PAZAR KEYFİ, PAZAR ÇİZİMİ YAZISI
Merhabalar bu pazar günü de bir çizim ve ona eşlik eden bir yazı yer alacak. Umarım seversiniz. Biraz uzun oldu ama kusuruma bakmayın. Selamlar.
Aptülika
Çocukluk günlerimde Ankara’ya
gidenler,
“Orada dev apartmanlar var. İsmi de gökdelenmiş.”
derlerdi.
İçinde büyük ve gerçeküstücü
şaşkınlık beliren bu ifadeler, bir beğeniden ya da hayranlıktan ziyade
gelişmişliği vurgulamak içindi. Hayretle anlatılan o sözcüklerde “ah keşke biz
de de öyle olsa” diye özenilen nokta kaloriferli evlere ve tabii apartmanlara
özlemiydi, İstanbulluların.
Ama hemen ardından,
“Fakat deniz yok. Orada iki
gün kalmaya dayananamam. “sözleri de hemen eklenirdi.
70’lerin Ankara’sındaki o çok
katlı yapılara artık “gökdelen” denebilir mi? Belki o zaman da denmiyordu ama biz İstanbullular için
öyleydi. O tarihlerin İstanbul’unda eski ahşap evlerde oturanlar hep şikayet
ederdi. Yok sobasıydı , yok evin eskiliğiydi bin bir dert gırla giderdi.
Pazar günleri yıkanmak bir
törene tabiiydi. Su ısıtılır aile bireyleri sırayla yıkanırdı. Annemiz
bağırırdı,
“Hadi çocuklar su soğumadan girin.”
Bazı evlerde odunla yanan
sofbenler olurdu. Yakana kadar canın çıkar, yandığında da odun kokusu hafiften
gelirdi. Öyle “Duş alma” vesaire yok. Kafandan tas ile suyu dökersin. İşte o
yıllarda bu külfetleri çeken anneler,
“Bıktım bu evin külfetinden, bir
apartmana çıkamadık ki.”
Öyle ya apartmanda yıkanmak için telefon avizesi gibi
bir şeyden su fışkırır öyle yıkanılırdı. Bi de o “küvet” denilen bir şey vardı
ki, kayık gibi bir şey, içine su doldurur uzanırsın. Gel keyfim gel.
İstanbul’un arnavut
kaldırımlı sokaklarına dizilen cumbalı ahşap, kagir evlerde tuvalet vardı ki, onun da isimleri “hela”,
“Yüznumara” diye çeşitlenirdi. Hani o zaman biri “Şöyle bir lavaboya gideyim”
demezdi. Laf aramızda “tuvalet” bile demezdik. Çünkü o dönemin eski evlerinde
banyo ile tuvalet bir arada bulunmazdı. Bir de tuvaletler bugünkü gibi değildi.
Bizim “hela” diye bildiğimiz yer klozetli değildi. Eski usul alaturka modeldi. Suyu bile maşrapa ile dökerdiniz.
Oysa yeni evlerde öyle miydi? Adamlar giriyorlar tuvalete bir koltuğa oturuyorlar
ve tuvaleti bitirdikten sonra kolunu uzatıyor duvarda tepeye doğru asılı kutunun ipini
çekiyorlar tuvalet temizleniyordu. Bu alafranga modeldi. Tabiki apartımanda
bulunurdu.
Apartman özleminin diğer bir
güzelliği de “Oğlum seni bakkala bir daha göndereceğim ama Vita yağını
söylemeyi unutmuşum. Hadi bir koşu alıp gel” diye bir şey son buluyordu. Zira
apartman denilen cennette “Kapıcı” vardı. Zile basarsın iş tamamdır.
70’lerin İstanbul’unda eski
evlerde yaşayanlar hep apartmanların hayaliyle iç geçirirlerdi. Şimdi eski
yaşadığım o yerlere gittiğimde bizim kıymet vermediğimiz evler astronomik
fiyatlara ya kiralanıyor ya da satılıyor. Bazen de dolar ya da Avro ile
yazıyorlar ederlerini.
O yıllarda Ankara’ya vay be
diyen bizler öyle ilerledik, geliştik ki… Artık İstanbul, Ankara’nın hayal bile
edemeyeceği gökdelenlere sahip. 50’lerde mi ne İstanbul’a Hilton Oteli
yapılacakken bazı solcu ve “servet düşmanları” karşı çıkmışlar. Karşı çıkış
sebepleri de “İstanbul’un tarihi siluetini bozacak.” diye. “Silueti bozmak”tan
kasıt, Üsküdar’dan vapurla Kabataş’a geçerken Avrupa yakasına bakıyorsunuz
diyelim. Görüntüye gelen Taşkışla’dan yüksek olup, olmaması. Tabi olmamış ama o
günlerdeki eleştrilerde onunla aynı hizada bulunması bile hoş görülmemiş. Oysa
yıllar geçip bugünlere geldiğimizde Dolmabahçe Camii’nin
minarelerini aşan bir gökkafes yükselir
ki. Gel de işin içinden çık şimdi. Beni hep görüntüsüyle rahatsız eden
ve edecek olan gökkafes bile artık cüce kaldı.
Tarihi siluetten vazgeçtim, tarihi eserleri bulabilene aşkolsun. Bazen
komik görüntüler de cabası hani. Tarihi binaların ya da eserlerin önünde bir
fotograf çektirmek isteseniz bu mümkün değil. Çünkü görüntüye mutlaka bu çağa
ait bir zamazingo girecek. Tarihi eseri tam kadraj görebilseniz de arkasında
bir gökdelenin hamilik ettiğine şahit oluyorsunuz.
Bundan dört, beş yıl önce
Paris’e gitmiştim. O şehri ilk defa gören biri olarak kafa herşeyi kayda alıyordu.
Paris’in göbeğine inmiş meydandaydım. Orada ufacık bir karınca gibiydim.
Kocaman bir meydan, ama öyle böyle değil. O hani bizim için simgeleşen Paris
görüntüsü “Eyfel Kulesi” bile meydanın uzağına atılmış gibi taaa ötede bir
yerde. Bu arada sanayileşmenin abidesi olarak 20 yüzyılın başında dikilen bu
kuleyi Fransızlar tarihi eser falan olarak görmedikleri gibi pek de
sevmiyorlar. “Eyfel Kulesinin en güzel yeri içidir. Çünkü oraya çıkıp
baktığınızda Eyfel’I görmeyeceğiniz tek yer orasıdır.” lafını hala
söylüyorlar.
Ömrü hayatımda Paris’e
gitmemiş olan ben şaşkınlık içindeydim. Filmlerde gördüğüm Paris aynen
duruyordu. Ne filmi eski romanlardaki yerleri satırlar arasında tanıyordunuz.
Fikret Mualla’nın fotoğraflarında gördüğümüz balkon ile teras arası çatı
katları aynen duruyordu. Bunların aklına “yahu şurayı katla birleştirip,
kapayalım.” demek, nasıl olur da gelmez… diye çok düşündüm. Hala tam anlamıyla
bitiremediğim müzeleri görmek vesaire unutamadığım bir an da Notre Dame’daydı.
İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olduğu yüzyıllar evvelsinde izlediğim siyah
beyaz ve sessiz sinema dönemi “Notre Dame’ın Kamburu” filminin sanki içindeyim.
Sonra o filmin sesli halini de izleyecektik. Orada da aklımıza “Bana su verdi”
tiradı yerleşecekti. İşte o kiliseninin önüne geldiğiniz de kendinizi
karıncadan da ufak birşey gibi hissediyorsunuz. Dev gibi duruyor karşınızda,
yapı. O dev yapının önüne geçip, fotograf çektirebiliyorsunuz. Bu fotografa
baktığınızda o dev bina kadraja girebiliyor. Fotoğraf karesinde bugüne ait tek
şey sizin giysileriniz. Etraftan ne bir tabela ne bir bina bugünü hatırlatmak
için girmiyor.
Paris gezisi bitmişti ve
İstanbul’a dönmüştük. Eve girdiğimizde televizyonu açtık. Şansa Paris’te çekilen
bir film vardı. Filmin tarihi ya 1970 ya da 1969’du… Yani 40 yıl önceki film. Hemen izlemeye
başladık bütün gezdiğimiz yerler o filmde de aynı şekilde duruyordu. Tek
değişen şey arabalardı. Oysa ben oralarda 1 hafta kalmıştım, bu 7 günlük aradan sonra bile İstanbul’da bir
çok şeyi değişmiş bulacaktım.
Ha orada gördüğüm iki anaktodu
daha vereyim. Bir caddede yürüyoruz ve çeşitli mağazaların önünden geçiyoruz.
Birden karşıma Mc Donalds yazısı göründü. Ama öyle garip ki. O bildiğimiz
renklerinde değil. Diğer dükkanlar, mağazalarla aynı biçimde bir tabelası var.
Neden böyle diye sorduğumuzda adamlar, “Burası Paris” lafını sarfedip, bize
“acaba deli mi, bunlar” diye bakacaklardı. Ha bir de unutmadan bir vakayı daha
anlatayım. Bu Parisliler her yere yerin altından gidiyorlar. Biz de metroya
bindik ama öyle çok durak ve onları gösteren haritalar var ki, anlatılamaz.
Yolda giderken geçilen istasyonları ve gelecek istasyonları okuyorum. Bir de ne
göreyim istasyonlardan birinin ismi, “Stalingrad”. Tabii inanmadım, ve
kendimden şüphe ettim. Belki de bir halisinasyondu. Ama duramıyordum… Ve duramadımda
ertesi günü tanıdığım bir Fransız’a “Yahu metroda ‘Stalingrad’ diye bir yer
ismi gördüm. Herhalde metro treni eskiden kalmaydı, o yüzden yeni adı
yazılmamıştı. Peki yeni adı ne?” sorusunu yöneltecektim. Tabi bu sorum
karşısında afallayan Fransız, suratıma garip garip bakacaktı. Bir açıklama
getirmem gerektiğini düşünerek, “Sovyetler bitince Ruslar bile isimleri
değiştirdi” diyecektim. Ama gene anlamıyordu Fransız, “Buranın ismi 2. Dünya
Savaşından sonra verilmişti. Stalin fasizme karşı mücadele veren bir isimdi. O
günlerin anısına bu isim verilmiş, niye değissin ki.” diyerek beni
tersleyecekti. Tabi deliliğim iyicene azıyor ve Stalinist olup olmadığını
soruyorum. Aldığım cevap tam tersine Stalin’i siyasal olarak benimsemediğini
üzerine vurgulayarak belirtiyordu. Sözün özü bu Fransızların öyle olur, olmaz
park, mahalle, semt, bahçe adını değiştirdikleri de yok.
Oysa bizim İstanbul öyle mi. Hen an bir devinim, her an bir değişim, her an bir yenilik. Beton beton üzerine... İnşaatlar... gökdelenler.
İstanbul
ara ki bulasın.
Gökdelen, beton
yığınları arasında araki bulasın.
Aptülika
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder