Son iki haftadır evlerdeyiz ve Koronavirüs günlerinde keşifler ve hatırlamalar içinde bir dinleme serüvenine girdim. Yani bu da bir anlamda "Dinleme Biçimleri". Evet aklımıza hemen, "Görme Biçimleri" geliyor. Koronavirüs günlerine zorunlu olarak girişimizle 18 Mart'ta yapmayı planladığımız ve Alpay Şalt'ın konuk olacağı "Görme Biçimleri"ni iptal etmek zorunda kalmıştık. Oysa ondan iki hafta öncesi aynı etkinlikte "68'lerin Saykodelik Konser Afişlerini" yapmıştık. İşte o sıralar dönemin saykodelik gruplarını da tekrar hatırlama ve keşfetme işine girişmiştim. Bir ay önce başladığım bu uğraş Korono evde kalmalarında da sürmeye devam etti ve ediyor... hem de sadece saykodelik değil her tür müzik tarzıyla devam ediyor. Ama biz o ilk başlangıçtaki keşiflerden biriyle dizimize devam edelim. Buyrun bakalım 32 kısım tekmili birden...
Count Five
"Psychotic Reaction" (1966) Double Shot
1960'ların Saykodelik döneminin en güzel izlerini veren Count Five'ın ilk ve tek albümü. Kasım 1966'da piyasaya çıkan albümü dinlediğinizde aradan 54 yıl geçmesine rağmen yansımalarının bugüne etkilerini görüyorsunuz.
Bu ilk albümü dinlediğinizde o kadar öncü tavırlar, hatırladığınız klasikleri duyuyorsunuz ki Count Five'ın tek albümle sınırlı kalmasına inanmak istemiyorsunuz.
Öncü tınıları veren Count Five'ı her ne kadar Saykodelik Rock içinde değerlendirsek de onlar için Kalforniyalı Garage Rock grubu da dememiz uygundur ve tam da yerine oturur hani.
Grup bu ilk ve tek albümünü bağımsız bir şirketle yaptığı için kayıtları düşük bütçede ve kısa sürede yapılmıştı. Öyleki albüme koyacak parçaları yetişmeyince de iki The Who bestesine yer vermişlerdi. ( My Generation ve Out in the Street) Tanıtım olanakları ve pazarlaması iyi yapılmadığı için grup kısa bir süre sonra dağılacaktı. John "Sean" Byrne - vokal , ritim gitar Kenn Ellner - vokal, tef , armonika John "Mouse" Michalski - gitar Craig "Butch" Atkinson - davul
Roy Chaney - bas gitar Grup elemanları üniversite öğrencisiydi ve Count Five dağılınca müziği bırakıp, eğitim hayatlarına devam ettiler. Ancak her şeye rağmen Count Five müzik tarihinde bir dönüşüm yapacaktı. Nasıl mı? Kapak fotoğraflarında cepheden poz vermek yerine kamerayı bir çukura yerleştirerek aşağıdan perspektifle çekilmiş fotoğrafları yer alacaktı. Bu sonraki yıllarda hem aşağıdan hem de yukardan çekilmiş fotoğraflarla dönemin aranılan kompozisyonu olacaktı. Bu işi başaran fotoğraf sanatçısının ismi Bernard Yeszin'di. Count Five ilk albümünde kayıtları kısa sürede yapılıp, acele kotarılmış olsa da yıllar sonra samimiyetleriyle dinlenilesi bir iş yaptıkları anlaşılacaktı. Aptulika Korona Günleri
Birgün oturmuş kendi kendime, "Hala benim dönemlerimin grupları dinleniyor, elemanları 70 yaşına gelse de konserden konsere koşuyorlar. Her şey iyi güzel de bundan sonra yeni grup çıkmayacak mı?" diye soruyordum. Akla ziyan bu sorgulamadan kısa bir süre sonra yeni çıkan albümlere göz gezdirirken karşıma bir progresif rock grubu çıkacaktı hem de Ukrayna'dan... Bence bu grubun ismini sineğin pislemediği bir yere yazın, ihtiyacınız olabilir: Karfagen!
Bu arada bu keşif, Korona Günleri'nden bir kaç ay önceydi ama bir türlü yazamamıştım, kısmet şimdiymiş.
Ukrayna'dan yeni progresif soluk
Karfagen
"Birds of Passage"
(2020) Caerllysi Music
Karfagen ismini bu yılın başında duyduğumda, kelimenin tam anlamıyla "ilaç" gibi geldi. Oysa ki bu grup1997 yılında kurulmuş ve bir hayli de albüm yapmış. Karfagen ismi, unutulmuş geçmiş ve öngörülemez geleceğin dünyasına hiç bitmeyen bir yolculuk olan görkem ve bilgeliğin sembolü anlamına geliyormuş. Bence bu ad da grubun müziğini özetler gibi... zira ilk dinlediğinizde eskilerin havasını yakalıyorsunuz. CAMEL, FOCUS gibi grupları hatırlıyor hatta o dönemlerden bir grubun çalışması olduğunu bile sanıyorsunuz. Dinledikçe yeniye ait bir yolculukta olduğunuzu da anlıyorsunuz. Grubun Ukraynalı olmasından dolayı klasik müzik birikimi de kuvvetli.
KARFAGEN çok yetenekli bir müzisyen ve besteci olan Antony Kalugin'in etrafında şekilleniyor. 1997'de bu grubun kurucusu ve beyni olan Antony Kalugin'in, üniversitede mimarlık okurken, yerel stüdyolardan birinde ilk Karfagen kompozisyonlarını kaydetmesiyle başlamış her şey. 2005 yılında Antony Kalugin, Kanada'dan Unicorn Digital ile anlaşma yaparak ilk Karfagen albümünü çıkartacaktı. "Continium" ismini taşıyan bu albümden sonra 2007'nin başında ikinci albüm olan "The Space Between Us '' ı yayınalayacaklardı. Müzikal olarak Antony Kalugin'in ekseninde oluşan grup, zaman içinde farklı müzisyenlerle ama grup bütünlüğünde çalışacaktı. Bu nedenle, 2011 yılında `` Lost Symphony'' albümünde, ANIMA MUNDI'den Roberto Diaz (Küba) ek bir gitarist olarak yer aldı; 2013 yılında Aleatorica'da Tomek Mucha elektrik kemanıyla ve Sergey Klevenskiy klarnet, ıslık ve flütle yer aldı. 2014 yılında Mathieu Spaeter, `` Magicians Theatre'' da ana gitarist olarak çalışacaktı. Karfagen esas olarak klavyelerin ve gitarların, klasik müzik etkili obuanın ve etnik enstrümanların yaratıcı kullanımını gösteren bir grup. Grup müzikal tarz olarak Neo Progresif anlayışta Rock yapısında folk, etnik, caz-rock ve klasik müzik ile senfonik rock birleşimini sunuyor. Nikolai Rimsky-Korsakov, Sergei Prokofiev, Edward Grig ve Pyotr Çaykovski gibi klasik müzik bestecilerinden beslenen Antony' Kalugin, Karfagen müziğini obua, fagot, akordiyon, keman, viyolonsel, flüt, saksafon ve nefesli enstrümanlarla da zenginleştiriyor.
İsterseniz yazının sonuna doğru sözü Antony Kalugin'e bırakalım:"Her albümde ve her parçada yetmişlerin sıcaklığını ve atmosferini getirmeye çalışıyorum. Bu, körü körüne bir kopyalama değil. Yeni çalışmaların yapay karmaşıklığını sevmiyorum. Tekniğin çok öne çıkması da beni mutlu etmiyor. Benim için, melodi ve uygun kompozisyonları yazma yeteneği önemli. Yetmişlerin Progresif Rock'ı yani o altın dönem beni hala heyecanlandırıyor. Sınırsız bir ses denizinde bu doğal duyguları ve çekiciliği arayan dinleyici olarak duymak istediğim müzikleri üretiyorum ... ''
Karfagen kadrosu
Antony Kalugin / keyboards - Tim Sobolev / vokal - Olha Rostovska / vokal - Mathieu Spaeter / gitar - Aleksandr Pavlov / naylon gitar - Maria Baranovska / keman - Alexandr Pastuchov / fagot - Elena Kushniy / flüt - Konstantin Ionenko / bas - Viktor Syrotin / davul, perküsyon Karfagen'in albüm kapakları da bir hayli müziğiyle bütünlüklü adeta bir tablo niteliğinde ve masalsı. Igor Sokolskiy'in yaptığı bu kapak çalışması ve diğer albüm kapaklarını da aşağıda görebilirsiniz.
Ne dersiniz ... Karfagen'e ilgisiz kalınabilir mi? Aptulika Koronavirüs Günleri
Koronavirüs günlerinde 50 yıl öncesinin bir Long Play'in kapağının dayanılmaz ağırlığı ve ilk defa o albümün dinlenilmesi. Bunun yazıya dökülmesi esnasında ise iki satır şey yazılacakken, bir anda uzaması yani eskilerin deyimiyle "pehlivan tefrikası"na dönmesi. Buyrun bakalım...
Bir Long Play'in 50'li Yıllık "Ağır"lığı
John Phillips
"John The Wolf King Of L.A."
(1970) Dunhill
İlkokulu bitirmiş ve plakların büyüsü beni sarmaya başlamıştı. Bu arada evde pikap da yok plak da ... bildiğim sadece babamın makaralı Palanduz marka teybi ( ve daha sonra gelecek olan Grundig teybi - gene makaralı). Ben Arnavutköy ve Ortaköy'deki plakçı dükkanlarının vitrinlerine büyülenerek bakan biriyim ve bildiğim sadece o vitrinlerindeki plak kapakları. Bu arada plak hakkında bir fikrim var hani o kadar da yabancı değilim ama o da babamın üniversiteyi bitirdikten sonraki ilk işe girdiğinde aldığı gramofonu ve taş plakları. İşte ben o yıllarda rengarenk plakçı vitrinlerine bakıyorum. Bir Long Play hem de ecnebi, devamlı dikkatimi çekiyor. Çekiyor çekmesine ama en görkemlisi o gibi duruyor. Sweet, Beatles, Suzi Quatro hepsi var ama o sanki en ağır abi gibi duruyor. Hani birisi çıkıp, "Ha o plak mı? Çok ağırdır o sen daha anlayamazsın." diyecek gibi. Sonra yıllar geçti Deep Purple, Uriah Heep ve Pink Floyd derken büyüdük, Sweet, Suzi Quatro çocuklukta kalmıştı ama o plak hala "ağır" gibi dururdu. Sonra bayağı zaman geçti ve o "ağır" görüntülü plak unutulmuş gitmişti ve açıkcası ismini anan da yoktu. Aradan o kadar yıl geçti ve o plak bir çok kez karşıma çıktı ama almadım. İlgim de olmadı ama o çocukluktan kalan o "ağır"lık kafamda takılı kaldı. En son yaptığım Görme Biçimleri"nde konu "68'li Yıllar ve Saykodelik Konser Afişleri"ydi. Bu konuya hazırlanırken o dönemin müziklerini de gözden geçirip, kulak misafiri oluyordum ve bir den o çocukluğumdaki "ağır" plak ve kapağındaki "ağır abi" ile yeniden karşılaştım. İnanır mısınız, gene dinleyemedim. Çocukluktan kalma o "ağır"lık hala korkutuyordu. Akıl alır gibi değil ama çocukluktan kalma durum sürüyordu bu albüm üzerine. Ama bir iki hafta önce Koronovirüs günleri gelecek ve eve kapanacaktık, kendime; "Oğlum artık yapacak bir şey yok." dedim ve albümü dinlemeye karar verdim. Albümü dinlemeye koyuldum ve bir iki parça sonra,"Yahu bu albümü o zamanlar dinlemiş olsaydım, çocukluk anılarındaki raflarda çoktan tozlanmış olurdu." dedim. Hatta o raflardaki Donovan, Tom Jones ve diğerleri bile daha çok parıltılıydı bugün, benim için... Ama o kapak yok mu, bu anda bile beni hazırola geçirmeye yetiyordu. O kapak beni öyle etkisi altına almış ve biat etmeme neden olmuştu ki, kapaktaki adamın kim olduğunu bile bu zamana kadar düşünmemiştim. "Los Angeles'ın kurt kralı" John Phillips? Soru işaretinin ardındaki kapı açılınca 1960'ların hippi hareketi "Çiçek Gücü" (Flower Power)nün simge parçası "California Dreamin"ı yapan pop grubu The Mamas & Papas'ın elemanı çıkıvermez mi karşıma. "Hadde leyn... bu muymuş." derler ya aynı durumda oldum ama kapak gene toparlanmamı sağlayacaktı. John Phillips, Mamas & The Papas grubundan ayrıldıktan sonra "John The Wolf King Of L.A." isimli bu solo albümünü çıkartmış. Eski grubuna göre biraz daha folk ile Country Rock arasında bir çalışma. Albümde yer alan "Mississippi" o dönem listelerde yükseklere tırmanmış. Bunca şeye rağmen albüm beni gene de hazır ola geçiriyor. Ama bu kapağa baktığımda oluyor. Üstelik kapaktaki fotoğrafta bakımsız saçlar ve sakallarla kovboy artığı bu adamın kafasındaki lord şapkası mı bana bu etkiyi yapıyordu, bilemiyoru. Sonra aklıma, o şapkanın beyaz olması mı bu etkiyi yapıyor düşüncesi kapama takılıyor, ister istemez. Evet yahu, o şapka siyah olsa, etki kırılır mıydı? Bu düşünceler arasında üşenmeyip, Photoshop'ta siyaha boyayacağım, neredeyse. Bütün bu saplantılardan neyse ki sıyrılıyor ve albümün kapağındaki fotoğrafı çeken kişinin kim olduğunu araştırıyorum. Kapaktaki fotoğrafı Tom Gundelfinger O'Neal çekmiş. Bu isim daha bir çok önemli plağın kapağının görselini oluşturmuş. Bakmak isterseniz http://www.tgophoto.com/grid/portfolios-album-covers tıklayabilirsiniz. Bence ne John Phillips ne de "John The Wolf King Of L.A." plağı... yani bütün o yıllara malolan "ağır"lık kapak resmini oluşturan fotoğraf sanatçısından kaynaklanıyormuş. O zaman "aşkolsun be Tom Gundelfinger O'Neal !" diyelim ve saygıda kusur etmeyelim.
Bu albümle varolan ve yıllara yayılan ağırlığı hafiflettim ama bu sefer de bir başka albüm kapağı aklıma takıldı bir anda. Bu John Phillips'in albümünden 6 yıl sonra çıkan Bob Dylan albümü "Desire". 1976'da çıkan bu albümü ben 80'li yılların sonunda ilk gördüğümde büyülenip almıştım. Kapaktan başlayan sevgi, neyse ki dinlediğimde de sürdü. "Desire" albümünün beni ilk etkileyen kapağı olmuş ve benim hemen almama sebep olmuştu. Ancak albümü dinleyince müziği daha çok sevmiştim. Hem John Phillips'in hem de Bob Dylan'ın albümünün kapağına bakar mısınız ? Şapka, kürk ve duruş aynı. Üstelik o tarihlerde Bob Dylan'ın ikametgah senedine koyacağı vesikalık fotoğrafını bile koysanız, o albüm satar. Buna rağmen "Desire" albümün kapağında Bob Dylan görkemli ya da al benili, yakışıklı hale getirilmemiş. Hatta bir o kadar sıradan ve bakımsız ama bence en etkiliyici albüm kapağı olmuş diyebilirim. Peki bu etkiyi yaratan neydi? Hemen aklıma bu albümün kapağını da çeken gene Tom Gundelfinger O'Neal mi ? sorusu geldi. O değilmiş, "Desire" albümünün kapağını çeken fotoğrafçı Ruth Bernal imiş. Düşünebiliyor musunuz, eski bir albümle ilgili yazı neredeyse bir "Görme Biçimleri"ne dönüverdi. Şimdi kafamda takılan soru: bu iki kapaktaki görsel kompozisyon resimdeki Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa tablosundaki etki ile aynı mı? Ben daha fazla kafamı yoramayacağım, zaten gittikçe dallanıp budaklanıyor. Alt tarafı eski bir albümle ilgili iki satır yazı yazacaktım, uzadı gitti. Ben burada kesiyorum, ilerde belki "Görme Biçimleri'nde dallanıp, budaklandırır hatta bir fotoğraf sanatçısını konuk ederek konuya aşı yaparız... şimdilik nadasa bırakalım derim Aptulika Koronavirüs Günleri Not: Yazıyı gene noktalayamıyorum. Yazının en başına koyduğum görsel, büyük ihtimalle John Phillips'in kapağının çekildiği gün yapılmış. Bir düşünün hele kapakta bu fotoğraf yer alsaydı, hem cepheden hem de daha yakışıklı bir görüntü değil mi? Bence kapakta yazının başına oturttuğum bu fotoğraf konsaydı, şimdi bu albümü hatırlamazdık bile. Ne dersiniz? Daha fazla kafayı üşütmemek için gidiyorum. APT
Koronavirüs günlerinde eski ama benim yeni tanıştığım kesifler de oluyor. İşte onlardan biri... daha doğrusu ikilisi:
BEAVER & KRAUSE
Amerikalı bir müzik ikilisi: Paul Beaver ve Bernie Krause. Elektronik müziğin öncülerinden olan bu ikili 1970'lerde yaptıkları deneysel müzik ile günümüze dek ulaşan New Age ve Elektronik müziğin oluşumunu sağlamışlardı.
Her şey Robert Moog isimli bir mucidin yaptığı org sentezleyicilerle başlayacaktı. Bu mucidin soyadıyla anılan moog enstrümanı Amerika'nın Batı kıyısında satışa sunulacaktı. 1960'ların ikinci yarısında bu yeni çıkan moog synthesizer'ların tanıtılması için Warner Bros plak şirketinde çalışan iki stüdyo müzisyeni olan Beaver ve Krause seçilecekti.
Böylece bu ikili 1967 yılında bu yeni çıkan enstrümanların ilk uygulanmasını gösteren bir kayda imza atacaklardı. Gene aynı yılın yazında Monterey Pop Festivali'nde sahneye çıkıp, ilk konserlerini vereceklerdi. Böylece insanlar ilk kez bu sentezleyicilerle yani moog ile tanışacaklardı.
Beaver & Krause
"In A Wild Sanctuary"
(1970) Warner Bros
İkilinin kendi adlarına ilk çıkan albümleri olan "In A Wild Sanctuary", 1970 tarihinde çıkacaktı. Deneysel anlayışta yenilik getiren bu albümde Krause, moog'u kullanırken, Paul Beaver moog'un yanında hammond orgunu da eksik etmeyecekti. Deneysel ve elektronik tınıları verseler de "Another Part of Time" ve "Sanctuary" parçalarında J. S. Bach tınılarını yansıtıyorlardı.
Caz müzisyeni Dave Grusin'in de hammond orguyla konuk olduğu albümde yer alan "People's Park" isimli çalışmada Milt Holland tabla, davul, tumbasıyla yanısıra Bud Shank flütüyle konuk olarak Afrika etkisini taşıyorlardı. Albümde benim favorim "Walking Green Algae Blues" olacaktı. Zira burada konuk gitarist Howard Roberts elektronik tınılara blues'ı katacaktı. Böyle dediğime bakmayın bu parçanın sunumu elektronik kalıplarından çok bütünüyle blues içeriğindeydi, ancak arka fonda sunulan efektler moog sentezleyicilerin maharetlerini gösteriyordu.
Beaver & Krause
"Gandharva"
(1971) Warner Bros
Beaver ve Krause'ın çalışmaları hem dönemin hem de bugünün elektronik yapılı müziklerine göre daha çekingen gelebilir. İkinci albümde rock, blues ve caz tarzlarının etkisi daha da öne çıkıyordu. Bunun böyle olmasının sebebi de moog synthesizerların dönemin pop, rock tarzlarında da kullanılmaya başlamasından kaynaklanıyordu. Beaver ve Krause, bir anlamda bu yeni enstrümanın nasıl kullanılacağına dair tüyolar veriyordu. Dönemin blues gitaristi Michael Bloomfield da moog'u müziğine katmak isteyenlerdendi ve albümde konuk olarak, "Saga of the Blue Beaver"da ilk denemesini yapıyordu. Gene albümde "Walkin' by the River"da soul vokalli bir gospel'a yer veriliyordu.
Albümle aynı adı taşıyan "Gandharva" parçasının kaydı San Fransisko'da bulunan Grace Katedralinde yapılırken Paul Beaver kilisenin borulu orgunu da kullacaktı. Ardından gelen "By Your Grace" de ise kilise orgu ile Gerry Mulligan'ın saksafonu yeni tınıları sunacaktı. ( Bu yeni tını daha sonraki yıllarda çıkacak olan Jan Garbarek stilinin ilk temellerini atıyor gibiydi.)
Albümün ikinci bölümünü oluşturan klasik borulu kilise orgu ile Gerry Mulligan ortaklığı "Good Pleaces"ta da sürecek ve ardından gelen "Short Film for David" ise gitarın da katılımıyla harika bir boyuta ulaşacaktı.
İkilinin bu ikinci çalışması moog synthesizer tanıtımından sıyrılarak daha özgün bir yapı arayışına dönecekti.
Beaver & Krause
Beaver and Krause ikilisi bu çalışmanın ardından bir yıl sonra "All Good Man" albümünü yapacaktı. 1975 yılında Paul Beaver'ın erken gelen ölümü bu ikilinin zihin açıcı çalışmalarının son bulmasına neden olacaktı. Ama gene de bu ikilinin gerek bir arada gerek ayrı ayrı çalışlarını dönemin bir çok plağında stüdyo müzisyeni olarak duyacaktık.
Koronavirüs günlerinde insana televizyon yetişmiyor. Amanın aman bir kere bile bakmadığım o kutuda ne akla ziyan tartışmalar, diziler varmış. Hani o sinema kanallarına bakayım desen nafile.
O halde ne yapacağız?
Tabi ki bildiğimiz işi yapacağız yani müzik dinlemeye koşacağız.
Şu son iki haftadır dinlediklerime şöyle bir baktım ve karşıma ilginç bir durum çıktı:
Keşif
ve
Eski dostları hatırlama.
Keşif, derken bilmediğim eski ve yeni grupları tanımak.
Hatırlama ise bildiğim grupların uzun süredir dinlemediğim ya da tam hakkını vererek dinlemediğim albümlerini dinlemek.
Böyle olunca da kendi kendime şunu dedim:
- Evde oturmaktan memnunum ama ara sıra dostları, sohbeti özlüyor insan... O zaman bunları paylaş!
Sözün özü Korona Günlerini yararlı ve keyifli hale döndürmek maksat.
Haydi buyrun!
Eski bir dostla buluşma
Argent
"In Deep"
(1973) Epic Records
Bir "Greatest Hits" plak ile tanımıştım Argent'i. Öyle çok sevmiştim ki devamlı dinler olmuştum. O zamanlar "diğer albümlerini de indireyim" deme durumu olmadığı için bağlantım uzun bir süre bu best of albümle olacaktı. Çok sonraları bir iki stüdyo albümünü plak ve CD olarak edindimse de tekmili birden albümlerinden haberdar olamamıştım. Tabi 20 yıl öncesi bütün albümlerini toparlasam da özümseyerek dinlemek (hani hakkını vermek denir ya) nasip olmamıştı. Kısmet bu Korono Günlerine nasipmiş. "In Deep" grubun1973 tarihli, dördüncü stüdyo albümü olup, Mart ayında yani 47 yıl önce bu ay piyasaya çıkmış. Tesadüf bu ya, hem albümü yad ediyoruz hem de bir anlamda yıldönümünü kutluyoruz. Vakti zamanında bu albüm çıktığında grubun önceki albümlerine göre çok farklı türlere el attığı konusunda eleştirilmiş. Yer yer progresif yer yer de hard rock etkileri sunan albüm de dönemin pop etkileri de görülür. Aslına bakarsanız 1970'lerin pop tarzı da bana göre "can"dır. Bütün bu eleştirilere rağmen geçen bunca zaman içinde Argent'in "In Deep" albümünün hak ettiği övgüye mazhar olamadığını düşünürüm. Ha bunları söyledim diye "In Deep" albümü beğenilmez ve grubun diskografisi içinde önemsenmez sanılmasın. Tam tersine içindeki "God Gave Rock'n Roll to You" parçası döneminde çok tutulmuş, listelerde üst sıralara çıkmıştı. Bu başarı o dönemle de sınırlı kalmamış ve 1991 yılında Kıss'in yaptığı harika kavırla da gündemde kalmıştı. Albümün açılışında yer alan "God Gave Rock'n Roll to you" kelimenin tam anlamıyla bir başyapıt ve Rock'n Roll için yapılmış en önemli saygı duruşudur... Bu parçayı duymamış olanlar varsa rock adına büyük bir eksiklik yaşıyor demektir. "God Gave Rock'n Roll to you" çok güçlü bir yapıt olsa da "In Deep" albümünün de en büyük handikapı bence. Albümün açılışında yer alması adeta "In Deep"in tümüyle kavranmasını engelliyor. Ben bu süreçte albümü bir bütün olarak kavradığımda daha büyük keyif aldım. Argent denilince akla Rod Argent gelir. Bu harika klavyeci 1960'ların sonunda Zombie grubunu kurmuş ve ardından da yoluna Argent ile devam etmişti. Rod Argent, Zombie grubunun bas gitaristi Chris White ile bağını yeni kurduğu grubunda da sürdürdü. "In Deep" albümünde prodüktörlüğü üstlendiği gibi bir çok parçanın bestesinde de katkısı olacaktı. (ki bu sadece bu albümle sınırlı değildi) Buna karşın Chris White hiç bir zaman Argent'in kadrosunda müzisyen olarak yer almayacaktı. Argent denilince akla ilk gelen isim, zaten gruba soyadını vermesiyle Rod Argent olacaktır. Bestelerde imzası olan usta klavyeci albümde mellotron, org, piyano ve elektrik piyano ile yer alırken "Christmas for the Free" adlı çalışma da vokalleri üstlenmiş. Rod Argent'i bir parçada vokalde görsek de Argent'te vokal denilince akla gelen isim hiç kuşkusuz Russ Ballard olacaktır. Onun temiz sesi ve Rod Argent'in klasik müzik birikimli klavyesi Argent grubunun ayrıcalığı olacaktı. "In Deep" albümünde benim için ilk sıraya oturan ( Tabi "God Gave Rock'n Roll to you" ayrı tutmak kaydıyla) "Losing Hold" olmuştur. Senfonik temelli bu parça da finale doğru muhteşem bir yapı elde edilir. Ardından gelen "Be Glad" Rod Argent'in piyano tuşeleri ve sololarıyla göze çarparken grubun elemanlarının müzisyenlikleri çok güzel hissediliyor. Parçanın ortalarına doğru Ballard'ın yırtınan vokali piyano üzerine düşüyor. Bunun takibinde davul ataklarıyla klavye buluşuyor ve nihayetinde Argent'in piyano üzerindeki resitalinden sonra yeni deneyimlere akıp gidiyoruz. "Candless On The River" ise hard rock ile progresif'in güzel bir buluşması. Bu güzel albümün kapağından bahsetmezsek ayıp olur. Hipgnosis tarafından yapılan bu tasarımda havuzun içine atlamış bir adamın fotoğrafı yer alır. Bu yıllar sonra çıkacak Nirvana albümünde de bir küçük bebek yer almasıyla kullanılacaktı. Bu iki kapak dekorundaki benzerlik, Nirvana albümündeki grafik tasarım yaratıcılığını gölgelemez tabiki ama su altı çekimi olması açısından bir öncülüğü olsa gerek. Bütün bunlar her neyse ama Argent'in "In Deep" albümüyle buluşmak güzeldi doğrusu, hepinize tavsiye ederim. Aptulika Argent - "In Deep"
1."God Gave Rock and Roll to You" - Russ Ballard 2."It's Only Money, Part 1" - Ballard 3."It's Only Money, Part 2" - Ballard 4."Losing Hold"- Rod Argent, Chris White 5."Be Glad" - Argent, White 6."Christmas for the Free" - Argent, White 7."Candles on the River" - Argent, White 8."Rosie" - Ballard
Rod Argent – org, piyano Russ Ballard – gitar, vokal Jim Rodford – bas gitar, gitar Robert Henrit – davul
Bu köşede kitapları paylaşırken şiir kitaplarına yer vermekte sıkıntı çektiğimi hadi tam anlamıyla söyleyeyim, çekindiğimi belirtmeliyim. Bunun sebebinin en başında insanların şiir ile çok fazla ilgilenmemesiydi. Açıkcası böyle bir kitabı tanıtmaya kalktığımda bir çok insanın, "Bu da nerden çıktı şimdi!" gibisinden bir yaklaşıma gireceği ve bu yüzden benim de sinirleneceğimden endişe ettim. Her ne kadar bu böyle olsa da umursamazdım ama benim de uzun zamandır şiirle bir bağımın kalmadığını hissettim. Lise ve üniversite yıllarımda şiir kitaplarını takip etsem de daha sonrası ilgim azaldı. Neredeyse 25 yıldır bir şiir kitabı almamışım bile. Şimdi hayatımda bir değişiklik oldu ve şiir okumaya yeniden. başladım. Bu nasıl mı oldu? Size komik gelecek ama bu Koronovirüs günleri sebebiyle oldu. Benim dediğimde laf mı şimdi, başımıza bela olan, bizi evlere tıkan Koronavirüs müsibeti nasıl olur da şiirle beni buluşturur. Aslında evde kapalı kalmak hayatımızda değişiklikler yapmayı da getirdi. Ben kendi adıma evde çalışan biriyim. Zaten kitap okumak, yazıp, çizmekten başka bir halta yarayan biri değilim. Bir de dışarı çıkamayınca bu alanda daha da yükleniyorum. Bu duruma maruz kalmışken daha önce yapmadığım bir şeyi de hayatıma katayım dedim. Evin her odasına bir şiir kitabı koyuyorum. Bir oda da sıkılınca bir başka odaya geçiyorum ve o şiir kitabından bir şiiri açıp, okuyorum. Ha bu işi bazen de sesli yapıyorum. Fazla değil sadece bir şiir. Böylece evim genişliyor sanki şehrin içinde geziniyorum. Bunu bir haftadır yapıyorum ve şiir hayatıma gene girdi. Aslında şiir ne kadar önemliymiş ki bu azımsanacak bir şey değil. Hani bazen şiirleri sesli okuyorum dedim ya, sakın ola ki başkalarına okumayın. Kendi sesinizle yani iç sesinizle şiir güzeldir. Şimdi dediğimi uygulamaya kalkacak olanların yapacağı ilk şeyi biliyorum... Hemen internete girip, bir şairi ya da şiiri yazacaklar. Bunu sakın yapmayın, çünkü orada bir tiyatrocu ya da kıymeti kendinden menkul ünlü bir ses arkada bir fon müziği eşliğinde şiir okuyacak ve siz de dinleyeceksiniz. Bunu yapmayın, bu şiirden keyfinizi almanıza engel olacak.( Eh biraz da 90'larda musallat olan bu moda bizi şiirden soğuttu hani) Bizzat o şairin kitabından o şiiri okumanız en güzeli. İşte bu Koronovirüs günlerinde ben bu keyfi yaşıyorum, size de tavsiye ederim. Aptulika Koronovirüs Günleri
Öncelikle İrfan Ertan’a teşekkür etmeliyim. İrfan, bir tarihçi ve aynı zamanda iyi bir rock dinleyicisi, bu anlamda Kulak Misafiri için de çok önemli bir isim. Şubat ayının sonlarına doğru bana ulaştı İrfan ve "Yepyeni bir albüm çıkıyor; albüm Ankaralı bir grubun ve seni tanıştırmak istiyorum" dedi. Renk ile tanışmam ve 6 Mart’ta çıkacak albümden çıkan ilk single’ı dinlemem bu şekilde oldu. Bu ilk single, çok sağlam bir grup ve iyi bir albümle karşılaşacağımın da bir kanıtıydı. İrfan Ertan ile grup elemanları Anıl Kahvecioğlu (gitar, klavye ve bas), Gökhan Şensönmez (gitar, Klavye) ve Kemal Türkeri (bas) soğuk bir Ankara öğleden sonrasında buluştuk. Böylece RENK ile albümde davulda yer alan Bulut Gör haricinde bizzat tanışmış da oldum. Bu buluşmada grup ve yeni çıkacak albümleri "Kıyı" konumuzdu tabii ki. Albümün tanıtım gecesinde yani 3 Mart’ta buluşmak üzere ayrıldık bu güzel buluşmadan. Ancak, bu dinletiye katılamadım ne yazık ki; albümün 6 Mart’ta yayınlanması sonrasında ise yine ne yazık ki bu kez sonu belirsiz malum "Korana" günleri başladı. İşte bu Korana günlerinde dinledim albümü; karşılaştığım ses örgüsü ve bütünlük üzerine, yüz yüze görüşmeyi bekleyemeden hazırladığım soruları Anıl’a gönderdim ve böylece Anıl’ın verdiği yazılı yanıtlar üzerinden bu söyleşi ortaya çıkmış oldu. İsterseniz bu söyleşiye başlamadan önce topluluk tarihinin Kıyı albümü öncesinde yaptığı ilk ve tek single’ı birlikte dinleyelim. Sonsuz Karmaşa single’ı 2016’da yayınlanmış ve tam 8 dakikadan oluşuyor. Sonrasında Renk ve Kıyı’ya Anıl’ın anlatımıyla birlikte tanıklık yapalım.
Sanırım bu şarkı grup ve ses örgüsü hakkında size bir fikir verdi. Şimdi 2020 yılına Kıyı albümüne gelelim. Anıl’la yaptığımız söyleşiyle baş başa bırakıyorum sizi. https://open.spotify.com/album/6PeoxRdSlmnG9Kh2NIxwX6?si=HZFOKIOfRJSCxewl7pKNOg Renk’in tam 10 yıllık bir geçmişi olduğunu biliyorum. Nasıl bir araya geldi topluluk? 10 senelik bir grup olmasına rağmen aslında Renk’in şu anki vizyonunun ve duruşunun ilk adımlarını 2013’te atmıştık. Öncesinde Pink Floyd, Dire Straits, Deep Purple, Led Zeppelin ağırlıklı bir repertuvarımızın olduğu, ortalama olarak ayda bir sahne aldığımız bir cover grubumuz vardı. 2013 öncesi Renk’te şu anki grup kadrosundan ben ve Kemal vardık sadece, Gökhan da birkaç şarkıda bize eşlik ediyordu. Davulda Renk’in kurucu elemanlarından Erol vardı. Vokalde o zamanlar ben yoktum, sadece gitar çalıyordum, vokalleri Burak yapıyordu, ben bir iki şarkıda söylüyordum sadece. Klavyede de uzun zaman beraber çaldığımız Yaman vardı ama hemen hemen her üniversite grubunun yaşadığı grup krizini biz de yaşadık ve önce Burak gruptan ayrılma kararı aldı, daha sonra da Yaman. Bir anda 4 kişi kalmıştık ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. Klavyecimiz yok, yıllardır vokal yapan arkadaşımız da gruptan ayrılmış… 4 kişi yaptığımız ilk stüdyonun anıları hala aklımda. Ne çalsak olmuyor, eksik kalıyor, her şey gerçekten çok kötü oluyor. Birimizden “beste mi çalışsak?” fikri geldi. O stüdyoya kadar sahnede çaldığımız tek bir beste vardı, şu anki albümde de yer alan Son Defa (o zamanki hali çok çok farklıydı tabii ki!). Son Defa tabloda yaşayan bir adamı anlatıyordu, sembolik öğelerle dolu bir başkaldırı hikâyesiydi. Biz de bunun üzerine bir hikâye inşa etmeye giriştik. Ben vokale geçtim, Gökhan klavyevari ambient gitar çalmaya girişti. İnsan demek ki zorda kalınca ve bu zorluktan çıkış yolu aramaya çalışırken yeni şeyler keşfediyor. Hepimiz enstrümanımızla ilgili bir sürü yeni şey keşfettik bu süreçte. Benim elimde o zamana kadar bestelediğim birkaç şarkı vardı, şu anki Mekanik Hayat ve Renk onlardan iki tanesi. Kemal Özgürlük’ü yazıp bize yollamıştı. Bir anda elimizde birkaç tane şarkı olmuştu. Sürekli Kızılay’daki Sarkaç Kafe’de buluşup albümün hikâyesi üzerine konuşur, çay kesmeyince Eskici’de bira içer olayların nasıl örüleceğini, şarkıların birbirine nasıl bağlanacağını konuşurduk. İtiraf etmeliyim, gerek müzikal gerekse de entelektüel olarak 7 senedir hepimizin en keyif aldığı dönem şüphesiz bu dönemdi. Geceleri yatmadan önce saatlerce şarkıları kafamda çaldığımı, hikâyeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Gruptaki herkes için geçerliydi bu. Ülke olarak da çok heyecanlı bir dönemdi 2013, umut doluydu birçok şey. Böyle bir ortamda biz tam 15 şarkılık bir konsept oluşturduk. Kıyı’daki 11 şarkının hemen hemen hepsi bu 15 şarkı içinden dünyaya geldi diyebiliriz. 15 şarkıyı da tamamen sadece bir konserde çalma şerefine erişebildik. Bir daha da fırsat olmadı. Kullandığımız görsellerle, dağıttığımız tiyatrovari broşürlerle ve konsepte uygun bir şekilde art arda çaldığımız 15 şarkı ile bu konser bence Renk tarihinin en özel 3 konserinden biridir. Daha sonra davulcumuz Erol yüksek lisans için Almanya’ya gitti ve gruptan ayrılmak zorunda kaldı. Yerine Kıyı’nın da davullarını çalan ve kayıtlarını yapan Bulut geldi. Şu anki kadro böyle oluştu. Bu ekiple Kıyı’nın kaydından önce Ankara’da, İstanbul’da, Eskişehir’de ve Antalya’da birçok konser verdik. Her zaman bir beste grubu olduk, cover şarkılara olabildiğince az yer verip kendi şarkılarımızı ön plana çıkarmaya çalıştık. Bunda da başarılı olduğumuzu söyleyebilirim, zira küçük ama gerçekten nitelikli bir fan kitlemiz oluştu. Nitelikli diyorum, çünkü bu insanlar gerçekten bizimle aynı duyguları paylaştılar, her konserimize geldiler, şarkılarımızı başka insanlara ulaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bunlar olurken 2016 yılında ilk teklimiz olan Sonsuz Karmaşa’yı yayınladık. Sonsuz Karmaşa’nın da etkisiyle bir de Polonya’nın ünlü Gdansk kentinde bir konser verme şansımız oldu ve müziğimizi uluslararası bir platformda Polonyalı müzikseverlerle paylaşma imkânını yakaladık. Kemal, Gökhan, Bulut ve ben bu süreçte çok fazla güzel anı biriktirdik ama aralarındaki en değerli anılardan biri şüphesiz Polonya serüveniydi. Gdansk şehrinden çok güzel ve motive edici tepkiler aldık ve artık bir albüm kaydetmenin zamanının geldiğine karar verdik. Kıyı Mart’ın hemen başında yayınlandı. Oluşum süreci üç yılı aşıyor. Öncelikle neden Kıyı ismini verdiniz albüme ve oluşma süreci; ayrıntıları neler? Kıyı’nın kayıt süreci 3 yıl olsa da aslında işte böyle uzun bir zaman diliminin ürünü. Müziğe bakış açımız da bu süreçte şekillendi. Müziği asla sadece müzik olarak görmek istemedik hiçbirimiz. Bir felsefesi, bütünlüğü, anlatmak istediği bir hikâye olmalıydı; bu nedenle müziği işitsel bir aktivitenin ötesinde her zaman entelektüel bir aktivite olarak gördük. Buna ek olarak, müziğin diğer sanat alanlarıyla da birleşmesi gerektiğini düşündük her zaman. Albümü bir anlatı şeklinde yazıya döktük, konserlerimizde filmlerden, kısa filmlerden şarkılarla uyumlu kesitler gösterdik, ressam arkadaşlarımızla saatlerce üzerine düşünüp resimler çizdik. Albümün ve teklilerin kapak resimleri de gerçekten çok ince düşünülmüş, uzun bir çabanın eseri. Albümün adı Kıyı oldu, çünkü Kıyı metaforik olarak yaşamın inşa edildiği, insanın kendi hayatını uzaktan izlediği, kısacası kendisini ve varoluşunu anlamlandırdığı yer bu albümde. Albümün genel teması aslında kendi kıyısından hayatını izleyen, ama aynı zamanda onu deneyimleyen ve gerçek anlamda onu yaşayan sıradan bir adamın hikâyesinin üzerine kurulu. Her bir şarkı adım adım işte bu var olma sürecini anlatıyor. Bu genel tema dışında konsept kesinlikle spesifik olarak bir hikaye anlatmayı seçmiyor, tam tersine soyut anlatılar üzerinden hikayeyi dinleyicinin doldurmasını talep ediyor. Kıyı bir konsept albüm olarak karşımızda; ama daha çok enstrümantal bir yapıya sahip. Şarkı bazında bir değerlendirme yapmak mümkün mü? Genel hatlarıyla şarkılardan kısaca şöyle söz edebiliriz: Hikâye Son Defa ile başlıyor. Son Defa, bir tabloda uyutulan, bütün hareketleri kısıtlanmış bir adamı, onun tablodaki buhranlarını, sıkıntılarını ve özgür olma arzusunu betimliyor. Şarkının sonlarına doğru hikayenin kahramanı uykusundan uyanıyor ve tablonun çerçevesini kırarak tablonun dışına çıkmayı başarıyor. Ardından epik bir hayata gelme teması işlenen Düşüş’te, adamın tabiri caizse tablodan yaşama doğru düşmesi, yani gerçek anlamda var olmasını anlatmayı planladık. Şarkıda kreşendolarla gelen timpaniler ile bu düşüş anı arasında bir tezatlık yaratmak istedik. Üçüncü şarkı Özgürlük var olmanın en saf halini anlatıyor. Henüz hiç kimseyle karşılaşmamış olan hikayenin kahramanı dilediği gibi koşuyor, dağlarda geziniyor; tablodaki hayatında hissetmediği bütün arzuların tadını çıkarıyor. Şarkının son cümlesi olan “ve ben özgürüm!” bu arzunun en net şekilde dışa vurulmuş hali diyebiliriz. Albümün dördüncü şarkısı olan Evsiz, ismi üzerine en çok düşündüğümüz şarkı oldu. Şarkının ilk adı Ev’di, daha sonra Ev/Siz yapmak istedik ama en sonunda Evsiz’de karar kaldık. Bu kadar kararsız kalmamızın en önemli sebebi bu şarkının hem Ev’de, yani dünyada, olma hissini hem de aynı zamanda evsiz olma, yani dünyaya yabancı olma hissini anlatması. Evde olma ve evsiz olma hissinin bir aradalığını, kahramanın kapıyı açmasıyla birlikte karşılaştığı kalabalıkla ve onlarla arasında bir özdeşlik kuramamasıyla anlatmaya çalıştık. Şarkının sonundaki garip (!) mekanik sesler de hem bu kaosa dikkat çekiyor, hem de bizi beşinci şarkıya, yani Mekanik Hayat’a hazırlıyor. Kapıyı kapatan adamın geri dönemediği ve mekanik bir şekilde akan hayatın gerçekliğiyle yüzleştiği bir manzarayı anlatıyor Mekanik Hayat. Gitarların şarkı boyunca çok ritmik bir şekilde çalması bunun bir ifadesi. Albümde başladığı melodiyle biten tek şarkı Mekanik Hayat. Bu da aslında adamın maruz kaldığı mekanik döngünün bir göstergesi.
Kırmızı, kahramanın bu mekanikliği kırma çabasını anlatıyor. Kırmızı, bir insan olmanın da ötesinde aslında adamın kendisi için yarattığı bir arzu nesnesi; kahramanın içindeki bütün arzuların soyut bir dışavurumu, bir nevi adamın kendi avatarı. Kırmızı ile, adamın mekanik hayatta içine düştüğü esir hali yok etme isteğinin tasvir edildiğini söyleyebiliriz. Kırmızının Külleri de bu arzu nesnesinin adamı terk etmesini konu alıyor. Kahramanın şarkıda kendisine “aslında kül olan o değil ben miyim?” diye sormasıyla Kırmızı’nın aslında adamın kendisinin dışavurumundan başka bir şey olmadığını anlatmaya çalıştık. Dünyaya karşı olan yabancılığının sonucunda adamın arzularının kendisini terk etmesini anlatıyor bu şarkı. Çıkış Yok ise yaşanılan bu çaresizliği, dünyaya olan yabancılaşmayı toplumsal bir kaygıyla anlatıyor. İlk defa Kırmızının Külleri’nde kullanılan gölge metaforu burada da karşımıza çıkıyor. Bilindiği üzere gölgeler aydınlık yerlerde oluşur ve nereye giderseniz gidin sizi takip eder. “Gölgeler korkutuyor beni” diyor kahramanımız, çünkü onlardan kurtulamıyor. Yaşamın onu takip etmesinden, onu kendi iradesi dışında biçimlendirmesinden yakınıyor şarkı boyunca. Şarkıda geçen “Susmak yedi bitirdi beni, hala zamanı gelmedi mi?” sözü de bir isyan noktasını vurguluyor. Bir sonraki şarkı Fantasmagorya gölgelerle olan korku dolu bir karşılaşmayı anlatıyor. Orijinal ismiyle Phantasmagoria gölgeler kullanılarak yapılan bir çeşit korku tiyatrosu anlamına geliyor. Kahraman aslında kendisinin de dahil olduğu, var olan her şeyin gölgeleriyle birlikte sahnede olduğu bir gölge tiyatrosunun içerisinde buluyor kendisini. Şarkıdaki korku öğelerini bu atmosferi yaratabilmek için kullandık. Sondan bir önceki şarkı olan Mavide Boğulma, adamın halet-i ruhiyesi bağlamında Özgürlük şarkısına geri dönüşü temsil ediyor. “Düşlerin içinde bir ses, kal diyor bitmeyen nefesimde” diyor kahraman. Bu bağlamda, şarkı özgür olma ve yaşam arasındaki gerilimi simgeliyor. Özgürlüğün rengi olarak tasvir ettiğimiz mavinin içinde boğulma arzusunu anlatıyor. Şarkıda duyulan balina sesleriyle de bu atmosferin oluşturmaya çalıştık. Renk son şarkı olmasından ötürü bütün hikayenin düğümlendiği yer olarak görülebilir, fakat tam tersine Renk tam da sonsuz bir döngünün anlatıldığı bir “son” şarkı. Son Defa ile arasındaki bağ da buradan geliyor. Şarkının liriklerinde birçok rengin anlamından ve adamın hayatındaki yerinden bahsediliyor. Beyazların içinden bakan çocuk ve hayatı siyaha çalan bir grilikte olan adam arasında bir doğum-ölüm ikiliği kurmaya çalıştık. Fakat bu ölüm bir “son” imgesinden ziyade yeni bir başlangıcı vurguluyor. Şarkı “esiyor rüzgar” derken adam bir uçurumun eşiğinden hayata “düştüğü” ilk yer olan kendi tablosuna ve havada asılı duran tablolar yığınına bakıyor. Gitar solosu bittikten hemen sonra giren Son Defa’nın giriş melodisi ile de bu döngü tamamlanıyor. Albümün temasını tek bir ifade ile tanımlayacak olursak, sanırım bu “sonsuz bir yaşam döngüsü” olurdu. Görece somut ifadelerle anlatmaya çalışsam da bu albümün hikâyesindeki her bir nokta birer açık kapı ve kesinlikle keskin bir öykü sunmuyor. Albümün de böyle bir amacı yok, zira bu bir müzik albümü ve öncelikli derdi müzik ile bir şeyler anlatmak. Enstrümantal bölümlerin uzun olması, boşlukları dinleyicinin doldurması için açmaya çalıştığımız geniş bir alan. Hikâyenin anlatısı ne olursa olsun, dinleyiciler de eğer bizimle benzer heyecan ve tutkuyu paylaşabiliyorlarsa bizim için bu albüm misyonunu tamamlamış oluyor. Evet, ben de bu söyleşi için Anıl’a ve Renk’e teşekkür ediyorum. Belirteyim karşınızda çok sağlam bir grup ve çok sağlam bir albüm var. Yolun açık olsun Renk…
Coronovirüs nedeniyle evlere tıkıldık ama bu arada çıkan yeni albümler de bir biri ardına gelmeye devam ediyor... İşte onlardan biri Otuzbeşlik grubunun albümü "Otuzbeşlik Koş Yardıma"
2014 yılından bu yana, çeşitli şehirlerde canlı müzik mekanları ile festivallerde çıkan Otuzbeşlik, ilk Türkçe rock albümüyle karşımızda. Her biri ayrı bir alanda uzman olan, hem mühendis hem yönetici olarak yıllarca çalışmış bu insanlar, kendi şarkı sözlerini ve bestelerini yapmakla kalmamış, düzenlemelerini de kendileri yapıp albümün tüm prodüksiyon bütçesini de kendileri üstlenmişler. Özetle projenin mutfağında da kendileri olmak istemişler. 20 yılı aşkın dostluklarını, bağımsız müziklerine yansıtarak kendilerini ifade etmeye çalışmanın yanı sıra, "Klasik rock müzik henüz ölmedi, gençlere bu müziği sevdirmek istiyoruz" şeklinde de bir mesaj veriyorlar. Aynı zamanda farklı şehirlerde ve ülkelerde yaşayan grup üyelerinin, kendi ev stüdyolarında yaptıkları pilot kayıtlar, kendi imkanlarıyla çektikleri videolar ve yönettikleri sosyal medya kanalları ile web sitesi de hem samimi, hem profesyonel, hem de bağımsız bir bakış açısını yansıtıyor Grubun bu ilk albümünde, sözleri ve besteleri kendilerine ait 10 şarkıları var. Toplumsal ve bireysel sorunlara kendi bakış açılarını yansıttıkları şarkılar, düzenleme ve melodileriyle kulaklarda yer etmenin dışında, sözleriyle de hafızalara kazınacak. “Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın. En garibi de budur ya; öldüm der yine de yaşarsın…” diyerek Mevlana’ya selam duran grup, “Şiddete bahane bulmaktı kaygımız” sözleriyle de özellikle kadına yönelik şiddete dikkat çekiyor. Ülkemizin ve gezegenimizin üstüne kara bulut gibi çöken salgınların yarattığı ruh hali ile doğal ve insan kaynaklı her türlü felaketin insanoğlunda yarattığı iç sıkıntılarını ise “Kara köpek kalk üstümden nefes alayım, kara köpek bırak peşimi hür olayım” diye haykırarak dışa vuruyorlar. Peki grubun ismi neden OTUZBEŞLİK? derseniz, sözü gene grup elemanlarına bırakalım: Gençlik, rakı, şiir, İzmir… Bu sorunun cevabı, biraz “otuzbeşlik” lafını duyunca akla gelenlerde, biraz da albümdeki Otuzbeşlik Koş Yardıma şarkısının satır aralarında… … İstanbul bitmiş be anam, Ankara'da sis pus duman Özlediysen boyoz-midye-bira, Otuzbeşlik koş yardıma…
Grup elemanlarına şöyle bir bakarsak: Volga Berkan Okan (Vokal) Mehmet Ekim Ayyıldız (Gitar, Klavye, Geri Vokal) Osman Cem Gençtürk (Bas, geri vokal) Caner Sarıoğlu (Davul) SPOTIFY: https://open.spotify.com/album/5UYUh1mKhmehacb2jqLc7I I-TUNES: https://music.apple.com/tr/album/otuzbe%C5%9Flik-ko%C5%9F-yard%C4%B1ma/1503248331 AMAZON MÜZİK : https://music.amazon.com/albums/B0861GXQ2K İLETİŞİM: WEB: https://otuzbeslikrocks.com/ Instagram: https://www.instagram.com/otuzbeslikrocks/ YouTube: https://www.youtube.com/otuzbeslikrocks/ Facebook: https://www.facebook.com/otuzbesliks/ E-posta: otuzbeslikrocks@gmail.com
Bu yıla başlarken, blogda her gün bir haber ya da yazı yayınlamaya karar vermiştim. Bu hedefe öyle motive olmuştum ki, bazı günler üç yazıya yer vermiştim. Bununla da kalmayarak her haftaya bir karikatür yayınlamayı da rutin hale getirmiştim. Ocak ayında blogda tamı tamına 88 yazı yayınlamıştım. Bunu takip eden Şubatta ise 42 yazı yer alacaktı. Bu azalmanın sebebi ise internet erişiminin yavaşladığı gün olacaktı. O anlarda "Yazıyoruz, çiziyoruz ama kimin umrunda" bezginliği de eklenecekti. Neyse ki bu bezginlik kısa sürdü ve tekrar işlere koyuldum, hem de nasıl... Sadece blog olsa iyi Görme Biçimleri'nin Mart ayı programı belirlendiği gibi Nisan hatta Mayıs programını bile hazırlamıştım. Sosyal medyada paylaşılanlar için "kimin umrunda" kuşkusu daim olsa da Görme Biçimleri'nde bir yıldır katılım iyi gidiyordu, hele son etkinlikler de moralim öyle bir yükselmişti ki bu haftaya deliler gibi hazırlanıyordum. Geçen hafta Çarşamba günü Görme Biçimleri'ne Alpay Şalt konuk olacaktı. Bu usta davulcumuzla müzik değil sanat üzerine konuşacaktık ve onun resimleri, karikatürleri ve fotoğraflarına da yer verecektik. Sadece Alpay'ın Görme Biçimleri'ne konuk olmasının dışında da bazı şeyler benim adıma önemliydi. Mesela gene geçen hafta Ağaç Ev'de bir konserde olacaktım ve yaptığım bir afişin gururunu yaşayacaktım. Evet geçen hafta perşembe günü İzmirli grup Nameless'ın konseri olacaktı ve afişi ben yapmıştım. Gene geçen hafta günlerdir merakla beklediğim bir albüm, cuma günü çıkacaktı ve bugün de bu albümün ilk konseri olacaktı. Bu Sabih Cangil'in "50. Yıl" albümüydü ve kapağını ben yapmıştım. Geçen hafta öyle bir önemliydi ki, İstanbul'da geçen yılın sonunda yaptığım , "Frank Zappa'dan Cem Karaca'ya" sergimin Ankara'ya taşınacağını heyecanla duyuracaktım. Daha neler neler vardı... En son geçen hafta perşembe günü "Solar İstanbul Fuarı"nda bir pano hazırlamıştım. Onun da tarihi bir gün sonra olsaydı yanmıştık. İşte böyle geçti bir hafta, şimdi de neredeyse ikincisini de devireceğiz. Coronovirüs günlerinde sadece Sabih Cangil'in albümü değil daha nice albüm çıktı. Üstelik her biri ufuk açıcı albümlerdi bunlar... Otuzbeşlik grubunun albümü "Koş Yardıma" ve Renk grubunun "Kıyı" albümü. Belki de bu iki grup da bugünlerde lansman konserlerini veriyor olacaklardı. Sabih'in "50.Yıl" albümünü hazırlama heyecanına şahidim. Sonra o heyecan bana geçti. Abartmıyorum kalbim küt küt atarak, günleri sayıyordum. Bunları yazıyorum diye, bu çalışmaların güme gittiğini falan sanmayın. Bu günler geçecek ve evlerden dışarı çıkacağız. İşte o zaman bu emekleri veren insanları albümleri o gün çıkmış gibi yeniden coşku dolacağız. sadece o kadarla değil, konserleri de tıklım tıklım dolduracağız. Söz mü? Aptulika
Tiyatroyu sinemaya her daim tercih etmişimdir. Sinemada benim ne izleyeceğimin sınırları beyaz perde ile sınırlanmıştır, tiyatroda ise bu sınır kalkar. Zaman da sinemada çekildiği an ile sınırlıyken, tiyatroda her temsilde ayrı bir gösteri ve enerji vardır. “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” sözünü en iyi tiyatroda görebiliriz. Nehirde yıkandığımız su bir başka yıkanmada aynı su değildir. Diyalektiğin bu kuramı tiyatroda ispatını buluyordu. Bir tiyatro oyununu izlersiniz. Tekrar izlemeye gideyim dediğinizde o oyun bir öncekinin tıpa tıp aynısı değildir, yeni doğan gün gibi her temsil bir öncekinden farklıdır. Orada siz oyunu izlersiniz ama sadece izleyici değil oyunun için de siz de varsınızdır artık. Tiyatro izlemenin tutkum olduğu liseli yıllarımda neredeyse her hafta Şehir Tiyatrolarının bir temsiline gidiyordum. Bunlar belediyeye bağlı ödenekli tiyatro olduğu için harçlığımda yetebiliyordu. İşte o zaman diliminde yepyeni bir şeyle karşılaşacaktım. Tiyatro perdeyle açılmıyordu, dekorları da olmayabiliyordu, olursa da farklı bir deneysellikte oluyordu. Kimi zaman oyuncu yanınızdaki koltuktan oyuna giriveriyordu, bazen de siz seyirci değil oyunun bir parçası oluyordunuz. İşte böylece Epik Tiyatro denilen devrimle 16 – 17 yaşlarımda tanışacaktım. Epik Tiyatro denilince de Berthold Brecht olacaktı tabi ki. Onun sadece oyunları mı? Kitapları, kuramları, şiirleri elimden düşmüyordu. Çocukluktan ilk gençlik çağıma geçtiğim zamanların içini bütünüyle dolduran serüven ve Berthold Brecht. Bu yazıyı yazarken bile tekrar heyecanlanıyorum.
Fotoğrafta tuğla gibi cilt cilt kitapları görünce dehşete düşmeyin hemen. İlk anda bende kitapçıda gördüğümde aynı duyguya kapılmıştım. İçimden, "Bunların hepsini alıp, okumak isterim ama ne gezer, kesinlikle bir servete mal olur." diye geçirdim. O ilk gençlik yıllarımda bu kitapları görmüş olsaydım, " Bir an önce 50 yaşıma geleyim bu 10 ciltlik kitapları alayım. "derdim. Oysa şimdi o yaşlara geldik ama gel gör ki gene o servete sahip değiliz. Aklıma bir kez takılmıştı ve ertesi günde oradaydım. Kitapçıya "Tek tek alabiliyor muyuz yoksa on cildini birden mi?" diye sorduğum da, hepsini birden değil, tek tek de alabileceğimi öğrenecektim. İçinde hangi oyunları var diye baktığımda izlediğim oyunlar olduğu gibi ilk defa duyduğum oyunları da vardı. Kitapçıya sormuş ve tek tek de alabileceğimi öğrenmiştim ama kim bilir ne bana ne kadara mal olacaktı. 50 hadi o da olmasın 60 TL olsun ama ya 70 ve ötesi derse ne yapardım. Bu tedirginlik içinde kitabın fiyatını sordum. Kitapçı biraz önce esnaf lokantasında yediğim pilav üstü dönere verdiğim paradan daha az bir şey söylemez mi. Bunu duyunca hemen bir cildi satın aldım ve sonrasında devamı geldi, sekiz cilti tamamladım. Sözün özü tiyatro için kafa yoruyor ya da meraklıysanız, Bertholt Brecht kitaplığınızda mutlaka olmalı derim ve bu yapıtları kaçırmayın. Ha bu arada şu korona nedeniyle eve tıkılı günlerde bu kitaplar hayatımı kurtardı desem yalan olmaz. İlk olarak ikinci cildi okumaya başladım. İçinde dört oyun vardı, Onları okudum, ardından internette oyunların Almanca , İngilizce sahnelenişlerini seyrettim. Bununla da kalmadı, kitapta oyunların oluşum öyküleri, sahnelenişleri, yıllar içindeki değişiklikleri vesairesi gibi detayları da mevcuttu ki bu da keyfe keyif ekleyecekti. Bu kadarla bitti mi? Bitmedi tabiki, kalktım bir de daha önce duymadığım ve izlemediğim oyunların dekorlarını sahnelenişini kendimce gözümde canlandırdım. Hatta kalktım o oyunların oyuncularını bile kendimce seçtim. Okuduğum ikinci ciltte "Üç Kuruşluk Opera"da vardı. Bu bildiğim ve izlediğim bir oyunuydu. Bu eser sadece tiyatro eseri değildi, Kurt Weil'in besteleriyle de müzikal bir şaheserdi. Böyle olunca da işin işine Louis Armstrong'dan bir çok isme kadar seslendirilmesine şahit oluyorduk. Bu arada "Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü" müzikli oyununda yer alan "Alabama Song" ile bu parçayı seslendiren The Doors ve Jim Morrison'un bu oyundan nasıl beslendiğini göreceksiniz. Brecht'in bütün oyunlarını yayınlayan Agora Kitaplığı'na binlerce kere teşekkürler. Aptulika Korona günleri 2020