Blues
Caz
5 Nisan 2024
Saat: 14:00
Devasa bir Cezanne afişi bizi karşılıyor Müze Granet’in kapısına geldiğimizde.
Aix– en - Provence’in en büyük müzesi, elbette ki o kentten çıkan en önemli ressam olan Cezanne’ın tablolarıyla dolu olur. Hatta buraya bir Cezanne Müzesi de diyebiliriz gibi düşünceler aklınızdan geçiyorsa hemen unutun derim. Bu müze 1775 ile 1849 yılları arasında yaşamış bir başka Aix-en-Provencelı ressam olan François Marius Granet’ın işleriyle dolu adeta ona adanmış bir müze. İçerde devasa büyüklükteki iki salon boydan boya ona ayrılmış durumda.
Cezanne’a gelince, modern resme ayrılmış olan bölümde bir evin bir mütevazı odasını andıran bir yerde 2 duvarı ancak kaplayacak az sayıda ve ufak ebatlı tabloları bulunuyor. Değil Amerika, Rusya’daki müzelerde bile bundan daha çok Cezanne tablosu vardır. Aslına bakılırsa 1984’e kadar bu müzede bir tane bile Cezanne tablosu yokmuş.
Şimdi şöyle bir 1900 yılına gidelim ve o tarihte bu müzenin yöneticisi ve küratörü Henri Pointer, şöyle haykıracaktı: “Ben yaşadığım sürece bu müzeye Cezanne denilen herifin hiçbir çalışması giremez…” dedikten sonra, “değil tablosu onun nefesi bile buraya giremez!” emrini verecekti.
Henri Pointer’in emri öldükten sonra da 1984’de kadar sürmüş. O zamanlarda Cezanne’ın tabloları Aix’de pek rağbet görmüyormuş. Bir sanat simsarı olan Ambroise Vollard (1866- 1939) bir ara Cezanne’ın atölyesine gelip, bir çok tablosunu çok ucuza satın alacaktı. Modern sanatın en büyük simsarlarından olan bu isim, bu tabloları başta Amerika olmak üzere bir çok koleksiyonere satacaktı.
Aradan geçen 84 yıl boyunca Müze Granet’te tek bir Cezanne eseri yoktu , oysa dünya müzeleri ve koleksiyonerler bu büyük ressamın tablolarını koleksiyonlarına katarken, bu eserlere paha biçilemeyecekti.
Tarihler 1984’ü gösterdiğinde Fransız Kültür Bakanı bu ayıba son verecekti ve Cezanne’ın sekiz yağlıboya tablosunu satın alarak bu müzeye koyacaktı. 2011 yılında da ressamın Emile Zola tablosu alınacaktı. Şimdi müzede topu topu on, on iki Cezanne tablosu var ve onlar da çok küçük boyutlu.
Müzenin dev ve yüksek tavanlı salonları arasında üç odalı bir ev küçüklüğünde bir bölümde bir iki Picasso, Mondrian, Paul Klee vd. arasında bu Cezanne tabloları da Modern Sanat bölümünde bulunuyor.
Cezanne resimleri arasında en büyük ebatlı olanı da öğrencilik döneminde yaptığı Felix Nicolas Frille’ın “ Şairin Rüyası / İlham Perisinin Öpücüğü” adlı eserinin kopya çalışması. Cezanne’ın yaptığı bu kopya ile aslı yan yana konularak sergileniyor. Buraya bakarken Cezanne’ın kopya çalışmasında bile kendi kişiliği hissediliyor.
Aptulika
![]() |
Paul Cezanne - Naturmort 1865 ( 1984'te Paris Müze Orsay'dan getirilmiş.) |
![]() |
Felix Nicolas Frille’ın “ Şairin Rüyası / İlham Perisinin Öpücüğü” adlı eseri solda... sağda bulunan da Cezanne'ın kopya çalışması |
![]() |
Paul Cezanne - Bethsabee |
5 Nisan 2024
Saat: 11:19
Sainte – Victoire Dağı’nı merkeze aldığı peyzajları Cezanne için adeta bir tutkuydu. Sanatçı, şövalesini Chemin de la Marguetite ‘a kurarak en yüksek bakış açısını seçerek bu dağı çevresiyle tuvale aktaracaktı.
Bugün dünyanın en büyük müzelerinde ve özel koleksiyonlarda bulunan 11 yağlıboya, 17 suluboya resim yaparak bu tepeyi ölümsüzleştirmişti. 1902 ile 1906 arasında buraya gelip bol bol eskiz ve yağlıboya resimleri bu kırsal alanda yapmıştı.
Neredeyse her gün evinden atölyeye kadar yürüyor. Oradan da bu kırsal alana gelip çalışıyordu. Bu arada bu kırsal alan atölyesinden 2 km uzakta bir vadinin batı yakasındaydı ve Cezanne, her gün sırtında tuvalleri, boyalarıyla birlikte elinde bir ahşap sopayı baston gibi kullanarak buraya tırmanıyordu.
Biraz önce atölyeye yaptığım yokuş yukarı uzun yürüyüşten bahsetmiştim, şimdi 2 km daha yürüyecektim. Ha bu arada buralara gitmek için araba da kullanabilirsiniz, zira bu gidiş yolu daha da önce belirttiğim gibi kaymak tabaka insanlarının oturduğu semtler olmuş. Dolayısıyla bir taksi tutup gidebilirdik. Ancak Fransa’ya daha önce gittiğimde de insanlar taksi tutmamam konusunda uyarmışlardı (üstelik bu uyarıyı Fransızlar yapmıştı). Bir de madem Cezanne’ın peşi sıra dedik, o zaman yürümeliydik. Hatta öyle bir gaza geldim ki, büyük usta gibi elime bir sopa, sırtıma da bir çanta almayı bile düşündüm.
Lauves’e gitmek için bir yola saptık. Burası bir patika gibi bir yoldu ama levhadaki yazıya baktığımızda buranın özel bir mülk olduğunu görecektik. Cezanne’ın saç sakal birbirine karışmış olarak bir berduş gibi tepeye tırmandığı yollardan biri zenginlerin özel yolu olmuş. Hey gidi hey dedim ve ekledim, büyük yapıtlar veren bu büyük ressamın adımını attığı her yer değerlenmiş, oysa o hayattayken bu yollara tırmanırken çocuklar ona taş atıp dalga geçiyorlardı.
Neyse biz gene halka açık başka bir yola döndük ve devam ettik. Yürüdükçe yeşilliklerin arasındaki lüks konutlar azalıyor ve yeşil çoğalıyordu.
Ağaçların arasında geniş basamaklardan döne döne helezonik bir şekilde çıkarken büyülü bir ortama adım atıyorduk.
Tepeye çıktığımızda muhteşem bir şey oldu… O Cezanne’ın resimlerindeki manzara capcanlı karşımdaydı.
Üstelik her şey o zamanki gibi korunmuştu. Biraz önce yolda gördüğümüz lüks binalardan ufak bir görüntü bile yoktu, her şey aynen korunmuştu.
Bu arada Cezanne’ın atölyesine bakarken de etraftan tek bir yeni yapı görünmüyordu. Tabi bu manzara bakarken aklıma bizim ülke geldi ve bizde olsa şimdi buradan bakarken birkaç gökdelen görebilirdik. Oysa burası öyle güzeldi ki, Cezanne’ın açık havada resim yaptığı o ortamı capcanlı yaşıyordunuz.
Sadece yaşamakla kalmıyorsunuz, neredeyse Cezanne gibi oraya oturup resim yapmak istiyorsunuz.
Cezanne’ın tuvalini koyup resim yaptığı yeri görüyor ve onun gibi manzaraya bakıyorduk.
Yandan bir yerden çıkıp gelecekti buraya sanki. Onu burada gibi hissediyorum.
Cezanne, şövalesini çimenlerin üzerine kurmuş, boya kutusu, paleti ve fırçalarıyla yüzünü dağa doğru çeviriyor. Bu anı burada yüzyıl sonra bile aynen yaşıyoruz.
Cezanne’nın resmini yaptığı Sainte – Victoire Dağı öyle fazla özel yanı olan bir görüntü değil gibi geliyor bana ama şimdi baktığımda bana olağanüstü etkili ve büyüleyici geliyor. Bunun sebebi ise burayı Cezanne’ın resmetme tutkusuydu. O tuvale taşımaktan vazgeçmediği bu dağ için:
“ Şu Sainte – Victoire’e bakmak, ne güzel bir şey.”
demişti. “Kibirsiz mavi”leriyle harikaları ortaya çıkaran ressamın gözleri bu dağı bir büyük görkeme döndürüyordu… tıpkı basit bir oturağı başyapıta dönüştüren Van Gogh gibi.
4 yıl boyunca buraya neredeyse her gün gelen Cezanne, bu dağı ve çevresinin resmini yapmıştı. Fırtınalı bir 1906 yılı Ekim’inde gene buradaydı ve başlayan yağmuru umursamadan resim yapmaya devam edecekti. O esnada fenalaşan ressam bayılarak yere yığılır. Onu iki köylü bulur ve evine taşır. Ertesi günü yeniden atölyesine giden ressam, bir portre üzerine çalışmaya başlayacaktı.
Bu resim üzerine çalışırken bir hafta sonrası ise 22 Ekim’i 23’e bağlayan gece zatürreden 67 yaşında hayata veda eder. Bu hastalığa Sainte Victoire dağını resmetmek için yağmura ve fırtınayı umursamadan çalıştığı gün yakalanmıştı. Cezanne, resim yaparak ölmek istiyordu ve son nefesini de böyle verecekti.
Uzun ve yokuşlu zorlu bir tırmanış yapmıştım ama Cezanne’ın her yanında izi olan bir macerayı yaşamıştım.
Ancak daha yeni öğlen vakti olmuştu. Şimdi aşağıya şehir merkezine yürüyecek Müze Granet'te Cezanne tablolarını göreceğim. Tırmanmalı, inişli uzun bir yürüyüş olmuş ve hala devam ediyordu ama yorgunluk yerini büyük bir coşkuya ve heyecana bırakmıştı.
Bir sonraki yazıda Müze Granet'te buluşmak üzere.
Aptulika
5 Nisan 2024
Sabah
Kahvaltı denilince Fransa sınırlarında kahve kruvasan ile yapacaktık. Bu arada bir tespit bir de yeni edindiğim bilgiden bahsedeceğim. Fransızlar bu kruvasanı gerçekten iyi yapıyorlar ve öyle çikolata katılmasından da nefret ediyorlar (ki bu konuda çok da doğru düşünüyorlar) … Bilgiye gelince de, Fransa ile özdeş hale gelen kruvasan aslında Avusturya kökenliymiş. Daha sonraları Avusturyalı bir emekli subay Paris’te bir fırın açıp bu kruvasanı yapınca Fransızlar tarafından çok tutulmuş ve ondan sonra da olan olmuş.
Kahvaltıdan sonra çetin ve önemli bir yere yani Paul Cezanne’ın atölyesine gidecektik. Rilke’nin kitabında Cezanne’ın evinden yürüyerek atölyeye gidişini okumuştum. Böyle olunca da bunun kısa bir mesafe olacağını sanmıştım, oysa bizi çetin ve dik bir yolculuk bekliyormuş. Tabanvayla tepeye doğru gittiğimiz mesafe hiç yoksa iki kilometreden fazlaydı. Açıkcası ölçü kavramlarıma pek güvenemem ama Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’den Tünel’e olan mesafenin 3 katı kadar hem de yokuş yukarı bir yol.
CEZANNE AİLESİNİN MALİKHANESİ
Yol böyle uzun ve yokuş ama açıkçası her adımda Cezanne’la ilgili bir izle karşılaşıyorsunuz. Daha yokuşun başında Cezanne’ın doğduğu ve ailesine ait olan bir büyük yapı ile karılaşıyorsunuz. Burası şimdilerde Öğrenci Yurdu olarak kullanılıyormuş. Bohem yaşantısı ve yoksul, savruk görüntüsüyle Cezanne’ın aslında varlıklı bir aileden geldiğini anlıyoruz ve resim uğruna neleri terk ettiğini de bir güzel anlıyoruz. Tutkuların peşinde gitmenin bir bedeli oluyor yani.
CEZANNE'IN ATÖLYESİNE TIRMANIŞ
Tatlı tatlı giderken yol biraz dikleşmeye ve yokuş halini almaya başlıyor. İçinden “Yahu bu adam evinden çıkıp her gün burayı tırmanıyor mu?” diye düşünüyorum. Oysa daha yolun başındaymışız hani tırmandıkça tırmanıyoruz. Nefes nefese kalmış, dizlerimde derman kalmamışken, “iyi ki bu yolculuğu sabah erken saatlerde yapmışız” diyorum, bir de öğlen sıcağında bu yokuşu tırmansaydık, hayal bile etmek istemiyorum. Bu arada Cezanne’ın atölyesine giden yol boyunca bol yeşillikler arasında evler buraların şimdilerde zengin semti olduğunu anlıyoruz. Hey gidi Cezanne zamanında buraları taşlı tozlu, yeşillikler içinde kırsal ve fakir bölgelermiş.
![]() |
Ulaşmaya çalıştığımız atölye şöyle bir şeydi. 1960'lı yıllardan kalma bir fotoğraftan iz sürüyorduk. |
Artık bu tırmanmadan gına gelmişti ve içimden, “yemişim Cezanne’ı da atölyesini” demeye bile başlama noktasındaydım. Vazgeçmekle devam etmek arasındaydım ama artık bundan sonra geri dönmek de dangalaklık olacaktı. Neyse ki biraz yürüdükten sonra fotoğraflarından tanıdığım atölye karşımdaydı. Olmuştu işte en nihayetinde varmıştım. O da ne, kırmızı kapı kapalıydı. Acaba öğle tatili mi? Diye düşünürken saatim daha 10:00’u gösteriyordu. Kapıyı yumruklayım desem, olmaz. Bu arada zili arayım dedim ve kapıda bir yazı vardı ve şöyle yazıyordu: “Müzemiz onarım ve tadilat nedeniyle 2025 yılına kadar kapalıdır.” Oturup orada haykıra haykıra ağlamak istedim. Seneye vize alıp, buraya gelebilir miydim bilinmez diyerek kapıda bir iki poz verip, durumu idare edecektim. Bir ara o duvara tırmanmayı falan aklıma getirdimse de eşim beni vazgeçirdi.
4 Nisan 2024
Saat: 17:00
Aix – en – Provence’de gotik bir katedrale doğru yol almaya başlamıştık. Yolun sağında bir lise binasının kapısında bir tabelaya bakınca burada 1852 ile 1852 yılları arasında Paul Cezanne’ın öğrenci olduğunu öğrenecektim. 1603’te Henri IV tarafından kurulan bu okul o zamanki adıyla Bourbon Kraliyet Koleji’ymiş. Şimdiki adı ise Lycee Mignet, yolunuz Provence düşerse buradan geçmenizi tavsiye ederim. Bu lisede Paul Cezanne’ın sıra arkadaşı da büyük romancı Emile Zola imiş. Kapıda bir levha da her ikisinin ismi de “burada okudular” diye yazıyordu ve altında da Zola’nın şu sözü de yazıyordu: “Dostluğumuz vardı… sevgiyi ve zaferi yeniden yaşıyoruz.”
Rue Cardinal, No 41’de bu lisenin önünden geçerken yeni öğrenciler de kapıdaydı, bakalım onlar ne olacak.
Bu arada Cezanne ve Emile Zola’nın çocukluk ve gençlik arkadaşı olmalarını yeni öğrenecektim. Zola bir de “Eser” adlı romanında Cezanne’ı anlatmış ama bu roman iki dostun arasını bozmuş. Çünkü Zola, Cezanne’ı başarısız bir ressam olarak anlatmış. Bu kitabın yeni baskısı olmasa da 1960’larda ülkemizde yayınlanmış onu da buldum ve en yakın zamanda okuyacağım. Cezanne’ı küstüren bu romanda Emile Zola bile bu devrimci ressamı anlayamamış o zamanlarda.
Sokağın ismi Kardinal ve dibine doğru sivri kuleleriyle gotik katedrali görüyorduk. Saint Jean – de Malte Katedrali’ni gezdik. İlk dikkatimi çeken sahnenin arkasındaki dev vitraydı.
Katedralden çıktığımızda Galerie Jean – Louis Ramand’da bir sergi vardı, onu gezdik. Raphael Renaud’un resimleri hem modern hem de klasik dönem tablolarını kolajvari bir şekilde sunuyordu. İlginç çalışmalardı ve dönüşte bu ressamı biraz daha mercek altına almaya karar verdim.
Biraz da alışveriş etmek için mağazaları gezinmeye başladık. Tabi bu haliyle eşimin isteğiydi ama bu sıkıcı durumda gezinirken karşıma bir anda vitrininde boy boy Ten Ten çizgi romanı karakterlerinin bibloları, posterleri, tişörtleri ve bardak kupalarının arzı endam ettiği bir dükkanla karşılaşacaktık. Her şeyi Ten Ten karakterleriyle dolu olan bu dükkandan bol bol alışveriş ettik.
Aptulika
4 Nisan 2024
Saat: 14.00 gibi
Uçaktan indik ve otobüsle merkeze doğru yol alacaktık. Havaalanı otobüsü arada bir yerde durdu. Burası tren istasyonuydu ve oradan da insanları alacaktı. Bu bekleyiş esnasında duyduğum bir ses çok tanıdıktı. Evet tren istasyonunda David Gilmour’un “ Rattle That Lock” parçasının girişi çalıyordu. Öyle bir heyecanlandım ki, herkesin Fransızca konuştuğu yerde tanıdık bir ses duyuyordum. Bir süre sonra Gilmour’un bu parçayı Fransa’da bir tren istasyonunda beklerken trenin gelişini belirten sinyal sesinden yola çıkarak yaptığını hatırlayacaktım. Müzik bizim gibi adamlar için ayrı bir diyar ve o sesler adeta bizim diyarın dili olmuş.
4 Nisan 2024
Saat: 16.30
Aix en Provence
Bir meydandayız ve bizi bir büyük şelaleli çeşme karşılayacaktı. Orada kaldığımız her günde bu büyük çeşme bizim merkezimiz olacaktı.
Oradan yürüyoruz bir cadde ve adı Victor Hugo. Ne güzel bir şey bu gene bir tanıdıkla karşılaşmak.
Sonra gene merkeze döndük ve otelimizin bulunduğu yere doğru yol aldık. Odamıza yerleştik ama durmaksızın ufak bir banyo yaptıktan sonra gene çıktık.
İlk iş hemen bir kafeye oturduk. Göbekte bir sürü pub, kafe arasında birine yönelmem gene bir tanıdık sesle oldu. Barlardan birinde AC/DC, Who Made Who, AC/DC’den “Who Made Who” çalıyordu. Ve yapacak başka bir seçim olamazdı hemen oturduk. Orada yediğim somonun tadı hala damağımda.
Aptulika
4 Nisan 2024
Saat 11.00
Sabah yola çıkacağız ama hala şu havaalanına alışamamışım, neredeyse şoföre Yeşilköy’e diyeceğim. Neyse sabah 7 sularında çıktık ve Sabiha Gökçen’e doğru yola koyulduk. Giderken en son uçak yolculuğumu İsviçre’ye yaptığım aklıma geldi. O zamanlarda İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri olmadan bir hafta öncesiydi. Bu hem Yeşilköy Atatürk Havaalanı’ndan son yolculuğumdu ve o geziden döndüğümde de İstanbul’da belediye başkanlığı seçimlerini İmamoğlu kazanmıştı. Bu sefer de seçimler yapıldıktan sonra bir yurtdışı gezisi yapacaktım. Üstelik bu sefer hem İstanbul hem de yaşadığım ilçede de kazanılmıştı.
Böyle ufaktan politik bir ara giriş yaptıktan sonra gene yolculuğumuza geri dönelim. Pasaporttu, kontroldü, bavul teslim falan feşmekan derken uçağa 11 gibi bindik.
İstanbul’dan Marsilya’ya uçakla 3 saat, 10 dakikalık yolculuk… en azından kaptan pilotumuz böyle diyor.
Planladığım gibi uçakta Rilke’nin “Cezanne Üzerine Mektuplarının sayfalarını çevirmeye başladım. Kitaptan,
“ …Cezanne’ın tarafında: onun o doldurulmuş sıkı mavisinde, kırmızısında, gölgesiz yeşilinde ve onun şarap şişelerinin kırmızımsı siyahında. Onun da bütün nesneleri ne kadar da yoksul…”
satırlarını defterime not ediverdim. “Nesnelerin yoksulluğu” lafını Rilke, Van Gogh’un sıradan bir sandalyenin resmini yapmasından yola çıkarak Cezanne’ın tablolarına getiriyor sözü. O hepimizin imrenerek baktığı Van Gogh’un Arles’daki yoksul evinin resmini gözünüzün önüne getirin, o resme bakmaya doyamazsınız ama o eşyaların sıradanlığını bir düşünün. O sandalye, yatak , tabure öylesine sıradan basit nesnelerdir ki, bugün bile kimse onları bir tabloya konu etmeyi hem aklına getirmez hem de yakıştırmaz.
Rilke’nin kitabından deftere not ettiğim alıntıda “gölgesiz yeşiline” ve “kırmızımsı siyahına” bölümlerinin altını da kalemle çizdim. Van Gogh gibi Cezanne da resmine koyduğu nesnelerin en önemsiz , yoksul, sıradanını koyarken başka bir macerayı başlatıyordu. Van Gogh bu işi renklerle değerli hale getirirken Cezanne renkleri sadeleştirerek, nesneleri geometrik hale getiriyordu. Bu yeni bir serüvendi. Buna sadece bir serüven demek yetmez bu bir devrimin başlangıcıydı.
Rilke, “ 18. Yüzyıl Chardin mavisi” dedikten sonra ekliyordu, “kibrinden arındırılmış Cezanne mavisi”.