29 Mayıs 2022 Pazar
Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 194
27 Mayıs 2022 Cuma
Liste Başı Plaklar - 26 Mayıs 2022
Anketimiz bir denek üzerinden yüz yüze görüşülerek yapılmıştır.
Liste Başı Plaklar - 26 Mayıs 2022
1 - ERIC GALES - Crown (6) (3)
2 - BERNARD ALLISON - Highs & Lows (4) (4)
3 - RONNIE EARL & THE BROATCASTERS - Mercy Me (5) (4)
4 - ROBIN TROWER - No More Worlds to Conquer (1) (4)
5 -TIM GARTLAND - Truth (8) (4)
6 - ALBERT CASTILGLIA - I Got Love (14) (2)
7 - TINSLEY ELLIS - Devil May Care (2) (7)
8 - THE DUKE ROBILLARD BAND - They Called It Rhythm &Blues (3) (8)
9 -JOHN MAYALL - The Sun Is Shining Down (10)(8)
10 - SAHTE RAKI - Sen Tabii Daha İyi Bilirsin (12) (3)
11 -DOUG MACLEOD - A Soul To Claim (13) (2)
12 -DELBERT McCLINTON - Outdated Emotion (20) (2)
13- JOSH SMITH - Bird of Passage (7) (5)
14-VANEESE THOMAS - Fight The Good Fight (14) (3)
1 - COLESSIUM - Restoration (2) (3)
2 -DEEP PURPLE - Turning to Crime (1) (4)
3 - TIMOTHY B. SCHMIT - Day By Day(5) (3)
4 - BETH HART - A Tribute To Led Zeppelin (4) (3)
5 - RED HOT CHILLI PEPPERS - Unlimited Love (6) (3)
6 -THE ROLLING STONES - Live At The El Mocambo (11) (2)
7 - JOAN JETT & the Blackhearts - Changeup (7) (3)
8 -TED NUGENT - Detroit Muscle (4) (4)
9 - KRONİK - Endless War (9) (4)
10 - JOE SATRIANI - The Elephants Of Mars (10) (4)
11 - JETHRO TULL -The Zealot Gene (8) (4)
12- ANN WILSON - Fierce Bliss (12) (4)
13 - G.O.L.E.M - Gravitational Objects Of Light (13) (4)
14 - KIRK HAMMETT - Portals (14) (4)
15 - SCORPIONS - Rock Believer (15) (4)
1 - BROADBENT TRIO - Like Minds
2 -JOHN SCOFIELD - John Scofield
3 - AVISHAI COHEN - Shifting Sands
DEPECHE MODE'dan ANDY FLETCHER 60 yaşında öldü.
Depeche Mode'un kurucu üyelerinden klavyeci Andy Fletcher, 60 yaşında hayatını kaybetti.
Fletcher'in ölüm haberi grubun resmi sosyal medya hesabından duyuruldu. Depeche Mode'un tweeti şöyle devam ediyordu:, "Fletch'in altın gibi bir kalbi vardı. Bir dosta, desteğe ihtiyacınız olduğunda beklentisiz orada olurdu. O güzel bir muhabbet, bol kahkaha ve soğuk bir bira idi."
8 Temmuz 1961'de İngiltere, Nottingham'da doğan Fletcher, ilk grubu No Romance in China'yı okul arkadaşı Vince Clarke ile birlikte kurmuştu. Yerel bir barda yapılan konserlerinde Martin Gore ile tanışmalarıyla Composition of Sound'u kurdular. Gruba daha sonra vokalist olarak Dave Gahan geldiğinde, grup Depeche Mode adını alacaktı.
Grupta klavye ve synthesizer çalan Fletcher, gerektiği zamanlarda bas gitarı da üstleniyordu. Usta müzisyen bunlarla da kalmıyor ve grubun ticari ve yasal meselerini de kotaracak şekilde menejerlik işlerini de üstleniyordu.
26 Mayıs 2022 Perşembe
YES'in Davulcusu ALAN WHITE Hayatını Kaybetti
Progresif Rock'ın efsanevi grubu Yes'in en uzun süreli davulcusu Alan White bugün, 72 yaşında hayata veda etti.
White'ın ölüm haberi ailesi tarafından Facebook'ta duyuruldu ve davulcunun 26 Mayıs'ta Seattle'daki evinde öldüğünü belirttildi.
Alan White, son yıllarda sağlık sorunları yaşadı. 2016'da sırt ameliyatı nedeniyle Yes'ten ayrılmak zorunda kaldı ve bakteriyel bir enfeksiyondan kurtulurken 2018'de (Jay Schellen ile birlikte) ikinci davulcu olarak konuk oldu. White daha sonra Yes'in "mevcut sağlık sorunları" olarak tanımladığı şey nedeniyle grubun 50. yıl dönümü İngiltere turundan ayrıldı.
14 Haziran 1949'da İngiltere, Pelton'da doğan Alan White, çocukken aldığı piyano dersleri ile müziğe adım attı. Daha sonra bateriye ilgisi artacaktı. 1960'lı yıllarda Griffin de dahil olmak üzere birkaç küçük grupla çaldı. Lennon ve Yoko Ono, grubun Londra'daki kulüp konserlerinden birine gelmişlerdi. İşte o geceki konserden bir gün sonra gelen bir telefon ile White'ın hayatının olayı gerçekleşecekti. İsterseniz bu olayı da Alan White'ın 2021 yılında Seattle Times'a verdiği röportajdan dinleyelim:, "Telefondaki ses, 'Merhaba, ben John Lennon' dedi. Bunu grup arkadaşlarımın yaptığı bir şaka olduğunu düşündüm ve yemediğimi belirtip suratına kapadım. Telefon bir kez daha çaldı, Arayan kişi gerçekten John Lennon'muş. "
White'ın davulundan etkilenen Lennon, onu ertesi gece Toronto Rock and Roll Festivali'nde Ono, Eric Clapton ve Klaus Voormann'dan oluşan grubu Plastic Ono Band ile çalmaya davet etti . Bu birliktelik Lennon'un 1970 single'ı "Instant Karma!" da dahil olmak üzere daha fazla oturum çalışmasına yol açtı. ve 1971 LP, Imagine , Harrison'ın 1970 üçlü albümü All Things Must Pass ile birlikte .
Alan White 1972'de, Bill Bruford'un King Crimson'a geçieinden sonra Yes'e katılacaktı.
25 Mayıs 2022 Çarşamba
Alan Broadbent'le Yeni Zelanda'dan Boston'a Caz Yolculuğu
Yeni Zelandalı caz piyanisti Alan Broadbent'in üçlüsüyle birlikte yaptığı yeni albümü "Like Minds"ı dinlememle sevmem bir oldu. Ben bu adamı ilk defa dinliyordum ama onun müzikal geçmişi çok eskilere dayanıyormuş... Öyle ki Alan Broadbent'in Sir Paul McCartney, Diana Krall, Pat Metheny ve Michael Bublé için aranjörlük ve şeflik yapmasını bilmeyen yokmuş.Bununla da kalmıyor, Broadbent'in 8 Grammy adaylığı aldığını ve biri Natalie Cole için diğeri Shirley Horn için olmak üzere Vokal Eşlik Eden En İyi Orkestra Düzenlemesi dalında 2 Grammy Ödülü kazandığını dünya alem biliyormuş. Ne diyelim ben daha yeni öğrendim. Madem böyle açığımı kapatayım diye bir de röportajına yer vereyim dedim.
Bundan önceki yazımın altında Alan Broadbent'in 2019 İstanbul konseri akabinde yağılmış bir röportajının videosuna yer vermiştim, şimdi de Marc Myers'in piyanistin son albümüyle ilgili Jazz Wax için yaptığı röportaja yer vereceğim. Buyrun okuyun bakalım.
Aptulika
Yeni Zelanda'dan Boston'a
Alan Broadbent'in basta Harvie S ve davulda Billy Mintz'den oluşan üçlüsüyle yaptığı yeni albümü "Like Minds" çıktı. Alan'ın zarif piyanosunu ve Harvie ve Billy ile muhteşem sohbet etkileşimlerini içeren müthiş bir kayıt.
Alan'ı yıllardır tanırım ve yeni albümlerini dinlemek, onu konserde görmek ve yetişmek her zaman bir zevktir. İlk kez vokalist Irene Kral'a destek verdiği ikili albümlerindeki— Where Is Love (1974) ve Gentle Rain (1977) performansına tutkun oldum . O zamana kadar kulağım Bill Evans'ın piyano artikülasyonuyla dolmuştu ve Alan'ın çalış tekniği, salınımı, yumuşak kalite, pedal tonları ve akor sesleri dahil olmak üzere birçok benzer özelliği paylaştı.
Alan'ın yeni albümü harika, Hank Mobley'in This I Dig of You, Bud Powell'ın Blue Pearl ve Sonny Rollins'in Airegin'inden Clara Edwards ve Jack Lawrence'ın With the Wind and the Rain in Your Hair ve Jule Styne, Betty Comden ve Adolph Green'in şarkılarına kadar uzanan yorumlar harika. "Dance Only with Me" yorumunda basçı Harvie S yüceleşiyor. Alan'ın arkasında hassas, dolgun tonlarda koşarken Billy de tam orada sıçrayan ama hassas ziller ve davul ataklarıyla uyumlu bir üçlüyü oluşturuyor. Böylesi senkronize bir üçlüyü dinlemek gerçekten keyif verici.
Albümü dinledikten sonra Alan'a ulaşarak e posta yoluyla Jazz Wax için bir röportaj yapmaya karar vermiştim.
JazzWax: Yeni Zelanda'nın neresinde büyüdünüz?
Alan Broadbent: Auckland'ın Onehunga adlı bir banliyösünde büyüdüm. Ailem oldukça izole bir hayat yaşayan, taşralı insanlardı. Babam amatör olarak banjo ve piyano çalardı ama ben hiçbir zaman çalmaya teşvik etmediler. Piyano dersleri bir eğlence olarak yaptığınız şeylerdi, ama benim için tutkuya dönecekti... tabi bu durum ailemi şaşırtacak ve endişeye düşürecekti.
Neden şaşkınlık... ve hatta endişe?
Ailem profesyonel müzisyenler değildi ve benim saplantımı anlamadılar. Ayrıca, eğer buna takılırsam, yerel olarak nasıl geçimimi sağlayacağım konusunda da endişeliydiler. 6 yaşımdan beri müzikle farklı bir ilişkim vardı ve gerçekten kullanabileceğim bir rehber ya da akıl hocam yoktu. Yani, en başından beri, kendini keşfetme duygusuydu. 12 yaşımdayken okulumda rahibelerle müzik okumayı bıraktım çünkü beste yapmak istiyordum, nasıl yapacağımı hiç bilmiyordum. Onehunga'daki kütüphaneye sık sık giderdim, burada Frank Sinatra'nın In the Wee Small Hours'unun, Nelson Riddle tarafından düzenlenen her şeyin bir LP'sini buldum. Bu benim standartlara olan aşkımla başladı. 15 yıl sonra Nelson'ın piyanisti olacağımı bilmiyordum.
Cazla nasıl ilgilenmeye başladınız?
1964'te Dave Brubeck Dörtlüsü Yeni Zelanda'da turneye çıktı ve Auckland'da çaldı. Bu benim caz ile bir konserde ilk tanışmamdı. O zamanlar Brubeck'in "Take Five"ı dünya çapında popüler bir hit olmuştu, bu yüzden o parçaya aşinaydım. Ama beni daha çok Dave'in 1959 tarihli "Gone With the Wind" albümüyle, Paul Desmond'ın hüzünlü doğaçlamaları ilgimi çekecekti. Arkadaşlarımla birlikte The Amazing Bud Powell ve Lennie Tristano Trio'nun 1955'ten kalma Lennie Tristano albümlerini Line Up ve Requiem ile yoğun bir şekilde dinledim .
Başka kimler vardı?
Piyanist Wynton Kelly'nin hissini ve Red Garland'ın neşeli, sekizinci notaları atlamasını sevdim, şimdi bana doğal gelen bir şey. Ritim sanatı, o duygudan çıkan çizgiler. Sonra Bill Evans'ın 1962'deki Moon Beams albümünden Re: Person I Knew çaldığını duydum . Müzikte belli bir güzelliği ifade eden doğaçlama yapmanın bir yolunu bulmaya çalışırken bu benim için her şeyi değiştirdi ve işte oradaydı. Neyse ki Jazz Scene USA , Yeni Zelanda'da yaşadığım televizyonda yayınlandı. İzledikçe o dünyada olmayı her zamankinden daha çok istediğimi fark ettim.
İlk profesyonel caz performansınız neydi?
17 yaşındayken, Auckland'daki Embers adlı bir kulüpte basta Denny Boreham ve davulda Frank Gibson'dan oluşan bir üçlüm vardı. Cazın kendi sesinizle "şarkı söylemek" olduğunu sezgisel olarak bildiğim için asla kimsenin tarzını kopyalamadım. Ayrıca Tristano'nun kısaca belirttiği gibi, “Caz bir tarz değil, bir duygudur.” Sadece nasıl yapacağımı öğrenmek, sevdiğim şeyleri ve beni duygulandıran şeyleri özümsemek meselesiydi.
Yeni Zelanda'daki müzik okulları yerine neden Boston'daki Berklee Müzik Okulu'nu seçtiniz?
Yeni Zelanda'daki caz geleceğimin biraz sınırlı olduğunu biliyordum. Ayrıca, Bud'un dediği gibi, "ciddi bir amacı olan" benzer düşünen müzisyenlerle ABD'de bulunmam gerektiğini de biliyordum. Kendim için aklımdaki müzisyene dönüşme olasılığını istedim. Auckland Uluslararası Havalimanı'nın inşasından önceki günlerde nakliye nedeniyle her zaman bir ay geciken DownBeat dergisine abone oldum .
Sonra?
Berklee'de burs için başvurdum ve beni kapıdan içeri sokmaya yetecek kadar kısmi bir burs kazandım. O zaman tabela ressamının yanın-nda çıraklık yapıyordum. Bu işi bıraktım bıraktım ve yolculuk için para biriktirmek için The Auckland Star'da gazetesinde nakliye işçisi olarak çalışmaya başladım. Ailem bana neler olduğunu tam olarak anlamasa da, 19 yaşındaki oğullarının bir tekneye binip Boston'a yelken açmasına izin verdikleri için onlara her zaman teşekkür ettim. Bu yolculuğun 32 gün sürdüğünü de söylemeliyim hani.
Boston'da Bill Evans'ı duydunuz mu?
Ben geldikten üç hafta sonra okulda Bill, Caz Atölyesi'nde göründü. Ayrılırken, omuz silkerek aldığı “Re: Person I Knew” kaydının benim yaptığım deşifresini ona uzattım. Birkaç yıl sonra, Irene [Kral] ile San Fernando Vadisi'ndeki Diamonte's adlı bir kulüpte onu dinlemeye gittim. Seyirciler arasında üç dört kişi daha vardı. Molada Bill arkada kayboldu ve yanlış hatırlamıyorsam bir daha geri dönmedi.
Üniversiteden hemen sonra, 1970'de Woody Herman'ın grubuna girdiniz. Ayrıca Woody'nin grubu için düzenlenen Be-Bop ve Roses'u da yazdınız . Caz için kafa karıştırıcı bir zaman, değil mi?
O zamanlar kafa karıştırıcı bir zaman olduğunun farkında değildim. Hep bir tür paralel müzikal evrende yaşadım. Pop ve rock ile hiçbir zaman bağlantım olmadı ve sanatçılar hakkında çok az şey biliyorum. Be-Bop ve Roses yazdım1973'te, gruptan ayrıldıktan sonra albüm çıkardım. O zamanlar piyanom yoktu ve kafamın içi hariç duymadan Woody'ye gönderdim. Bir çocuk için güzel çıktı ve yaptığım o berbat rock listelerinden bazıları için beni haklı çıkardı. Birkaç yıl önce, Frank Tiberi'nin yönetimindeki grupla çalmaya davet edildim. Be-Bop ve Roses oynamamızı istedim . Bunu hiç duymamışlardı.
1974'teki Irene Kral konseri ?
Hatırladığım kadarıyla San Diego'ya taşınan caz piyanisti Mike Wofford'un yerini almıştım. Irene beni nasıl duydu bilmiyorum ama aradı ve müzikal olarak anlaştık. Kaydedeceği şarkılar için listeleri zaten vardı, ama biz onları iyileştirdik. O Aralık ayında Hollywood'daki Wally Heider Stüdyolarında kayıt yaptık. Bence Irene'in mükemmel tonlaması ve vibratoyu ekonomik kullanımı, sesine benzersiz bir korna kalitesi kazandırdı. Kendi başına hiçbir zaman resmi olarak turneye çıkmadık, ancak yeni albümüm Like Minds'ın yapımcılığını ve çalan Harvie S ile birkaç kez New York'taki Michael's Pub da dahil olmak üzere birçok mekanda çaldık.
Kral ile çalışmak sizin için değişen bir an, bir dönüm noktası mıydı?
Başka bir amaç bulduğum için çok değiştiğimi düşünmüyorum. O zamanlar evrenimin büyük bir kısmı orkestraya olan aşkımdı. Orkestra için yazmaya geç geldim ve Irene için orkestrasyon yazma şansı bulamadığım için pişmanım. O zaman hayatımı kurtarmak için tartı çalamazdım. Geri dinlerken bana piyano çalıyormuşum gibi geliyor. Şimdi kendimi piyanoymuşum gibi hissediyorum. Açıklaması zor ama hissedebiliyorum. Müzik beni benden aldı. Piyanoya yaklaşımımda daha orkestral olmaktan kastettiğim buydu. Kelimenin tam anlamıyla piyanonun kendisinden ziyade orkestrasyon açısından düşünmeye zorlandım. Yine de hepsi orada, Irene'in vokalleri için sihirli bir şekilde her şeyin merkezinde bir orkestrasyon yaratmamı bekliyor.
1980'lerin başında oldukça meşguldünüz. Sadece caz kayıtları üzerinde mi çalışıyordunuz yoksa caz hayranlarınız tarafından tanınmayan veya tanınmayan film ve TV çalışmaları var mıydı?
70'lerin ortalarında Nelson Riddle ile önce dans grubu gösterilerinde, sonra televizyonunda ve ara sıra sinema randevularında çalışmaya başladım. Linda Ronstadt albümleri dışında, 70'lerden itibaren onun piyanistiydim.
Peki 1980'ler ilerledikçe?
1980'lerin başında Fusion başladı ve ben açıkcası oraya bulaşmadım. O zamanlar, Woody'nin grubundayken tanıştığım besteci Pete Myers ile buluşmak için arada bir telefon alırdım. Vokalist Della Reese için şeflik yapıyordu. Beni orkestra şefi olarak aldı. İşte o zaman aranjmanlarımın neredeyse haftalık olarak yapıldığını ve kaydedildiğini duymaya başladım. Pete oldukça zeki ve hızlıydı, bu yüzden orkestrasyon yapmam için bana başka bir müzikal skeç verirken onun karşısında otururken çok şey öğrendim. Ama sipariş üzerine beste yapacak durumda değildim ve bu sıralarda tüm bunlardan memnun kalmadım. Sonra Charlie Haden'ın Quartet West'iyle yola çıkmak için çağrıldım.
JW: 1980'lerin sonlarında Charlie Haden ve Putter Smith ile sık sık kayıt yapmaya başladınız. İki farklı bas stili, değil mi?
AB: Aynı şeye farklı yaklaşımları olduğu kadar farklı olduklarından emin değilim: şarkı söyleme tarzı. Bana en çok hitap eden sololar, enstrümanlarını aşan ve daha çok korna benzeri, çalınabilir ve söylenebilir hale gelen sololar. Her iki basçı da bu kaliteye ve zamana bağlıydı.
Natalie Cole turne sırasında ve birlikte kayıt yapmak nasıldı?
Natalie, benden Crazy He Calls Me için bir çizelge yazmamı istediğinde aranjör olarak ilk gerçek molamı verdi . Bu melodiyi, Billie Holiday 1949'da Gordon Jenkins'in orkestrasıyla kaydettiğinden beri yıllardır biliyordum. Çok garip ama gençken Auckland'daki bir plak dükkanında, belirsiz standartlar peşindeyken, bir keresinde Jenkins'in aranje ettiği Nat King Cole'un Where Did Everything Go adlı albümüne rastladım. Böyle şarkılar yazmak ve böyle düzenlemek istedim. Yıllar sonra, Natalie'nin 1996'daki Stardust albümü için o Jenkins kaydından iki ya da üç şarkı düzenledim. En sevdiğim aranjmanlardan biri de o albümde, There's a Lull in My Life provasını yaptığımızda Natalie ve ben çok duygulandık. Bana dedi ki, "Biliyorsun Alan, bunu 12 yaşımdayken babamın dizinde söylerdim."
Bana yeni albümden, Like Minds'tan ve orada sizinle birlikte olan adamlardan bahset. Konsept neydi?
Basçı Harvie S ve davulcu Billy Mintz ve ben bir süredir birlikte çalıyoruz. Albüm kaydetmeden önce prova yapmak bizim için aranjman ve benzeri şeyler değil, doğaçlama yapmaktır. Stüdyoda çalarken her şey yeniydi, bu biraz tehlikeli olabilir. Ama benim istediğim bu, o öngörülemezlik hissi ve bilinmeyenin getirdiği heyecan. Albümde bunlardan çokça bulacaksınız. Ayrıca, bence, bir dolaysızlık, daha derin bir duygusal kalite var.
Marc Myers
https://www.jazzwax.com/2022/05/alan-broadbent-like-minds.html
Alan Broadbent Trio ile Tanışmanın Güzelliği
Açıkcası Alan Broadbent ismini daha önce biliyor da değildim. Hani şöyle kısa bir dinler geçerim diye tıkladım, gelişi güzel. Fakat o andan itibaren olan oldu ve beş gündür her gece albümü dinlemeden edemiyorum; hele bu Mayıs gecelerinde öyle güzel gidiyor ki.
Bu yılın başlangıcından itibaren dinlediğim yeni albümlere baktığımda blues ağırlıklıydı ve iç açıcı şekilde de bolluk gösteriyordu. Rock'a gelince de durum eh hani iyi sayılırdı... Ama bir iki hafta önce John Scofield'ın yeni albümü dışında neredeyse caz yok gibiydi. Geçtiğimiz Cuma günü gittiğim Anaour Brahem konseriyle bu yılın ilk caz açılımını yaptım. Konser sonrasında yeni çıkan albümlere baktığımda da Alan Broadbent Trio'nun "Like Minds" albümüyle karşılaşacaktım. Açıkcası Alan Broadbent ismini daha önce biliyor da değildim. Hani şöyle kısa bir dinler geçerim diye tıkladım, gelişi güzel. Fakat o andan itibaren olan oldu ve beş gündür her gece albümü dinlemeden edemiyorum; hele bu Mayıs gecelerinde öyle güzel gidiyor ki.
İlk dinleyişimde beni piyano tuşeleriyle alıp götüren Alan Broadbent'in kim olduğuna dair bilgiler araştırmaya koyulduğumda daha da şaşıracaktım. Bu yetkin piyanist Yeni Zelandalı bir müzisyen ama çalış tekniği ve cazı ele alışıyla Amerikalı sanabiliyorsunuz. Hemen bu ismi bir yerlere not alacaktım, zira 'Like Minds' albümü bu ismin üçlüsüyle birikte Savant Records için yaptığı üçüncü albümmüş. Alan Broadbent Trio'da basçı Harvie S ve davulcu Billy Mintz muhteşem bir uyum içinde yer alıyor.
Alan Broadbent ilk defa karşılaştığım bir piyanist ve "Like Minds" albümündeki parçalar da daha önceden kulağımıza işlenmiş caz klasikleri. Durum böyle olunca haliyle ilgimin azalması gerekirdi ama Broadbent'in kişilikli yorumu ile her parçaya yorum lezzetine hayran kalarak , tutkuyla bağlanıyordum. Sadece Alan Broadbent değil trionun diğer kanatları olan basçı ve davulcu da muhteşem bir uyumu oluşturuyorlardı. Özellikle ilk parça olan "This I Dig of You"da solosuyla karşılaştığım Billy Mintz, daha sonraki yorumlarda da davuluyla kalp atışı tadında ritmik tempoyu oluşturuyordu. Harvie S'in bas tınıları da dikkate değer güzellikte ve bir o kadar da doğaçlamalarla harika dokunuşlar oluşturmakta. Hele o "Prelude to Peace"deki arşe (yay) ile yaptığı final güzel oturmuş.
Alan Broadbent Trio'nun bu albümüyle ilk tanışmam gerçekleşti ama bundan sonra daha uzun süre takip edeceğime eminin.
APTULİKA
18 Mayıs 2022 Çarşamba
Liste Başı Plaklar - 19 Mayıs 2022
Haftanın Liste Başı Plaklarına devam ediyoruz. Listedeki sıralamada sarı parantez albümün geçen haftaki durumunu, mavi renkli parantez ise kaç haftadır listede yer aldığını gösterir. (Y) ise albümün listeye yeni girdiğini belirtir.
Anketimiz bir denek üzerinden yüz yüze görüşülerek yapılmıştır.
Liste Başı Plaklar - 19 Mayıs 2022
1 - ROBIN TROWER - No More Worlds to Conquer (4) (3)
2 - TINSLEY ELLIS - Devil May Care (2) (6)
3 - THE DUKE ROBILLARD BAND - They Called It Rhythm &Blues (3) (7)
4 - BERNARD ALLISON - Highs & Lows (8) (3)
5 - RONNIE EARL & THE BROATCASTERS - Mercy Me (7) (3)
6 -ERIC GALES - Crown (10) (2)
7 - JOSH SMITH - Bird of Passage (1) (4)
8 - TIM GARTLAND - Truth (9) (3)
9 -JOHN MAYALL - The Sun Is Shining Down (6) (7)
10 - GOV'T MULE - Heavy Load Blues (5) (6)
11 -TAJ MAHAL and RY COODER - Get On Board (11 (4)
12 -SAHTE RAKI - Sen Tabii Daha İyi Bilirsin (14) (2)
1 - DEEP PURPLE - Turning to Crime (1) (3)
2 - COLESSIUM - Restoration (7) (2)
3 - TED NUGENT - Detroit Muscle (5) (3)
4 - BETH HART - A Tribute To Led Zeppelin (9) (2)
5 - TIMOTHY B. SCHMIT - Day By Day(11) (2)
6 -RED HOT CHILLI PEPPERS - Unlimited Love (10) (2)
7 - JOAN JETT & the Blackhearts - Changeup (12) (2)
8 -JETHRO TULL -The Zealot Gene (4) (3)
9 - KRONİK - Endless War (2) (3)
10 - JOE SATRIANI - The Elephants Of Mars (6) (3)
11 - THE ROLLING STONES - Live At The El Mocambo (Y)
12- ANN WILSON - Fierce Bliss (8) (3)
13 - G.O.L.E.M - Gravitational Objects Of Light (3) (3)
14 - KIRK HAMMETT - Portals (13) (3)
15 - SCORPIONS - Rock Believer (15) (3)
17 Mayıs 2022 Salı
Yüksek ve Alçak uçuşlarda Bernard Allison güzelliği
Bernard Allison, 25 Şubat 2022'de Ruf Records etiketiyle yeni albümü "Highs & Lows"u çıkardı. Bernard Allison gitarıyla sert takılan bir blues rocker, bu yeni albümde de bu kural bozulmuyor ama "Highs & Lows" sound olarak soul ve funk ağırlığında bir blues rock albümü olarak karşımıza çıkıyor.
Chicago Blues'un en sert gitar tınılarına sahip ismi Luther Allison ile şu ana kadar tanışmadıysanız, bu kelimenin tam anlamıyla kayıptır.
1997 yılında henüz 57 yaşındayken, akciğerinden beynine metastaz yapan bir tümör sebebiyle hayata veda edecekti. Bu büyük bluescunun ardından en küçük çocuğu olan Bernard gelecek ve adeta onun bayrağını bıraktığı yerden alıp taşıyacaktı.
Luther Allison'un dokuz çocuğundan en küçüğü olan Bernard, daha 13 yaşındayken babasının konserinde sahneye çıkacaktı. 1990'da ilk solo albümü yapan gitarist, bu güne kadar 20'ye yakın albüme imza attı.
Bernard Allison, 25 Şubat 2022'de Ruf Records etiketiyle yeni albümü "Highs & Lows"u çıkardı. Kayıtları TN'deki Bessie Blue Stüdyoları'nda yapılan albümün yapımcılığını da Jim Gaines üstlenmiş. Burada bir virgül koyup albümün yapıldığı stüdyoya dönelim. Baba Luther Allison müzik hayatını Fransa'ya yerleşerek sürdüren biriydi. Bu seçimin sebebi ise siyahi olarak ülkesi ABD'de bulamadığı ilgiyi ve olanağı Paris'te bulmasıydı. (bunun yanısıra baba Luther, 1960'lı yıllarda Fransız rockçı Johnny Hallyday ile de çalışmış olmasıydı) Luther Allison, ölümüne dek Fransa'da ikamet edecekti. Oğlu Bernard da yaşamını babası gibi Paris'te sürdürmekte ama kariyerinin başında Johnny Winter ve Stevie Ray Vaughan ile çalışmak için Amerika'da bulunacaktı. 3 yıllık bu sürede Tennessee'da Bessie Blue Stüdyoları'nda çalışmışlardı. Şimdilerde bu albüm için ABD'ye giden Allison bu efsane stüdyo ile yeniden buluşuyordu.
"Highs & Lows" albümünde basta George Moye, gitarda Dylan Salfer, klavyede Toby Lee Marshall, davulda Steve Potts ve saksafoncu José James yer alıyor. Ayrıca Bobby Rush ve Colin James özel konuk olarak yer alıyor.
Bernard Allison gitarıyla sert takılan bir blues rocker, bu yeni albümde de bu kural bozulmuyor ama "Highs & Lows" sound olarak soul ve funk ağırlığında bir blues rock albümü olarak karşımıza çıkıyor.
Albüm “So Excited” ile açılıyor hem de ne açılış... sert gitar tınılarını yarıcı şekilde giren bateri ile hard rock ve blues birleşimi bir çalışma diyebiliriz. Gitarın yükseldiği anlarda bas onu tonuyla destekliyor. Bunun yanısıra Allison'un vokali oldukça rahat ve sakin özelliği ile kendini gösteriyor. Takibinde albüme adını veren parça geliyor ki ritmik gitarlarla değişen müzikal nüanslarıyla akıp gidiyor.
Albümün biraz soul'a yatkın bir blues izinden gittiğini söylemiştim. İşte ona iyi bir örnek teşkil edecek slow blues parçası olan "Strain On My Heart". Bu parça bize yer yer 1970'lerin Temptations'unun tınısını hatırlatıyor. Parçada Jose Ned Jones'un da harika bir saksafon solosu yer alıyor.
Colin James'in konuk olduğu “My Way Or The Highway”, hem harika bir düet hem de gitar sololarını birbiri ardına aktığı bir çalışma. Albümün bir diğer konuğu da Bobby Rush. Bu blues ustası da “Hustler”da baştan sona vokalde yer alıyor ama sadece vokal mi o canalıcı ağız armonikasıyla da harikalar yaratıyor.
Bernard Allison albümünde babası Luther Allison'un da iki parçasına yer vermiş. “Now You Got It” ve “Gave It All”isimli bu kavır parçalarda kendi stilini koruyarak yorum getirmiş. Bernard'ın kendi stilini sergilerken orijinal şarkılara doğal bir saygı gösteriyor. Gitarın tadını hissettiğimiz ve bir dinleme keyfi yaşadığımız “Side Step”, tam anlamıyla slide gitar ziyafeti. Albümün finaline oturan “Last Night” gitar sololarıyla şenleniyor.
Bernard Allison, "Highs & Lows" albümünde rotasını biraz daha soul'a kaydırsa da gitarı gerektiği yerde elektrikleniyor. Soul yanını nefesliler ve ritmik alt yapı oluşturuyor. Her şey bir yana yeni bir Bernard Allison albümüyle buluşmak ayrı bir güzellik kaynağı.
APTULİKA
16 Mayıs 2022 Pazartesi
Günlük Değil GÜNDELİK 0025
Ağlak, salya sümük olmamak için daha önceden bir yazı ya da bir paylaşım yapmamıştım ama bu görüntünün kaybolması için bir gün kaldı. Yani bir gün sonra bu görüntü kalmayacak.
Burası Kuzguncuk Sahaf, pandemi dönemi de dahil olmak üzere üç yıldır bu güzel yere bakma nöbetini ben almıştım. Burası 15 yıldır falan vardı ve bundan sonra olmayacak. Zaten mahalle arasında kitapçı olur mu? Saçma bir şeydi ve bitiyor.
APTULİKA
17 Mayıs 2022
saat: 00:29
Kemken de bizi bırakıp gitti.
Bu pazar sabahı saat 12 gibi bizim Güven (Erkin Erkal) düzenlediği sergi ve mezat için yaptığı WhatsApp grubunda şöyle bir mesaj yazmıştı :
"Kemal (Kemken) Kenan Ergen mizah dünyamızın özel isimlerinden biriydi. Sinemaya da senaryolarıyla büyük katkıları oldu. Deli adlı mizah dergisini basın tarihimize kazandırdı. The Climb ve Pentagram'ın solisti Gökalp Ergen'in abisiydi. Güzel anılar ve sohbetler bırakıp aramızdan ayrılmış."
Birden 35 yıl öncesine ve yanan Köprüaltı'na gidiverdim. Mehmet Ersoy ve ben Güzel Sanatlar Akademisi'nde ( Şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi)yız. Fındıklı'dan sonra uğrak yerimiz Köprüaltı. Orada bira ve salçalı patates masada hazır ve nazır, yanımızda da başka üniversitelerden müdavim arkadaşlar. O zamandan yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Üniversitesi'nde okuyan fıkır fıkır esprili bir çocuk var, bu muhabbetlerde. Sözüm ona biz karikatür yapıyoruz ama masada insanları en çok güldüren o. Yani Kemal ile oradan tanışıyorduk.
O günlerde ben Gırgır'a karikatür gönderen bir tıfılım ama yavaş yavaş karikatürlerim arka sayfada yayınlanma hızını artırmış ve bir süre sonra da derginin kadrosuna girmiştim. Kemal ile gene Köprüaltı'nda karşılaşıyorduk. Ben çizgiye ağırlık veriyor boğuşuyordum ama insanları güldürebiliyor muydum? İşte hep bu kaygı heybemde ağır bir yüktü ama Kemal için böyle bir dert olamazdı, herif adeta bir güldürü sihirbazı gibiydi.
Gırgır'a girmiştim girmesine ama karikatürlerim arka sayfada çıkarken daha havalıydım. Artık derginin çizeriydim ama hiç bir esprim kabul edilmiyordu. Bir esprim okeylenirse ne ala ayda bir karikatürüm anca çıkıyordu. İşte o günlerden birinde Kemal dergiye bizi ziyarete geldi. Laflıyoruz falan derken, bir ara Mehmet'le de konuşmak için yan odaya gitti. Ben gene espriler düşünüyor ve sarı kağıtlara eskizler yapıyorum. Dergide sabahlayacağız ve Kemal'de herhalde gitti diye düşünüyorum. Toplanan esprilerden girecek olanlar geliyor ve kabul edilen esprilerden biri benim masama bırakılıyor. Kağıda bir bakıyorum, tanımadığım bir isim. Espriyi getiren sayfa sekreteri, "Dergiye yeni bir eleman gelmiş, çok matrak bir çocuk" diyor. Dergiye giren yeni çocuk falan anladım ama diğer masadaki çizerlere de baktığımda herkes onun esprilerini çiziyor. Dergide bir hafta da en babasının 3 ya da bilemedin 4 esprisi kabül görür, bu adamın ilk girişinde 7 esprisi kabul görmüş ki olacak şey değil. Çalışıyoruz ve gece saat 2 falan gibi, karşı masada Şevket Yalaz, çizmesi için önüne gelen espriye bakıyor ve "Kim bu Kemal?" diyor. Sonra çaycı geliyor, "Kenan Evren çay istemiş, hangi odada çalışıyor?" diyor. Ne Kenan Evren mi derken ben de jeton düşüyor, bu bizim Kemal Kenan Ergen diyorum... Sizin anlayacağınız bizim çaycı Kenan Ergen'i, Evren diye anlamış. Ve dergi sabahlamasının saat 3'ünde dergi toplantısında bizim Kemal, yan odada derginin yazarlarından Atilla Atalay ve Orhan Alev'le birlikte espiriler üzerine konuşuyorlar.
Ertesi hafta bir bakıyorum sadece Gırgır değil, Fırt'ta da Kemal'in esprileri çıkıyor.Sonrasında Limon ve devamında gelen dergilerdeki yazıları, çıkardığı mizah kitapları, yazdığı film ve televizyon senaryolarıyla Kemal Kenan yani Kemken mizah yazarlığında efsaneleşiyordu. Onun çıkardığı "Deli" dergisi de unutulmazlardan biriydi.
Bir dönem Levent Kırca'nın "Olacak O Kadar" programının yazar kadrosunda da yer alan Kemken, bir çok sinema filminin de senaryo ve yapımında yer aldı. Gürgen Öz'ün de oyunculuğu ile benim için devleştiği "Zaman Makinesi 1973" isimli filminin senaryosunu da Kemal Kenan Ergen yazmıştı. Aram Gülyüz'ün yönetmenliğini üstlendiği bu filmi neredeyse bir mizah dergisinde yayınlanan bir çizgi roman tadında izlemiştim.
Kemal Kenan Ergen, geçtiğimiz ay kalp krizi geçirmiş ve bu sebeple de hastenede tedavi altına alınmıştı. Dün gelen bir haberle de aramızdan ayrıldığını öğrendik. Gerçekten çok üzgünüm, mekanı cennet olsun. O artık aramızda olmayacak, tıpkı Köprüaltı'nın da olmadığı gibi ama anılarıyla , yazdıklarıyla bizi kahkahalarla güldürmeye devam edecek. Pırıl pırıl tebessümüyle 35 yıl önceki hali ile gene aramızda gibi, yazdıklarıyla ise, zaten hep yaşayacak.
APTULİKA
14 Mayıs 2022 Cumartesi
Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 193
12 Mayıs 2022 Perşembe
John Scofield "ilk" albümünü geçen hafta çıkardı...
John Scofield gibi caz gitarının 50 yıllık isminin, "ilk albümü" nasıl olur? Derseniz, haklısınız ama yazının devamında bu "ilk"i anlayacaksınız...
Caz gitarının en önemli temsilcilerinden biri olan John Scofield, kendi adını taşıyan yeni albümüyle 6 Mayıs'ta karşımıza çıktı. Neredeyse yarım asrı aşan müzikal kariyerinde yaptığı albüme kendi adını vermek biraz kafa karıştırıcı olsa gerek. Hani bu sanatçının ilk albümü olsa anlaşılır ama bugüne kadar 50'ye yakın albüm yapmış birinin böyle bir tercih yapması şaşırtıcı. Ama albümü şöyle bir dinlemeye başladığımızda bunun sanatçının kariyerinde bir ilk olduğunu fark ediyoruz; zira bu albümde ilk defa tek başına olduğunu anlıyoruz... yani bu albüm arkasında bir grup olmadan tek başına yaptığı ilk albüm olma özelliğini taşıyor.
Albümün bir diğer özelliği de Scofield'ın 2020'de çıkardığı "Swallow Tales"albümünün ardından ECM ile yaptığı ikinci kayıt olması.
The Boston Herald'la yaptığı röportajda, karantina döneminde grupla müzik yapamadığını ve gitarıyla baş başa kaldığını belirten usta gitarist şunları söylüyor: “Evde tek başıma kaldığım günlerde gitarımı çalarken bu albüm fikri orataya çıktı. Bir grupla çalmaya alışkındım ve tabii bunun ayrı bir müzikalitesi de vardı. Bu ortadan kalkınca, gitarımla tek başımaydım ve tellerin tınısını daha hassas alıyordum. Tek başıma çaldığımda, sanki ikinci bir gitaristle düet yapıyormuşum gibi hissettim."
Tek başına bir albüm yapma fikrinden hareket etme kararı alan Scofield, ister istemez müziğe ilk sevdalandığı çocukluk yıllarına dönmüş. Böylece yaratıcı köklerine ve gençliğinin müzikal kahramanlarına dönen John Scofield, “Ben çocukken gitar, rock 'n' roll ve popüler müziğin enstrümanıydı.” diyerek albümün o yıllara vurgu yaptığını yani Buddy Holly ve Hank Williams gibi rock 'n' roll kahramanlarına bir övgü amacıyla yapıldığını belirtiyor. Tabi bu alışık olduğumuz bir kavır albümü değil.. Scofield yılların birikimini caz geleneğine sadık kalarak sunuyor.
Güneş Taşıyan Adam ve tutuklanan notalar...
Şu anda Fazıl Say'ın Türk Bestecileri serisinden çıkan dördüncü albümünü dinliyorum. Dizinin bu albümü Muammer Sun'a ayrılmış. Geçtiğimiz gün, Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'ı kaybetmiştik, bugün de bir yıl öncesi yitirdiğimiz Muammer Sun'dan bahsetmek aklıma geldi, aslında ben bahsetmeyeceğim, bir başka büyük müzik insanının anlatımıyla ondan bahsedeceğim. 1932 ile 2021 yılları arasında yaşamış olan Muammer Sun, Çok Sesli Müzik alanında Türkiye'nin üçüncü kuşak bestecilerindendir ve müzik politikasında 60'lı ve 70'li yıllarda etkili olmuş bir isimdir. TRT Ankara Radyosu Çoksesli Korosu ve TRT'nin müzik dairesinin kurucusudur. Bu kısa tanıtımdan sonra bir ekleme daha yapalım, hani bir takım aklı evvellerin "Türk Beşleri" tanımını "Leşleri" diye aşağıladığı Aydınlanma Devrimi'nin üçüncü kuşağı bestecilerinden. Bu besteciler sözümona o aklıevvellere göre "seçkin", "elit" ve "burjuva" diye yaftalanır... oysa onlara "leş" diye dil uzatanlar asıl "elit" ve hem de gerici. Kızgınlığım yıllar geçse de sürüyor, kusuruma bakmayın... ama yaşadığımız karanlığın sebebi bu feodal yapılı ama çağdaş görünümlü insanlar ve onların köhnemiş zihniyeti. Neyse lafı karambola getirmeyelim ve konumuza devam edelim.
Geçen yıl Ocak ayında Muammer Sun'u kaybetmiştik ve o gün klasik müzik keman sanatçımız Cihat Aşkın'ın twetter'da bir paylaşımı dikkatimi çekecekti. Her zaman isim olarak bildiğimiz Muammer Sun'un ardındaki derinliği kavrayacaktım. İsterseniz lafı daha uzatmadan o paylaşıma döneyim. Cihat Aşkın'ın o gün paylaştığı bir başka dev müzik insanımız Yalçın Tura'nın Muammer Sun ile ilgili yazdıklarıydı. Bu yazı tarihe not düşecek kadar önemliydi ve aynen yayınlıyorum...
"Muammer Sun İçin
31 Mart 1964 akşamı Beyoğlu'nda Karaca Tiyatrosu'nda 'Keşanlı Ali Destanı'nın ilk temsili. Seyirciler arasında Cenan Akın'ın yanında oturan genci tanımıyordum. Cenan tanıştırdı: Muammer Sun imiş. İlgilenmiş, Ankara'dan kalkmış gelmiş.
Dostluğumuz orada başladı, gelişerek devam etti. Ankara'ya gittiğimde , kısıtlı olanaklarına karşın, beni, Yukarı Ayrancı'da eşi ve çocuklarıyla birlikte kaldığı dairede konuk ediyordu. Ankara'da İlhan Baran , Cengiz Tanç ve Muammer; İstanbul'da Cenan Akın, Kemal Sunder, Ali Doğan Sinangil ve ben aynı kuşaktan, birbiriyle çok iyi anlaşan genç besteciler grubunu oluşturuyorduk. Ortak amacımız, Çağdaş Çoksesli Türk Müziği'ne yapıtlarımızla katkıda bulunmak, bunu geliştirerek, geniş topluluklara ulaştırmaktı.
İsmail Cem İpekçi TRT'ye Genel Müdür olunca Muammer Sun'a TRT Müzik Dairesi Başkanlığı'nı teklif etti, İlkin TRT Çoksesli Korosu'nu kurdurdu. Başına ünlü koro şefi Walther Strauss'u getirtti. Sınavla alınan genç sanatçıların yetişmesi için çok çalıştı. Daha sonra müzikbilimi, edebiyat ve çoksesli müzik alanında değişik dallarda yapıtlar oluşması için yarışmalar açılmasını sağladı. Tanınmış bestecilere yapıtlar ısmarladı. Her dalda ilginç ve değerli yapıtlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Müzik alanında yapılan çalışmalar dinletilerde halka sunuluyordu, ayrıca bir de şenlik yapılması tasarlanıyordu ki...
Memduh Tağmaç, Muhsin Batur ve Faruk Gürler'in öncülüğünde gelen darbe, bütün bu güzel ve yararlı işlerin askıya alınmasına neden oldu. TRT'nin başına getirilen Musa Öğün, ısmarlanan ve ödül kazanan bütün yapıtları , tür farkı ayırt etmeden, "Bunlar komünistlerin işi!" diyerek çuvallara doldurttu ve yok etti. Ardından da Muammer Sun tutuklandı.
Uzun bir süre kendisinden haber alınamadı. Nerede, hangi tutukevinde, ne gibi koşullarda tutulduğu bilinmiyordu. Yoksa, o dönemde pek çok kişinin başına geldiği gibi yok edilmiş miydi?
Uzun bir süre sonra salıverildi. Ondan sonra da ömür boyu çekmek zorunda kaldığı böbrek yetmezliği, göz bozukluğu, sigara alışkanlığı gibi sıkıntıların yanı sıra işsizlikle de boğuşmak zorunda kaldı. Bütün bu olayları ayrıntılarıyla, değerli eşi Sinemis Sun'un yazdığı "Karnında Güneş Taşıyan Adam" başlıklı yaşam öyküsünde okuyabiliyoruz.
Direndi, yılmadı, binbir güçlükle boğuşarak çalıştı. Birbirinden güzel, unutulmaz, çok değerli yapıtlar ortaya koydu. Binlerce öğrenci yetiştirdi, Örnek bir sanat ve düşünce adamı olarak yurdumuzun insanlarına iyiyi, doğruyu, güzeli tanıtmaya gayret etti.
Yarım yüzyılı aşan bir dostluk, kardeşlik, arkadaşlık, ülküdaşlık bugün sona mı eriyor? Hayır! 60'lı, 70'li yıllarda ortak bir amacımız vardı: Yurdumuz insanına , başta çağdaş çoksesli müzik olmak üzere, her şeyin en iyisini, en doğrusunu, en güzelini vermekti ülkümüz.
Başardık mı? Belki biraz...ama yeterli mi? Hayır!...Boğuştuğumuz kötülükler, aşmaya çalıştığımız engeller olmasaydı belki daha iyisini yapabilirdik. Yine de Muammer Sun kardeşimin bıraktıkları, onu yitirmekten duyduğumuz büyük acıyı biraz olsun unutmamızı sağlıyor. Onun bize armağan ettiği eserler sonsuza değin içimizi aydınlatmayı sürdürecek. Onu unutmayacağız.
Ama ona o acıları çektirerek, bizleri mutlu edecek daha pek çok güzelliği yaratmasına engel olanları da unutmayacağız. Metin Erksan'ın söylediğini yineliyorum: "Unutmak İhanettir".
Yıllarca önce bir gün, sık sık yaptığımız gibi, Göztepe'deki evimde buluşup uzun uzun konuşmuş daha sonra da evin kapısı önünde resim çektirmiştik, Göztepe'de dört dost besteciyi bir arada gösteren bu resimde, ön sıralarda görülenlerin üçü birer birer gittiler. En arkada ben kaldım. Bakalım ben de sıramı savdığımda, arkamızda soluk bir resimde dört gölge kalacak."
Yalçın Tura, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Muammer Sun'un ardından bu yazıyı yazmış. Öyle önemli bir yazı ki, en yakın zamanda da Sinemis Sun'un yazdığı "Karnında Güneş Taşıyan Adam" adlı kitabı da bulup okuyacağım. Bu yazıdan evvel bana Muammer Sun denildiğinde seçkin bir adam gelirdi... oysa o geçmişin 12 Eylül faşizminde o da müziğiyle birlikte içeri alınmış ve işkence görmüştü. Yahu müzikten adamı içeri alırlar mı, hem de klasik müzikten demeyin, çünkü onlar faşist ve çağdaş olana düşmanlardı. O darbeden on yıl sonra olacak olan 12 Eylül de gericiliğin ve karanlığın, yozluğun kapılarını ardına kadar açmadı mı?
O resimden bir tek hayatta (üstteki yazıyı yazan) Yalçın Tura kaldı. 88 yaşında olan bu bestecimize Allah uzun ömürler versin diyorum. Ki bu isimler ülkemizin aydınlanma devriminin çok ama çok önemli insanlarıdır. Hiç öyle de denildiği gibi "elit" falan da değillerdir. Ben onun ismiyle daha ilkokula gittiğim yıllarda okulda okuduğumuz çocuk şarkılarıyla tanışmıştım. O sadece çocuklara şarkı yapan bir besteci miydi... tabiki değil. Sonra büyüdüğümde onu sinema filmlerine yaptığı müziklerle görecektim. 1960 yıllarda Türk filmlerine batıda olduğu gibi özgün besteler (soundrtrack) yapılıyordu. Bu güzellik 70'lerin Yeşilçam'ında bozulacak ve filmlere gelişigüzel yabancı müzikler monte edilecekti. Neyse o yıllardan bir Yılmaz Güney filminde de Yalçın Tura'nın bir film müziğini hatırlarım. Onun diğer film müziklerinden aklıma gelenler: Aşk-ı Memnû, Keşanlı Ali Destanı, Yılanların Öcü, Toprak Ana, Taşbebek, Umutsuzlar gibi Türk sinema klasikleri. Evet "elit"dediğimiz bu müzik insanı popüler kültür içine de dalıp film müzikleri yapıyordu.
Yalçın Tura sadece bununla kalmadı yıllar içinde konservatuarda öğrenciler yetiştirdi. Aslında onlara klasik müzikçi diyoruz ama işin doğrusu onlar Çağdaş Çoksesli Türk Müziği bestecileri.
Ahmet Say'ın ölümünden sonra bir vesileyle Muammer Sun ve Yalçın Tura'dan da bahsedebildim. Aslına bakılırsa bunlar hep daha sonra yazarım diye bir başka tarihe attığım yazılardı ama madem başladım, devam edeyim dedim. Eh hani bu tip yazıları yazarsam kim ilgilenir endişesi de hakim tabiki ama bu yazıları bir şekilde not düşeyim diyorum. Bugün elbetteki kimse okumaz ve ilgilenmez ama yıllar sonraya bir not olur diye yazıyorum. Bundan sonra da devam edeceğim galiba.
Son olarak diyeceğim şu ki bu insanlara çok şey borçlu olduğumu hissediyorum. Onlar elit, burjuva ve seçkin... hatta "fildişi kulelerde oturanlar" ha... Aklınıza şaşayım.
APTULİKA