çok fazla evden çıkan biri de değilim, konsere bile zor giderim. Evcimen bir tip olunca, hep müzik dinliyorsun. (gülüyor)

Ian Anderson (Jethro Tull)


Fusion caz dinlemeye başlayınca, hiç şarkı sözü olmayan müziklere geçmiş oldun. Bu ciddi bir fark gibi gelmiyor mu sana?

Aslında öyle. Ben bir Jethro Tull kitabı yazmıştım, bence Ian Anderson önemli bir şair. Avangard, gerçeküstü imgelerle yüklü, metaforik bir şiiri var.”A Passion Play” ya da “Thick As A Brick” bu anlamda korkunçtur. Senfonik rock gruplarında, sözlerin geri planda, müziğin ağırlıklı olduğu durumlar da oluyor, Yes öyledir mesela. Bu gruplar bugünden baktığımda hakikaten”güzel sanat” yapar, underground ruhunu, rock’n’ roll ruhunu tam anlamıyla simgeleyen bir şey değildir bu. Ama kendi kültürlerini, rock’la senfoniyi birleştirdiğin zaman da müzikalite çok önde oluyor. 


Yes’ten, King Crimson’dan enstrümantal bir müziğe, geçmek daha kolay, ama Bob Dylan’dan geçmek daha zor diyebilir miyiz?

Belki de. Bob Dylan şairdir sonuçta. 



“Şairdir” derken, şairleri şarkı yazarlarından  daha mı üstün tutuyorsun? “Şiir katında” gibisinde bir vurgu yapıyor musun?

Yoo, öyle bir derdim yok. Ama öyle bir vurgu bazen doğru olabilir. Şiirin ve dilin nasıl kendi içerisinde bir sorunsalı varsa, müziğin de kendi içinde var. Bir kere rock müziğinde önemli olan günübirlik hayattır ve bir anı, bir durumu saptayıp o durumdan hareketle  söylenen sözler ağırlıktadır;  müziğin kendisi onu başka  bir hale sokar. Ama şiiri düşündüğünde, metnin dilsel anlamda kendi sorunlarıyla uğraşırsın. Aynı şartlarda üretilen şey değil bunlar. Bu ikisini karıştırmak da, şarkı sözüyle şiiri aynı şeymiş gibi düşünmek de mantıklı değil. Şiirin kendi musikisi, bir tonu ve rengi, kendine özgü bir ritmi var. Ama daha günübirlik,  o tepkiciliği yansıtan, belki bir anda yazılmış bir şeyin konumu farklı. Ben şiiri yazan biriyim. O yüzden ister istemez şiiri biraz kayırıyorum belki.(gülüyor)

Bob Dylan

Şiirinden söz açılmışken, daha ilk kitabın”Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları”nın ilk şiirinde cazdan söz etmeye başlıyorsun: “…buz kaplı / caz konusunda hüznü dışlayan armoni kan / dorukta nota olmuş bir kağıt, yok yazısı. “ Bu kitabın diğer şiirlerinde de, ikinci şiir kitabın “Aşk ve Harf”in şiirlerinde de caza göndermeler sürüyor… Niye. Şiirlerinde rock’tan bahsetmiyorsun da, cazdan bahsediyorsun hep.

 (gülüyor) Cazda doğaçlamanın getirdiği farklı bir özgürleşme alanı var. Benim şiir dünyamda böyle bir kuşatıcılık çok önemli. Aklına gelen şeyi yazmak anlamında değil; sonuçta ben senede belki bir şiir yazıyorum. Benim şiirimde hep bir ses olayı, kendine özgü bir ritm var. Bazıları caz kalıpları, ritmleri içinde yazdığımı söylüyor. Bunu bilerek yapmıyorum ama. 


Caz deyince ilk akla gelen şey doğaçlama mı?

En temel ögelerden biri o. Sonra senkopasyondur, tek bir ritme bağlı kalmamak, çoğaltıp yeniden getirmektedir. En temel iki öge bu, daha sonra da stiller var, onları ben de çok iyi bilmiyorum. 


“Geceyi okuyan bir caz mumyası” diye bir dize yazmışsın mesela. Burada caza yüklediğin anlam, sana caz kelimesini seçtiren şey ne?

Ses. Üç harfli sözcükleri seviyorum. İkinci kitabın başlıklarındaki gibi: “Aşk ve Arp”, “Aşk ve Sus”, “Aşk ve Lut”… Bunun da farkına başkaları söyledikçe vardım. O kelimeyi seçişim de, daha çok, yarattığı sesten. Bir de , burada direkt bir anlatımcılık yok. Benim kafamda şiir, daha çok bir epistemolojik mesele olarak var. Gündelik hayata, reel hayata gönderme yok denecek kadar azdır benim şiirimde. Bu bilinçli bir seçim.


Rock’un aksine, caz da bu günübirlikten biraz uzak bir şey. Şiire yaklaşımın cazcıların müziğe yaklaşımına benziyor sanki. 

Doğru.


Can Yücel salıları bizi çağırıyordu, mezeleri  de hazırlıyordu. Oturmuşuz, içiyoruz, müzik dinliyoruz. 'Kağıt kalem, kağıt kalem' dedi. 'Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim'i yazdı.


Şiir ve caz deyince akla Can Yücel de geliyor. Ama onun şiiri günübirlik dille ve meselelere çok yakın bir şiir…

Cab Baba’nın bana taktığı lakap “Cazcı”dır, Cazcı geldi, Cazcı gitti… (gülüyor) Bizim samimiyetimiz de caz müziğinden dolayıdır. 1987 – 88 gibi, kafayı taktı, “beraber caz tarihi yazacağız” dedi. Böyle bir şey haddime mi benim o zaman? “Yok yazacağız..!” Evlerimiz de yakındı. Güler hanım izin vermiyor, içki içirmiyor. Can Baba “işe gidince sen anahtarı verirsin bana” diyor, “senin evde çevirileri hallederim”. (gülüyor) Evdeki caz kitaplarını okuyup düzenleyecek, çevirecekti, sonra ben de metni toparlayacaktım.

Can Yücel


Caz sever miydi çok ?

Seviyordu. Zaten kendi şiirini de cazla bayağı bir yakınlaştırıyordu. “Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim” şiirini 1987 yılında yazılmıştı. Güler hanım Salı günleri evde olmuyordu; Can Baba Salı günleri öğlen bizi çağırıyordu, mezeleri bile kendi hazırlıyordu. Bir gün yine masada oturmuşuz, içiyoruz, müzik dinliyoruz. Oldukça sarhoş bir anda “kağıt kalem, kağıt kalem!” dedi, o şiir spontan  bir şekilde öyle çıktı. Sonra unuttu, gitti, biz dergide basınca gördü. “Gece Vardiyası Albümü” kitabını  bizim Korsan Yayınları’ndan çıkarmıştık, şiir seçimlerini de ben yapmıştım. Kitap o şiirle açılıyordu, ilk bölümde de  müzikle ilgili şiirleri vardı. Caz, Can Baba için bir muhalifliğin sembolüydü.


Beraber cazdan başka müzikler dinlemez miydiniz, nasıl müzikleri severdi başka?

Aile anılarını anlattığında, meşklerden bahsederdi. Musikiyle içli dışlıydı. Bir ayrım yapmazdı, bu cazdır, Batı müziğidir şeklinde bir üstünlük kurmazdı. Batılılaşmacı bir sol zihniyetle de fazla alakası olan biri değildi. En iyi hatırladığım şeyler, anıları. Çocukluğundan, İnönü zamanından öyle anektodlar vardı ki…


Var mı bir tane bize anlatabileceğin?

Can Baba henüz genç, yeni solcu olmuş. Babası vasıtasıyla da görüşülüyor İnönü’yle. Herkes el öperken, Can Baba tavır alıp İnönü’nün elini öpmezmiş, sadece sıkarmış. İnönü’nün zekasını örneklemek için bu hikayeyi anlatırdı. Hasan Ali Yücel öldüğü zaman Can Baba yurtdışında, paldır küldür cenazeye geliyor, tabii İnönü de orada… Herkes cenaze sonrası onun elini öpüyor. “Öyle bir kontrpiyede bıraktı ki beni, orada öptüm elini” derdi Can Baba. “Vallahi herif farkına vardı, öyle bir gözle baktı ki bana, ‘böyle öptürürler adamı’ der gibi…” (gülüyor)

Ece Ayhan


Senin kendine en yakın hissettiğin şairler kimler? Aralarında Can Yücel var mı?

Can Baba’yı çok seviyorum, şiirini de seviyorum, ama benim meselem olan bir şair değil. Benim meselem olan şair, baştan beri Ece Ayhan. Şiirin sözel yapısı itibariyle epistomolojik bir sıçrama Ece Ayhan, kopuş hatta. Çok da ahbap olduk onunla, ondan da çok çektik. (gülüyor) İsmet Özel şiirini de çok severim. Ülkü Tamer’i, Edip Cansever’i  de… Şairim deyince, aklıma Ece Ayhan gibi, Cemal Süreya gibi olmak gelir. Kendime şair demekten ürkerim. Kendimi iyi şiirler yazan insanlardan biri gibi düşünürüm. Onlar gibi olmak için çok kendine has  bir yapın olması lazım. O yapının bir şeye eklemlenmemesi lazım. Benim ilk kitabımda biraz Cemal Süreya, epey Ece Ayhan. Etkisi var, ama ikinci kitapta. Bunun olmamasına özen gösterdim. Bu şiirler çok mükemmel şeyler olmayabilir, ama benimdir; bir gün bunları benim yazdığım anlaşılsın da, varsın ben şair olmayayım.


Son yıllarda, hep kitabında bahsettiğin müzisyenlere mi takılıyorsun?

Şimdi en çok ne dinliyorsun diye sorarsan, hala bu füzyon müziğidir.  Ama bende şöyle bir şey var: Hem Türk popunu izlemeye çalış, rock izlemeye çalış, sonra buna caz eklensin… Bunların hiçbiri bütünüyle hakim olabileceğim bir alana dönüşmüyor. Belki Türk popu biraz böyledir, Akademi İstanbul’da ders olarak verdiğim için, biraz daha başı sonu olan bir şey kafamda… Son zamanlarda, kitapta da anlattığım ECM firmasından hareketle, deneysel, folkla daha bir köprülü, bazen caz olabilen, bazen olmayabilen bir müziğe takıldım. Bu müzik ve ECM firmasının yayınladığı albümler Avrupa’da çok hakim. 80’li yılların başında tanıştığım, hoşuma giden isimler birdenbire bu firmadan albüm çıkarmaya başladılar. Tam tanımlanamamış, “bu şu müziktir” denememiş isimler oldu ya 70’lerden sonra, o çıkış süreci benim merkez eksenim. 



"...bir müzisyen değilim, bir dinleyiciyim..." 


Sonuçta kitap boyutuna ulaşmış kapsamlı yazılar bunlar. Jan Garbarek’ten John Surman’a John Scofield’den. Keith Jarrett’a…

Bazen bu kadar çok müzik arasında dağılışımı sorun ediyorum, “ her şeye maydonoz mu oluyorum” diyorum. Ama sonuçta ben bir müzisyen değilim, bir dinleyiciyim. Kendime “eleştirmen” filan da diyemiyorum. Müzik eğitimi de görmedim, müzik üzerine yazı yazmakta hep kuşkum oldu. Ama sonra bir bakıyorum ki, özellikle popüler müzik ve türevlerinde  araştırma yapanların bazısı antropolog, sosyolog… Bunlar arasında ciddi müzik bilgisi olanlar da var, olmayanlar da. Demek ki böyle de yazılabiliyormuş diyerek içimi sonra rahatlattım. (gülüyor) Bizim yazdığımız, genel bir takım fikirlerdir. Kitaptaki yazıların bir konsepti, seçilen isimlerin birbirine yakınlığı var ama, daha çok kişisel hazlardan kaynaklanan bir seçim söz konusu. Bu kitaptaki yazıların da işlevi bir anlamda bu isimleri tanıtmak, 70 sonrasının bir profilini çıkarmak…

Jan Garbarek


Kitaptaki yazılara konu olan, ECM firması merkezli bu yeni cazı nasıl tarif edersin?

Mesela Herbie Hancock diyelim, funk halkasını alıyor, onu cazla birleştirip başka bir şeye götürüyor. Chick Corea, Latin formasyonuyla cazı karıştırıyor. Mahavishnu Orchestra daha çok Uzakdoğu, Hint müziklerine gidiyor. Bunun soul’u da var, country’den esinlenen bile var. Böyle bir fusion kapısı açılınca  ister istemez bir sürü malzeme giriyor işin içine. Afro bağ cazda  zaten var, ama dünyanın başka coğrafyalarından etnik malzemelerin öne çıktığı bir takım caz formları son dönemlerde oluştu. İş öyle bir yere geliyor ki  artık, standart cazı müthiş yapan  adamlar bile bu dünyaya açılıyorlar…Bildiğimiz Amerikan cazına değil de, onun dışındaki  deneylere, çok kültürlülük esprisine bakmak bana güzel geldi. Bu müziklerde caz çok önem arz ediyor ama,  cazın ötesi de çok önem arz ediyor. Rabih Abou-Khail Lübnan’dan gelip, Dave Holland’larla buluşup burada albüm yapabiliyor, sırf kendi otantiğine bağlı bir şey de yapabiliyor. 


Cazı hep “siyah müzik” olarak düşünürüz. ECM daha çok Avrupalı ve beyaz müzisyenlerin toplandığı bir firma, değil mi?

Evet, öyle denilebilir. Daha çok Avrupa’nın çeşitli folklorlerinden, Arap folkloründen bir sürü isim var bünyesinde… Müzikal altyapılarında zaten klasik müzik var, bir de caz var. “Bu bir caz albümü ve siyah müziği” diyebileceğimiz albümler de çıkıyor ECM’den, ama ağırlık böyle bir mecrada. Daha çok akustik müzikler ve çok rafine sesler bunlar. Ve bir mood müziği gibi, bir takım ruh hallerinin, arınmışlığa doğru giden bir yolun müziği; new age’deki huzur müziğine yer yer yaklaşan bir yanı var galiba. (gülüyor) 


Ama caz deyince aklımıza  o rafinelik gelmez aslında, değil mi? Tam tersine, daha kirli, pasaklı bir şey gelir.

ECM sound’unu dinleyen ve benimseyenlerde hakikaten böyle bir rafinelik var. Nedense böyle bir sound, süreç içinde benim merakım oldu. 


Mesela bana sorarsan Keith Jarrett bir muhaliftir. Adam otuz yıldır sufi; inanç düzeyinde başka bir yerde duruyor, sahneye öyle çıkıyor, öyle yaşıyor. Mevlana anma günleri için kaç defa Konya’ya gelmiş. Charlie Haden da mesela, caz ortamında en radikal solculardan biri. 

ECM elit denebilecek bir müziğin temsilcisi mi? Cazın ilk yıllarına atfedilen bir muhalif damardan bahsedebilir miyiz burada? Ya da uyuşturucuyla eskisi gibi bir bağ söz konusu mu?

Yok, öyle söyleyemeyiz, öyle alt kültür de değil. Bu bütün caz için böyle, ama biraz eşelesen, ECM içinde de istisnalar çıkabilir. Mesela bana sorarsan Keith Jarrett bir muhaliftir. Adam otuz yıldır sufi; inanç düzeyinde başka bir yerde duruyor, sahneye öyle çıkıyor, öyle yaşıyor. Mevlana anma günleri için kaç defa Konya’ya gelmiş. Charlie Haden da mesela, caz ortamında en radikal solculardan biri. Onun da bir sürü ECM albümü var. Bir firmayı, albümü politik, ideolojik tanımıyla açıklayabilmek çok zor, ancak  fikir yürütebilirsin. Söz de olmayınca, işi daha da vahimleşiyor. (gülüyor)

Charlie Haden


İster istemez “geleneksel caz” terimi kullanıyoruz ve mesela “Rabih Abou-Khalil geleneksel caza kendi topraklarından bir şeyler katıyor” türü bir cümle kurabiliyoruz. Böylece geleneksel cazı sanki sabit ve saf bir müzikmiş gibi tarif etmiş oluyoruz. Halbuki geleneksel caz dediğimiz şey de her müzik gibi bir füzyon değil mi?

Tabii. Gospel’ler, blues’lar, Avrupa müziği, Afro kökler… Öyle bir kuşatıcılığı var.


Joachim E. Berendt, Ayrıntı’dan yeni çıkan “Caz Kitabı”nda şöyle diyor: “Caz  melezdir, başından beri böyleydi ve böyle. De kalacak. Bugün saf olarak algıladığımız şey, o kadar uzun zaman önce ortaya çıkmıştır ki, başlangıçta ne denli  eklektik olduğu artık kimse tarafından hatırlanmamaktadır…”

Hakikaten öyle. Ama sadeece standart cazı “caz” sayanlar var. Yeni füzyonları cazdan saymıyorlar.


Sen okuyabildin mi “Caz Kitabı”nı?

Nefis bir başvuru kitabı. Çevirmeni de çok yakın bir arkadaşım, üç buçuk yıldır uğraşıyordu. Kütüphanede ansiklopedilerin arasına koydum kitabı. Yazarı galiba iki yıl önce trafik kazasında ölmüş. Çok ünlü de bir kitap, ilk baskısı 1953’müş, bu baskı 90’lara kadar geliyor…


Kitabında yerli müzisyenlerle ilgili de kalem oynatmışsın.

Türkiye’de de son üç – beş senedir bir tür fusion, kaynaşım müziği var. Müzisyen olabilseydim, ben de hep böyle açılımlara giderdim. Mesela Oğuz Büyükberber’in “Velvele” albümü, Ali Perret’in kurduğu grup, Sarp Maden’in Lodos grubu, Mahmut Yalay’lar, böyle deneysel, kendine münhasır sound arayışları oldu. Okay Temiz belki bunun ilk örneklerinden.


Kerem Görsev “DJ’leri, elektronik aletleri müziğime asla sokmam, arkamdan DJ’larle çalıştı dedirtmem” mealinde bir şeyler söylemişti. Böyle püriten, muhafazakar yaklaşımlar hala – özellikle caz içerisinde – yaygın galiba.

Evet, yaygın. Bunlar bir tercih olabilir, insan akustik müzik yapmak ister, dünyasını bunun üzerine kurmuştur, bu olabilir. Böyle bir insana, çağın gündemini yakalayamıyor demek yanlış. Ama “o tür müzikleri müzikten saymam” demek de çok negatif bir şey. O işin ucu bucağı yok artık. Özellikle elit müziklere yakın duran çevrelere bunu anlatmak zor bir durum. 



"Bülent Ortaçgil... 

Türkiye’de söz yazanların en iyilerinden biri olduğu kesin. "


Biraz da “Bülent Ortaçgil” kitabından bahsedelim: Ortaçgil bir şarkı yazarı. Ne senfonik rock grubu, ne de bir fusion cazcısı. Sana onun kitabını yazdırtan duygu neydi?

Onun sözlerinde benim dünyama çok denk gelen şeyler var. Belki şiire olan ilgimde kurulan bir bağ. Bir takım temel izlekleri var, bir meseleyle uğraşıyor. Türkiye’de söz yazanların en iyilerinden biri olduğu kesin. İşin müzikal boyutu da ayrı. Erkan Oğur falan da devreye girdikten sonra, ciddi bir müzikal altyapı da çıkıyor ortaya. 


Bülent Ortaçgil

En sevdiğin şarkısı hangisi?

Genellikle ilk albümden seçilir, benim de öyle galiba: “Dört Kişilik Düş”. Öğrendim ki, meğer ailesinden bahsediyormuş. Kardeş, anne, baba… Ama şarkıyı öyle dinlemiyor insan… Başka bir dünya Ortaçgil.


Galiba bir de Grup Yorum kitabı hazırlıyorsun…

Grup Yorum’u çok dinlemiyordum, ama onlara ilgi duymam, bu gruba yıllar yılı yapılan baskılar yüzünden oldu. Dünyada 15-20 yıl bu kadar baskıya dayanabilen grup yok… İçlerinde politik şeyler var, ama son kertede, etik olarak , şarkı söylüyorlar bu insanlar.  Şarkı söyleme konusunda özgürler. Bir takım örgüt bağlantıları varsa ve bu sebeple yargılanıyorlarsa, hadi bunu anlayabiliyorum. Ama hiçbir neden olmadan yüzlerce konserin önünü kes, içeri at, işkence yap… Sonuçta devlettir, ama  bu devlet, burada devlet olmayı aşıyor. Düzen düşmanını şarkının kendisi olarak alıyor, adamın baş takıntısı şarkı. Bu arada”adam” dedim devlete, demek erkek olarak düşünüyorum. (gülüyor) Hazırladığım kitapta, Grup Yorum’u bir fenomen olarak düşünüyorum, insan hakları bazından hareketle ilerliyorum. Hem bu adaletsiz öyküyü anlatayım dedim, hem de müziğinin ayrıntılı bir değerlendirmesini yapayım… Fakat bu alanda yazılı belge yok denecek kadar az. Bunu da vesile ettim, Yorum’un hem müzikal hem politik anlamda hangi geleneğe eklemlendiğini daha iyi görebilmek için, Türkiye’nin son kırk yıllık sol tandanslı politik müzik tarihini de kısaca anlatmaya çalıştım. 


Söyleşi : Derya Bengi – Merve Erol

Roll dergisi nisan 2003 

Sayfa:44 – 45 - 46


22 Şubat 2022 Salı

Procol Harum'un kurucusu Gary Brooker hayata veda etti



Efsanevi rock grubu  Procol Harum'un kurucusu Gary Brooker 19 Şubat 2022'de hayata veda etti. 76 yaşındaki sanatçı kanser tedavisi görüyordu. 



Procol Harum'un kurucularından şarkıcı ve piyanist  Gary Brooker,  geçtiğimiz hafta sonu  (19 Şubat 2022) 76 yaşında öldü. Procol Harum'un internet  sitesinde yayınlanan açıklamaya göre , kanser tedavisi gören Brooker evinde hayatını kaybetti. 

1945'te Londra'da doğan Brooker, müzikle içiçe bir aile ortamında büyüdü. Profesyonel bir gitarist olan babası Harry Brooker'ın etkisiyle müziğe adım atan Gary Brooker,  çok küçük yaşlarda piyano ile başladı.  Ardından kornet ve trombon gibi enstrümanları da çalmayı öğrenecekti.  Ancak o üniversitede zooloji ve botanik okumayı planlıyordu. Öyle de yapmış olsa da müzik ağır basacaktı ve okulu bırakacaktı.  

Brooker ilk olarak yakın arkadaşı gitarist Robin Trower ile birikte 1962'de  Paramounts'u kuracaktı. "Poison Ivy" şarkılarıyla İngiltere listelerinde ilk 40'a gireceklerdi. Başarılı bir çıkış yapmış olsalar da Paramounts 1966 yılında dağılacaktı.  


Paramounts'un dağılmasında sonra ara vermeyen Brooker,  Keith Reid ile birlikte rock tarihine derinde önemli bir yeri olacak  Procol Harum'u kuracaklardı.  Kuruluşlarından bir yıl sonra da 1967'de yaptıkları ilk single ile listelere bir numaradan gireceklerdi. Bu parça rock tarihine oturan muhteşem yapıt "A Whiter Shade of Pale"dı ve altı hafta boyunca bir numaradan inmeyeceklerdi.  Dünya çapında 10 milyondan fazla kopya satarak tüm zamanların ticari olarak en başarılı single'larından biri olan bu Procol Harum "hit"i unutulmazlar arasına girecekti. 

 Procol Harum denilince sadece bir parçadan bahsetmek olmaz tabiki. Barok ve klasik müzik etkili müzikal yapılarının en vazgeçilmez yanı blues etkisidir. Onların müziğinin progresif rock'ı da hazırlayıcı bir etkide olduğunu söylemeliyiz. 




21 Şubat 2022 Pazartesi

Klasik Gitar Ustası Beatles Çalarsa

 



Bu plak kapağını ilk gördüğümde 1970'lerde Doğu Alman bir klasik gitarcının Beatles parçalarını yorumladığı ve kapak fotoğrafı için de Berlin Duvarı önünde bu pozu verdiğini düşünmüştüm. 




Beatles parçalarını öyle değişik yorumlarla dinlemişsinizdir ki, hepsini toplasanız odalardan odaya devasa bir plak arşivi olur. Bugün bile dünya üzerinde değişik kavırları yapılıyordur. Pop'tan rock'a, elektronik müzikten etnik müziğe, caz'dan klasiğe akla gelebilecek her tarz ve anlayışta yorumlanmıştır. Hadi aramızda kalsın, bir anlamda gına bile getirmiştir bu yorumlar. 

Beatles yorumlarında artık beni şaşırtan bir şey olamaz derken karşıma çıkan bir klasik gitarcının albümü ile yüzleşene kadar. Bu İsveçli klasik müzik gitaristi Göran Söllscher'di ve 1995 yılında yaptığı "Here, There And Everywhere" albümünde 17 Beatles şarkısını gitar ile yorumlamıştı. 

Bu albüm karşıma Spotify'de haftalık seçki de çıkınca, "Amaney" deyip kaçacakken birden müziğe yakalandım ve bırakamadım. Kafama mıh gibi işlenmiş Beatles şarkılarını bu klasik gitarcının yorumuyla sanki ilk defa duyuyormuşum etkisine girdim. 

1955 doğumlu Göran Söllscher'in müzikal kariyeri, Kopenhag Kraliyet Konservatuarı'ndaki eğitimi yıllarında, 23 yaşındayken başlamış. 1978'de Paris'te Concours International de Guitare'yi kazanan sanatçı  bir süre sonra da Alman plak şirketi Deutsche Grammophon ile plak anlaşmasına imza atmış.  sanatçı bugüne kadar da milyonlarca satış yapan 19 albüme imza atmış.   Gitarı yedi yaşında çalmaya başlayan Söllscher şimdilerde Lund Üniversitesi'nde gitar profesörüdür  ve öğrencileri arasında Georg Gulyás ve Mattias Schulstad bulunmaktadır.

Adamımızın müzikal geçmişi bu şekilde özetlenmiş özetlenmesine ama bir de o ismini telaffuz edebilseydim, işte o zaman radyo programımın playlistinde bir yorumuna yer verecektim. Bu kadar çok "S" harfinden oluşan ve bununla da kalmayıp her viraj alındığında karşına çıkan bir ismi benim gibi "S" ve "Ş" söyleme özürlü biri için çok zordu. Radyo programında çalamadım ama geceleri kendi başıma dinliyorum. Size de tavsiye ederim. Bildiğiniz Beatles parçalarını klasik gitar ve Goran'ın yorum farkıyla dinlemeye doyum olmuyor. 

APTULİKA



19 Şubat 2022 Cumartesi

Bu da öyle bir Pazar Yazısı işte

 

Geçenlerde bir arkadaşıma espri olsun diye, Özdemir Asaf'ın 

"Yalnızlık paylaşılmaz

Paylaşılsa yalnızlık olmaz"

şiirini söylediğimde, yanımızda oturan diğer bir arkadaş

- Ne bu duvar yazısı mı?

diyecekti. 

İlk anda biraz bozulsam da kısa bir süre sonra hak verecektim. Bir şiir kitabından bir şiirin bir bölümünü aldığınızda onu bütünden kopartırsınız. Adeta bir çiçeği koparmak gibi.

Elbette bu Özdemir Asaf'ın şiirinin tam halidir ama bir sonraki sayfadaki "Yalnız'ın Durumları" şiirini es geçerseniz, bir çok şey eksik kalır. 

*

Nazım Hikmet'in Küba Devrimi için yazdığı "Mutluluğun Resmi" şiirinin,

"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin


Ama işin kolayına kaçmadan"

bölümünü alırsanız, bütün bir güruh Abidin Dino'nun bu resminin peşine düşer. En sonunda bir uyanık, sıradan bir illüstrasyonu bulur ve bütün millet de bunun Abidin Dino'ya ait ve de isminin "Mutluluğun Resmi" olduğuna inanır. Uzun bir süredir internete girip, Abidin Dino'yu aradığınızda bu resim karşınıza çıkardı. Hatta bir aklı evvel Abidin Dino'nun o hat yazısını andıran güzelim imzasının yerine gelişi güzel bir imza da uydurmasın mı... yani yandı nane keten helva. 

Şiiri kendi sesimizle kitaptan okumanın güzelliğini vurgulayan bir yazı yazmıştım, şimdi de aklıma şiirlerin bütünlüğü takılıverdi yazayım dedim. Şairler belirli dönemlerde şiirlerini bir kitapta toplar ve bir isim vererek yayımlardı. Bu müzikteki albüm gibi bir şeydi ve o onların o dönemdeki yapılarını ortaya koyardı. Şimdiler de ise sanki bir "best of" gibi seçkiler yapılıyor. Bunlar o şairle tanışmak için güzeldir ama asıl güzel olanı her dönem çıkan şiir kitaplarını tam haliyle ve sırasıyla okumaktır....tıpkı müzik albümlerinde olduğu gibi. 

Çiçekleri koparmayın hele ki söz konusu şiir ise o vazoya konulmaz.

Bu şiire niye taktım ki...

Bilemiyorum işte... bu da öyle bir pazar yazısı.

APTULİKA

18 Şubat 2022 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 187



Moliere
 "George Dandin"
İş Kültür / Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi
Çeviri: Sema Kuray
  (3. Basım:  Ocak 2020)


Moliere'in tiyatro oyunları çocukluğumdan bu yana  bende öyle yer etmiştir ki, aradan geçen zaman diliminde de önemini hep korumuştur. Kimi eserini bizzat tiyatroda kimi zamanda çocukluğumun siyah beyaz TRT'sinde yayınlanan "TV'de Tiyatro"  programlarından bilirim. Bu arada o eski radyo programlarının "Arkası Yarın" ve "Radyo Tiyatrosu"nu da bunlara eklemem gerekir.  En son da Louis De Funes'in oynadığı sinema filmi "L'Avare"da Moliere'in "Cimri" eserinin sinemaya uyarlanmış halini izlemiştim. Bir tiyatro yapıtı olan eser bu filmde sinemaya aktarılmıştı ve çok başarılıydı. 1980 yapımı bu filmi 90'larda izlemiştim ondan sonra da Moliere ile bir buluşmam olmamıştı. Şimdi karşıma bu kitap çıkınca dayanamadım okumaya başladım.

Aslında yıllar önce çok sevdiğiniz şeylere bugün tekrar baktığınızda size aynı tadı vermeyebilir. Kitabı elime aldığımda böyle bir durum olacak diye de düşündüm hani. "George Dandini Veya Bir Koca Nasıl Rezil Edilir?" eserini daha önce izledim mi? pek hatırlamıyorum. "Cimri", "Hastalık Hastası" gibi eserlerini neredeyse sahnesi sahnesine hatta oynayan tiyatrocularıyla hatırlıyorum. George Dandin'i de izlemişimdir ama kafamda hemen şekillenmedi.

Kitabın ilk sayfasını çevirmeye başladığım zaman sahne, ışıklar, dekor ve oyuncular kafamda şekilleniverdi. Tiyatro eserlerini sahnede izlemek daha keyiflidir ama kitaptan okurken de hayalinizde oyunun yönetmeni, ışıkçısı, dekorları yapan siz oluveriyorsunuz. Benim için tiyatro eserlerini kitaptan okumanın en sıkıntı verici yanı kitabın başında yazan oyundaki kişilerdir. Bunları metin içinde kim kimdi diye karıştırabiliyorsunuz. Bu sefer konu Molier olunca üç aşağı beş yukarı tipleri kafamda çizip öyle okumaya başladım. 

Oyunun konusunu karekterlerini vermeyeceğim ama Molier'in 17. yüzyılda yaşamış bir tiyatrocu ve yazar olmasına karşın konularının günümüze kadar güncelliğini koruyor olması beni yeniden şaşırttı. O yüzyılın sınıfsal ilişkilerini öyle ileriden görmüş ve devrimci bir bilinçle analiz etmiş ki, içindeki mizahın da güçlülüğü buradan kaynaklanıyor.

Şimdi kalkıp Molier mi? deyip burun kıvırabilirsiniz ama inanın bana Molier'den her dönemde kalıcı bir şeyler bulabilirsiniz diyorum. 

APTULİKA



15 Şubat 2022 Salı

Rick Wakeman ve Özdemir Asaf bir radyo programında buluşunca ortaya çıkan Pelerinli anı

 


Şubat ayının Aksi İhtiyar programını hazırlarken Rick Wakeman'ın bir parçasına yer vermeye karar vermiştim. Yes grubunun klavyesinde görkemleşen Wakeman'ın en bariz özelliği de sahneye pelerinle çıkmasıydı (ki bu hala da sürer). 

Söz konusu pelerin olunca birden gerçek hayatta pelerinle ile gördüğüm ilk ve tek adam aklıma gelecekti. Daha  orta okul yıllarımdaydım. O dönemde bir gün okuldan kaçıp Arnavutköy ile Bebek arasındaki sırtlarda gezinip, hergelelik yapıyorduk. Yolun kenarında set üstüne oturup bir de sigara yakmaz mıyız. İşte o sıra tepemizde bir gölge hasıl oldu. Ne oluyor diye kafamızı çevirip baktığımızda pelerinli bir adam dikiliyordu. Bu pelerini tanımlamak gerekirse Sherlock Holmes'un ki gibiydi ama ondan daha pelerini bol olanıydı.  Hani okuldan kaçtıkları her halinden belli olan dört beş çocuğu, bir yetişkin gördüğünde, "Hiç utanmıyor musunuz okulu asıp, bu yaşta sigara tüttürmeye" derdi... ama bu pelerinli amca hiç bir şey demeden bize sadece baktı ama bağırsaydı daha iyiydi. Utanarak sigaraları söndürdük palas pandıras oradan uzaklaştık. 

O pelerinli amca aklımdan hiç çıkmamıştı ve bir iki sene sonra bir sanat dergisinde resmini görecektim. Bu kişi Özdemir Asaf'tı. O günkü haytalığımdan iyicene utanmıştım çünkü şiirlerini severek okuduğum bir şairdi artık o. Ardından onun Bebek'te oturduğunu da öğrenince o pelerinli kahramanın kesinlikle o olduğunu anlayacaktım. 

İşte radyo programımın parçalarını hazırlarken aklıma bu çocukluk anısı gelince, radyo programına şiiri de katmalıyım dedim ve Rick Wakeman'ın parçasını anons ederken, Özdemir Asaf'ın bir şiirine de yer verdim. Şiirin alt fona müzik eklenip okunmasından hiç  haz etmem... bu sebeple de şiiri parçanın üzerine değil anonsta okudum ve ardından parçayı yayımladım.  Bunu radyo yayınlarını Kooperatif aracılığıyla  podcast haline getiren Cenk Akyol'a söylediğimde bana, "işte abi böyle şeyler yap" diyecekti. Tabi bir iki gün sonra da radyo duyurusu için yaptığım çizimi gönderince de Rick Wakeman ve Özdemir Asaf'ın pelerin kardeşliğini görünce bana hemen mesaj atarak şunları yazacaktı:

"Üç ya da dört yıl öce sanırım KAFA dergisinde İlhan İrem yazmıştı... Özdemir Asaf, 1970'lerde  Bebek'te bar işletiyormuş." 

dedikten sonra o dergiden şu alıntıları bana anlatacaktı, 

İlhan İrem, GECE KÜTÜPHANESİ dediği barı şöyle anlatıyor:

"İçkiler tezgahın altında, barın arkasındaki raflarda sadece kitaplar var. Her yerde koyu renk ahşap kokusu. Üzerinde ziyaretçilerin yazdığı isimler, şiirler. Duvarda akrep yelkovanı olmayan, yalnızca saniyesi dönen saat. 


Giriş kapısında, 

Bana ıslak bir bez verin

Dünyanın tozunu alayım


yazan, duvarları şiirlerle dolu olan bu bar, maddi sıkıntılar nedeniyle bir kaç kez kapanmasının ardından son kapanışını 1980 yılında yaptı." 

Yazıda bahsedilen barı 1970'lerin sonunda liseye giderken ben de duymuştum. Biraz daha büyüyecek ve 18'imi de aştıktan sonra o bara gidecek küçükken yaptığımız o haytalıklar için özür dileyecektim ama 1980'lerden sonra o bar kalmayacaktı ne yazık ki. Aradan geçen yıllarda o KAFA dergisindeki İlhan İrem yazısından anektodları Cenk aracılıyla duyduğumda içimden keşke her şey öyle kalsaydı dedim. İçmek ve bir bara gitmek kitapla, şiirle neden olmasın. Hep kafa cacığa düşmek zorunda mı; aşırılıklardan uzak, bir güzel müziğe, şiire kapılıp gitmek ve bir kaç kadeh parıldatmak, niye olmasın ki... artık bunlar çok uzağımızda. 

Bir radyo programı hazırlanırken her şey böyle dallanıp budaklanıyor işte. Radyo programı sadece bir program değildir, yaşamın bir saatte damıtılmasıdır. Çalınan müziklerde o ağaca dökülen su gibidir ve ağaç yaşamla dallanıp budaklanır, işte böyle. 

APTULİKA

Yazıya dipnot değil DİPRESİMNOT:

O gece Cenk'in bana gönderdiği görselleri de paylaşayım dedim...







Şimdi de DİPNOT:

* Cenk'in alıntıladığı ve gıyaben bana anlattığını dergiyi bulamadığımız için alıntı bölümünde yazamadık. 

* Yazıda bahsi geçen Aksi İhtiyar radyo programını dinlemek isterseniz :

https://archive.org/details/aptul-3


Bu da SONDİPNOT:

* Yazıyı birirdim ve yayınladım ama yarım saat sonra aklıma geleni de yazayım dedim. Şimdi bu bar tekrar açılıp butik bir Özdemir Asaf Müzesi yapılsa nasıl olur derim. 



14 Şubat 2022 Pazartesi

Yirmi yıl sonra Jethro Tull : "The Zealot Gene"


 

Bunca albüm, bunca dinlemeden sonra yeni bir Jethro Tull albümü bende açıkcası bir heyecan yaratmayacaktı. Bir de Jethro Tull olarak yirmi yıl ara verilmiş olması ve bu arada çıkan Ian Anderson solo albümleriyle karman çorman olan bir durum da söz konusu. O solo albümleri Jethro Tull diye mi dinlemeliydim, bilemedim. Solo albümler Ian Anderson'un muydu? Yoksa Jethro Tull mı Ian Anderson'du? Yani bol sorulu karmakarışık bir durum söz konusuydu.

Bu yirmi yıllık arada Jethro Tull kadrosu başka yerlerdeydi. Grubun emektar gitaristi Martin Barre solo albümler yapmaya başlamıştı ama Jethro Tull gölgesinde  ya da nehrinde ikinci kez yıkanılmıyordu. O da son çeyrekte eski Jethro Tull parçalarını anı canlandırıcı olarak kullanmayı seçmişti.  

Jethro Tull'ın yirmi yıl aradan sonra yaptığı "The Zealot Gene" albümünü dinlerken, az biraz da Ian Anderson'un mantık yapısını da izlemek olanağı da buluyorsunuz. Bu geçen uzun süre de eski Jethro Tull elemanlarıyla Anderson'un sokakta bile karşılaşmadığı kesin. Öyle ki 2017'de Jethro Tull'ın yeni bir albüme hazırlandığı haberi düştüğünde açıklanan kadroda eski gruptan kimseyi göremeyecektik. Tabii herkesin dikkatini grubun emektar gitaristi Martin Barre'ın kadroda olmaması çekecekti. Bu grubun bir çok hayranı için üzücü gelebilecekti ama bir başka açıdan bu Anderson'un seçimiydi ve grubun yeni yapısında gitarı daha farklı düşlüyordu. Bir başka açıdan da baktığımızda Barre olsaydı grubun eski parçaları tekrar kavırlanıyor gibi olacaktı. Yeni albüm "The Zealot Gene"i dinlemeye başladığımızda grubun yeni yapısında gitarın daha farklı konumlandığına şahit olacaktık.  Gitarist Florian Opahle'ı gerçek anlamda farklı bir gitar tınısıyla duyuyoruz. İlk parça olan Mrs Tibbets'te görkemli sololarla karşımızda buluyoruz ama ilk parçanın ardından gitarın ağırlığı gittikçe düşüyor. Böylece anlıyoruz ki Martin Barre kadroda yer alsaydı ister istemez nostaljik tekrarlar olacaktı. Yani sözün özü Ian Anderson Martin Barre'ı çoktan silmiş gibi. 

Şimdi Martin Barre bölümünü burada noktalayalım ve albümün açılış parçasına dönelim. Albüm "Mrs Tibbets" ile açılıyor. Hiroşima'ya atom bombasını atan uçak Enola Gay'in pilotu Paul Tibbets'in 1945'te annesine yazdığı mektuptan yola çıkarak oluşturulmuş. Parçayı dinlerken müthiş bir şekilde gaz alıyorsunuz. Metronom gibi ritmik akıcılıkta yerleşen enstrümanlar ve birlikte kurulan kompozisyon büyüleyici. Flütün alışıldık havası keyboardın sunduğu zeminde yağ gibi akıyor. Vurmalıların ve basgitarın tansiyonu abartmadan normalde tutuşu akıl işi. Bu sayede gitarın soloları abanarak gidiyor. Albümün gitara en ağırlık verdiği parça da bu oluyor. Florian Opahle gitar sololarında öylesi abanıyorki, albüm boyunca böyle gidecek sanıyorsunuz. Ama Anderson, bu parçadan sonra Florian'a, "Sen şöyle bir kenara çekil hele" demiş gibi. Bu Ian Anderson ve başka birine benzemez... adam sadece müziği değil, dinleyicinin nabzını da tutacak denli bir pazarlama mühendisi. İlk parça ile dikkatleri çekiyor ve gazı alıyor; sonrasında ise sahneyi istediği kıvama sokuyor.  Bu arada albüm kayıtlarından sonra da gitarist Florian Opahle gruptan ayrılmış. 

"Mrs. Tibbets"in ardından gelen parçada bir anda ağız armonikasıyla karşılaşıyoruz ve akla hemen ilk albüm geliyor. Jethro Tull'ın iki kurucusundan biri olan gitarist  Mick Abraham'ın olduğu "This Was" albümü zamanlarına. Anderson ne kadar İngiliz folkundan yola çıkan bir Art Rock çizgisi hedefliyorsa, Mick Abraham da blues kanadını tutuyordu. O ilk albümden sonra Mick Abraham gruptan ayrılacak ve Anderson'un folk temelli progresif çizgisi tek hakim olacaktı. İşte "Jacob's Tale" isimli bu ikinci parçada az biraz o ilk albüm yıllarına dönüveriyoruz. Bu da bir tesadüf değil; zira albüm bir "retrospektif sergisi" gibi... Retrospektif terimi resimde geçer ve sanatçının bütün dönemleri bir sergide yer alır. İşte bu albümde öyle olmuş. Parçaları dinlerken kimi zaman "Songs From The Wood" kimi zaman da 1980'lerin başında yapılmış ve pek ses getirememiş ( ama gene de yeni denemeler yapılmış" albümü"A"yden "Uniform"u hatırlıyoruz. 

"The Zealot Gene"i dinlerken her dönemiyle Jethro Tull'ı izliyorsunuz, bu da kimi zaman "bu parçaları  ben hatırlıyorum" demenize sebep oluyor. Dedik ya bir retrospektif sergisi gibi. Albümü defalarca dinledim ve her dinleyişten sonra aklıma yer eden ve en sevdiğim "Mine is The Mountain" oldu diyebilirim. Bu parçadaki iki ayrı vokal tadı ile harika bir birleşim gerçekleşmiş.  Albümde sevdiğim bir diğer parça da "Where Did Saturday Go?" oldu. Bu da vokale takıldığım bir parçaydı. Hani diyorum ki Ian Anderson ufak bir barda sadece akustik gitarıyla söylese ve ben dinlesem konumuna gelmişim. Bir de dikkatiniz çekti mi, hep Ian Anderson'dan bahsettim. Yirmi yıl aradan sonra çıkan yeni Jethro Tull albümünde  hem de... Bilemiyorum ama 2014 tarihli "Homo Erraticus" ve 2012 tarihli "Thick As A Brick part 2" albümlari bana solo değil de Jethro Tull albümleri gibi gelmişti. Üstelik  "Thick As A Brick 2" zaten Jethro Tull albümünün ikinci bölümüydü, "Homo Erectus" ise progresif yönü yüksek epik bir çalışmaydı. "The Zealot Gene" ise Ian Anderson'un solo Jethro Tull retrospektifi olmuş... en azından bana öyle geldi ve keyif verdi.

"The Zealot Gene" 2017'de başlamış ve koronavirüs nedeniyle ancak çıkmış bir albüm. Yani oldukça meşakkatli bir süreç. 74 yaşına gelmiş bir Ian Anderson hala Jethro Tull denilen teknenin kaptanı. O tekne kimi zaman bir transatlantik kimi zaman da bir Nuh'un Gemisi olur ve bizi alır götürür. Ian Anderson böyle bişi... Yoksa Jethro Tull mı demeliydim?

APTULİKA

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...