9 Temmuz 2021 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 178



Ömer Sami Coşar
 "Troçki İstanbul'da"
İş Bankası Yayınları
 (5. Baskı: Şubat 2020)


1970'lerin sonunda liseye gidiyorum ve o günkü ortam oldukça politik. Ben de ufaktan sola meyletmekteyim. Sol fraksiyonlara bölünüyor ve bizim  okul da bu bölünmelerden nasibini alıyor. O dönem okulda hakim olan siyasetten üç kişi ayrılacaktı. Bahçede gezinirken o üç kişi bana, "Troçkist bir örgütlenme içine giriyoruz, sende katılır mısın?" diyecekti. Bunu rock mealinde çevirirsek, hani gitara yeni başlamışsınız ama daha bir halt değilsiniz ve birileri size "Progresif bir grup kuruyoruz, gitara sen geçer misin?" demesi gibi bir şey. Açıkcası bu teklif bana çok gurur vermişti ama ufak bir engel vardı karşımda... Nasıl bir engel mi? derseniz... Troçki hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Bana o teklifi yapan üç arkadaşımın da benden biraz daha hallice olsa da bir bilgileri olmadığını biliyorum. 
 
Troçki'nin Büyükada'daki sürgün dönemi hep merak edilir hem de üzerine efsaneler üretilir. Ömer Sami Coşar'ın kaleme aldığı "Troçki İstanbul'da" kitabı bu konudaki merakı sonlandıracak bir çalışma. Açıkcası kitabı okumadan önce az biraz da magazinsel bir durumla karşılaşacağım diye de endişe duymadım dersem yalan olur hani. Ancak kitabı okuduktan sonra endişelerim son buldu. Eser, Troçki'nin İstanbul'daki sürgün yıllarını anı anına anlattığı gibi, Troçki'nin siyasal kişiliği ve görüşlerine de ışık tutuyor.  Yazının başında lise yıllarımdan kalan bir anımı anlatıp, Troçki ile ilgili bir bilgim olmadığını söylemiştim ya, açıkcası daha sonraki zaman diliminde de bu eksikliğim devam edegeldi. Bir kere Troçki ile ilgili hep eleştirel bakıştaki kaynaklardan bilgi sahibiydim. Bu kitabı okurken hem karşıt bakış hem de Troçkist bakış açısından olayları gözlemleyebildim. Bunu dedim diye kitabın yazarı Ömer Sami Coşar'ın sosyalist bir kuramcı ya da siyasi bir kişilik olduğu zannına kapılmayın. Coşar, bir gazeteci ve zamanında bu olayları takip etmiş biri. Olaylara objektif bir gözle bakarken, görüşleri de ortaya koyabiliyor ve tarihi bir kesiti bizlere taşıyor. 

Karl Marx'ın Manifesto'sunda "Avrupa'da bir hayalet geziniyor" dediği komünizm, biraz doğuda gerçekleşecekti. 1917'de gerçekleşen Ekim Devrimi ile ilk kez sosyalist bir devlet kurulacaktı. Devrimin önderi Lenin 1924 yılında hayata veda edince büyük kavga iyiden iyiye gün yüzüne çıkacaktı. Hani dillere peleseng olmuş, "devrim kendi evlatlarını yer" sözü vardır ya, az biraz da bunun için denmiştir. Lenin devrimden yedi yıl sonra ölmüştür. Ondan sonra iki isim vardır: Stalin ve Troçki. Stalin, "tek ülkede sosyalizm" der... Troçki ise, "Sürekli devrim" diyerek tüm dünyada devrimin yayılmasını ister. Bu kavgayı Stalin kazanır ve 1927 yılında Troçki  Alma Ata'ya sürgüne gönderilir. 1929 yılında ise ülke dışına çıkarılmasına karar verilir.  Böylece Troçki siyasi mülteci olarak Türkiye'ye gelir. 1929'dan 1933'e kadar Büyükada'da ikamet eder. İşte kitap bu süreci anlatıyor. Ancak bu öylesine bir dönem değil hani zira Troçki'nin bir suikaste kurban gitmesi endişesiyle korunması gerekiyor. Bu da olayı polisiye bir öyküye ya da bir macera romanına döndürüyor. Genç Cumhuriyet'in o dönemde diplomasiye hakimiyeti ve itibarı da ayrıca önem kazanıyor hani. Zira bu işi başarmak o kadar kolay değil hani. 1933'te ülkemizden ayrılan Troçki 1940'ta Meksika'da bir suikast sonucu öldürülür. 

"Troçki İstanbul'da" hem siyasi bir belge hem bir tarihi kesit hem de bir macera romanı gibi okunuyor okunmasına da benim için her şey bununla sınırlı kalmadı hani. Şöyle anlatayım... Öncelikle ben bu kitabı iki ay önce okudum. Bununla kalmadı ve birbiri ardına bunu başka kitaplar da takip ettim. Onların aşağıda resmini görmektesiniz. 



Resimden de anlaşıldığı gibi bir sosyalist külliyat okuma işine giriverdim. Bitti mi? Buyrun bakalım daha sırada bunlar da var.



Şu ana kadar Stalin mi, Troçki mi haklı mevzusunda değilim ama bu konu bilinçaltımızda bir maça dönüyor ister istemez. 

Aradan neredeyse yüzyıl geçmiş ama bu çatışma her yerde bir anda alevlenebilir. Ancak şu anda sosyalist Rusya yok. Sosyalizm bitti mi? derseniz. Bence bitmedi ama artık bu çağa yakışan yeni şeyler söylemeliyiz. Biraz da bunları araştıracağım. Bu nereye kadar sürer derseniz, insanlık yaşadığı sürece derim. Tıpkı sosyalizm gibi. Ben göremem belki ama çocuklarımız hatta onların çocukları mutlaka. Sadece özgür düşünüp, tabuların esiri olmadan. Zaten diyalektik de, "Babamızdan ilerde, oğlumuzdan gerideyiz" demiyor mu?

Peki bu arada Troçki hakkında bilgi sahibi olabildim mi?  Ne gezer!

Aptulika


Evrencan Gündüz'den Anadolu Funk!


Evrencan Gündüz son teklisi "Sen de İnanma"dan sonra yeni bir albüme hazırlandığını duyurmuştu. 

"Anadolu Funk: Vol 1" adını taşıyan yeni albümü de bugün (9 Temmuz 2021) piyasaya çıktı.   



Evrencan Gündüz'ün yeni albümü 1970'lerin Anadolu Rock tarzını modern bir soundla Anadolu Funk olarak günümüze taşımış. Anadolu Funk: Vol 1'i dinlediğimizde bir anda geçmişe doğru gidiyoruz. Albüm için, Moğollar, Cem Karaca Barış  Manço, Yavuz Çetin ve bu ülkeye emek vermiş daha birçok müzisyeni de yad ettiğini söyleyen Evrencan Gündüz; “Türk insanının kendini bir aile gibi hissettiği o zamanları hatırlatmak istiyorum.  Aslında sahip olduğumuz en büyük güçlerden biri olan birlik ve beraberlik çok şeyi olumlu şekilde değiştirebilir” diyor.

 5 yıl boyunca bu albüm üzerinde çalıştığını söyleyen Evrencan Gündüz “Önceki işlerimde yaptığım hataların hepsini not aldım. Böylece o hataları bu albümde yapmadım. 17 yaşımdan beri bu albüme koymak için beklettiğim şarkılarım vardı” diyor. Eskilerin mahalle duygusunu özlediğini belirten müzisyen komşunun komşuyu tanımadığı bir dönemde eski değerleri müzik yoluyla hatırlatmak istediğini, bu şekilde herkesi kaynaştırmayı hedeflediğini ifade ediyor.



6 Temmuz 2021 Salı

İlk Uriah Heep plağım ve John Lawton



1976 yılından 1979'a kadar Uriah Heep vokalini üstlenen John Lawton'u  29 haziran 2021 tarihinde 74 yaşındayken kaybettik. İlk aldığım Uriah Heep plağı "Innocent Victim"dı ve bu muhteşem grubu Lawton'un vokaliyle tanımıştım. 



Aldığım ilk Uriah Heep plağı "Innocent Victim" albümüydü. 1977 tarihli bu albümü 80'lerin başında almıştım. Her ne kadar Uriah Heep albümleri arasında geri sıralarda yer alsa da benim için ilk göz ağrısı olması sebebiyle ayrıcalıklıdır. Kim bilir kaç kara dinlemişimdir. Sadece dinlemek mi? O kapağı uzun uzun kaç kere izlemişimdir. 

Bu hafta "Innocent Victim" albümü uzun bir aradan sonra tekrar gündemime gelecek ve yeniden bol bol dinleyecektim. İtiraf etmeliyim ki, çok özlemişim. Bu albümü sadece plaktan dinlediğimi anladım. Ne kaset, ne CD ne de mp3 olarak dinlemediğimi anladım.  

Benim için böyle özel bir albüm gündemime tekrar geldi ama kötü bir haberle. Bu albümde vokali üstlenen John Lawton'u 29 haziran 2021 tarihinde kaybetmişiz. 74 yaşında hayata veda eden sanatçı, 1976 yılından 1979'a kadar Uriah Heep vokalini üstlenerek 3 stüdyo, bir de konser albümünde yer almıştı. 2013’teki turne sırasında grubun vokalisti Bernie Shaw’un hastalanması üzerine, kısa süreliğine de olsa tekrar Uriah Heep vokaline geçmişti.  

Aptulika




2 Temmuz 2021 Cuma

Çizgi Romanı Beyazperdede Canlandıran Adamın Çizgisi

 


Çocukluğumda ilk kez "başrol artizi" kavramıyla tanışmam Kartal Tibet'le olmuştu. Daha ilkokula bile gitmediğim yıllarda ablaların ve teyzelerin ona duyduğu hayranlığı gözlemlemişimdir. Biraz daha büyüdüğümde ise bu hayranlık Cüneyt Arkın ile Tarık Akan'a dönecekti ama iki ayrı fraksiyon olarak. Her şeye rağmen Kartal Tibet konusunda direnenler de vardı. 

Ablaların, teyzelerin hayranlıklarını izlediğim bir laboratuvara dönmüştü adeta, semtimizin iki tane olan yazlık açık hava sineması. Bu üçlünün romantik filmlerinden sonra bir değişim olacaktı ve açık hava sinemasında biz çocuklar da onlara hayranlık duyacaktık. Cüneyt Arkın "romantik jön"lükten bir anda Malkoçoğlu ve Kara Murat filmleriyle karşımıza çıkacaktı. Yaşımız biraz daha büyüdüğünde ise hafiften "sol"a meyledecektik ve o salon filmlerinin yakışıklı jönü olan Tarık Akan traşsız suratlı bir işçi sınıfı kahramanına dönüşecekti. Kartal Tibet ise bir değişim yaşamamıştı, zira o hem romantik aşk filmlerinde de "başrol artizi"ydi hem de Tarkan ve Karaoğlan filmlerinde çizgi roman karelerini beyaz perdeye taşıyan kişiydi. 

"Romantik Jön"lükten değişime uğrayan Cüneyt Arkın ve Tarık Akan'ın aksine Kartal Tibet sinema kariyerine 1960 yılında "Karaoğlan: Altay'dan Gelen Yiğit" filmiyle başlamıştı. On yıl sonra bu tarzda çekilen bir başka çizgi roman uyarlaması "Tarkan" filmleri gelse de onu aynı zamanda romantik aşk filmlerinin jönü olarak  da görecektik. Yani Kartal Tibet sinemada ayrım yapmadan her role çıkmış ve başarmıştı. 1972 yılında çevrilen "Vukuat Var" filmi, Orhan Kemal'in aynı isimli romanı ve "Hanımın Çiftliği" eserlerinden sinemaya uyarlanmıştı. O dönemin alışkanlıklarıyla bir Yeşilçam melodramına dönen bu eserler tanınmaz hale gelirken Kartal Tibet oynadığı Muzaffer karekteriyle  Orhan Kemal eserinin hakkını veren tek kişi oluyordu. 

O çocukluğumuzdaki Tarkan, Karaoğlan filmlerine üniversite yıllarımızda gülmeye başlamıştık ama şimdi tekrar düşündüğümde o kısıtlı olanaklara, teknolojinin yetersizliğine baktığımızda çizgi romanın sinemaya taşınması az buz bir şey değilmiş hani. Hele o ilk yapılan Karaoğlan filmine baktığımızda ise çizgi romanı yapan Suat Yalaz ile birikte kotarılması ve yanısıra müziğine bile itina ile yaklaşılması bugün bile övgüye değer. 

1980'lerden sonra Yeşilçam sineması bitti ve bir dönem hatıralarda kaldı. İşte o zamanlarda Kartal Tibet'i görmez olduk. Kim bilir belki de eski sararmış fotoğraflarda unuttuk bile. Oysa Tibet gene vardı. O sinemaya yakışıklılığı ile girmiş bir "jön" değildi, konservatuarlı bir tiyatrocuydu. Kariyerine de Ankara Devlet Tiyatrosu'nda başlamıştı. İşte onu 1980'lerden sonra beyazperdede görmedik ama o beyazperdede izlediğimiz bir çok filmin yönetmen koltuğunda gördük. Hafızalarımıza yer etmiş (hatta bugünkü kuşakların bile izlemeye doyamadığı) Tosun Paşa filmi onun yönetmenliğiyle çıkmıştı. Sadece o mu "Zübük" başta olmak üzere bir çok Kemal Sunal filminin yönetmen koltuğunda o vardı. Sadece yönetmenlik değil, bir çok filmin senaryosunu da kaleme alacaktı. 

Kartal Tibet'i 2 Temmuz 2021'de yitirdik. Onun ardından bir yazı yazmak istedim. Belki de bu bir vefa borcuydu. Çizerliğin "Çiziktirme" diye tanımlandığı bu günlerde, çizgi romanı sinemada oyunculuğuyla canlandıran bu insana kendimce bir saygı yazısı sunmayı hissettim. 

Aptulika


1 Temmuz 2021 Perşembe

Cenk Akyol'dan Radyo Müjdesi!


Müzik yazarı Cenk Akyol on senelik bir aradadan sonra yeniden radyo programına başlıyor. Ancak o sadece kendi programını duyurmakla kalmıyor,  "Daha doğrusu hep beraber başlıyoruz." diyerek, radyo programı için olanak arayanlara da sesleniyor. Nasıl mı? O zaman aşağıdaki yazısına kulak vereceğiz. 


 Kooperatif


Selamlar. Açık Radyo'daki Terra Incognita'dan tam on sene sonra Temmuz ayı itibarıyla  internetten yayın yapan Radio Corax'da (www.radiocorax.com) yeni bir radyo programına başlıyorum. Daha doğrusu hep beraber başlıyoruz.

Kooperatif .... Her salı saat 20:00'de Radio Corax'da 

KOOPERATİF 

Fikrin kıvılcımını “With a Little Help From My Friends” şarkısı yaktı. Sevdiği şarkıları belirli türlere göre derlemek müziğe düşkün hemen  herkesin vakit ayırdığı zevkli bir uğraş. Eskiden mahallenin plakçısına (evet her mahallede birkaç plakçı vardı) liste verilir dönemin gözde parçaları bir kasette toplanır, radyo programlarından sevilen parçalar kaydedilirdi. 

Radyo’da sevdiği müzikleri radyo başındakilere çalan programcının motivasyonu bir hayran olarak sevdiği müziklerin, sanatçıların methiyesini yapmak olduğu kadar, bir ucundan kendini özdeşleştirdiği müzisyenlerin payesinden nasiplenme isteği olsa gerek.  

90’ların sonlarında internet imkanları yokken varlığını dahi bilmediğimiz plakları P2P paylaşım araçları, torrentler, bloglar ile keşfedip heyecanlanmıştım. Bu heyecanın gazı ile 2006 – 2011 yılları arasında Açık Radyo’da Terra Incognita isimli bir program yaptım. Programın ana fikri 1950’lerde bir “kuyruklu yıldızdan” A.B.D.’ye düşen rock müziğin Anglo-Amerikan toprakları dışında kalan “taşrasındaki”  yansımalarını, insanlarını, gruplarını kamuoyuna tanıtmak, merak yaratmaktı. Demir Perde ülkelerine, İskandinavya’ya, Ortadoğu’ya, her yere uğramaya çalıştım. Makarnacı İtalyan’ları, Lahanacı Almanları, Macar makinistleri. Quebec’li caz-rockçıları Terra Incognita’da ağırladım. Bu sayede nice harika albüm keşfettim, benim gibi müzikseverlerle tanıştım. Özellikle radyo çevresinden benim gibi müzik tutkunu dostlar edindim. Bir çok müzisyene, çalgıcıya (evet çalgıcılık diye bir şey var ve küçümsenecek bir şey değil aksine benim çok değer verdiğim bir zanaat) ulaşıp, bir çoğu ile ahbap oldum. Şimdilerde ölmüş ama gömülmemiş gazeteler o zamanlar ölüm döşeğindeyken (çok değil 8, 10 sene öncesi) ulusal gazetelerde müzik yazıları yazma şansı elde ettim yine bu dostlar sayesinde. Ülkenin biricik caz portalı Cazkolik’te daha çok caz-rock eksenli yazılar, röportajlar, albüm, konser kritikleri yazma şansı buldum. 

Sosyal medya ile bu çevre büyüdü de büyüdü. Bu sayede İngiltere’de konserlere sanatçı kapısından girebildim. Sevdiğim gitaristlere bira ısmarladım. Konser düzenlemeye yeltendim. Bulut sayesinde dosya paylaşımları bu kadar yaygın değilken Kanada’lı, Brezilyalı’ İtalyan’larla gıyaben dostluk kurup, CD takası yaptım. En sevdiğim albümlerin yapımcıları, icracıları ile röportaj yapıp, merak ettiklerimi sorabildim.  Bir newsgroup sayesinde Yunanistan’dan gıyabi değil harbi bir çok  arkadaşım oldu. Oraya gittik onlarda kaldık, onlar geldi bizde kaldı.  Carlos Santana Miles Davis ile bir muhabbetinde naifçe dünyayı müzik kurtaracak diyordu. Öyle olmasa da güzelleştiriyor müzik kapkara dünyamızı. Çölde bir vaha, en azından bir serap.  

Şimdiki fikir de çevremdeki siz bu harika insanları işin içine katıp onlarında küçük destekleri ile kocaman, rengarenk bir müzik havuzu oluşturmak. 

Bu playlistleri hazırlayan sizlerden küçük açıklamalar rica edeceğim.  İnformatif değil kişisel güzellikler, ilginçlikler olmalı. Ben de bu playlistlere kendimden bir şeyler katabilir, ilgili linkler ve eklemeler yapabilirim.  Bunları bir blogda toplayacağım. O yüzden playlisti açıklayan bir paragraflık da olsa bir şeyler yazmanız güzel olur.  Programın podcasti olacak mı bilemiyorum. O konuda Acar bir şeyler düşünüyor. 

Müzik türü serbest. Playlist herhangi bir konuda olabilir. Mazinizden bir kişi, yer, olay, özel bir hatıra, toplumsal hafıza, olumlu, olumsuz her hangi bir duygu. Yeniyetme zamanlardan, yeni keşfedilenlerden, popüler, demode. Playlisti hazırlayanın keyfi nasıl isterse. 1 saatlik playlistte 15 parça da olabilir fade-out ile kısılarak 1 saate sığdırılmaya çalışılan upuzuuun  bir parça da.  Tek kıstas sizi temsil edecek bir playlist olması. 

Sizlere uygun olduğunu düşündüğüm bir playlist de ısmarlayabilirim, Seçimi size de bırakabilirim. Uzlaşırız nihayetinde. 

Spotify üç kuruş telif ödemesiyle haklı olarak eleştirilen, benim de 

 müzik dinlemeyi tercih etmediğim bir yer olsa da telif sorunu yaşamaktan kurtaracak bir platform. Bu playlistleri oluşturup, paylaşmak için kolay bir çözüm. Yeni karışık kasetler bulutlarda artık. Herkes kolaylıkla paylaşabiliyor ve ulaşabiliyor. Aynı şekilde artık herkes radyo programcısı (podcast), yazar (blog) gazeteci (twitter), TV programcısı (Youtube), fotoğrafçı (Instagram), kısa film yönetmeni (Tik Tok),  

Playlistleri mümkün oldukça orada paylaşacağımı düşünüyordum. Ama içeriği göründüğü kadar zengin değilmiş  bir çok bilinen müzisyenin dahi bazı albümleri bulunmuyor. Bir çok playlistte Youtube devreye girecek gibi gözüküyor. Orada telif sorunu olduğundan bir süre sonra paylaşımlar  yokolabiliyor. Artık olduğu kadar.

Plan kabaca bu. 

Haydi başlayalım !

30 Haziran 2021 Çarşamba

Tears ile 27 yıl sonra buluşma!

 


Seksenli yılların sonunda Gırgır'da çizmeye başlamışım ve işin işine az biraz da rock'ı katmaya koyulmuşum. Doksanlı yılların başında ise ülkemizdeki gruplarda çizgilere ve yazılara iyice girmeye başlamıştı. O dönemlerde hayalim, ülkemizde hakettiği yeri bulamayan rock gruplarının kayıtlarının çıkmasıydı. Öyle ki bir önceki on yılın nice grubu konser anılarında kalıp, kayıt olarak kalamamamıştı. Evet çocukça bir ham hayaldi benimkisi ama hayaldi işte. İşin komik yanı bir süre sonra çıkan kasetlerle bu hayal gerçek oldu. 

O dönem çıkan rock kasetlerinden biri de Tears grubunundu. Kaset çıkmazdan önce konserlerini öyle zevkle izlemiştim ki, her biri hala aklımdadır. Özellikle grubun gitaristi Özgür'ün müziğe bakışı ve zevki tamı tamına bana uygundu. Klasik bir hard rock ve heavy metal. O dönemden bu güne kadar bir iki örnek hariç bu klasik hard'n heavy anlayışını çok fazla bulamayacaktım. Ancak kaset çıktıktan sonra başka albüm gelmedi ve grup da sessizliğe büründü. 

Sözün özü Tears'ın konserleri ve çıkan tek albümü "Winds Of Dreamland" geçen bunca yıl içinde en unutamadığımdır. Yayımlandığı yıllarda rock içinde yeni türler çıkıyordu ve böylesi rafine hard'n heavy soundları kalmamıştı ve o tek kasetin günümüze bir hatıra olarak bile taşınması imkansızlaşmıştı. Hani oradan buradan dolandırmayayım da söyleyeyim: "Benim o zamanlarda sevdiğim tarz böyle bir şeydi." 

Bugün mail adresime gelen "Tears grubunun 1994 yılında kaset formatında çıkmış olan “Winds of Dreamland” albümü SCP etiketiyle remaster olarak tüm dijital platformlarda. " başlıklı mesaj beni ziyadesiyle mutlu edecekti. 

Şimdi bu maille gelen basın bültenine bir göz atarak 30 küsur yıl öncesine giderek Tears ile bir tanışalım. Tabii o yılları yaşayanların da hafızalarını bir canlandıralım derim. 

"Tears, 1989 senesinde gitarda Özgür Öztürk, vokalde Sinan Çilesiz, bas gitarda Cenap Üstel ve davulda Ergün Arpacı tarafından kuruldu. Aynı yıl bu kadro ile birkaç konser verdikten sonra ekibe kısa süreliğine davulda Ertan Aşar ve klavyede Hakan Apaydın katıldı. Bu kadro ile de bir konser verdikten sonra solist Sinan Çilesiz’n eğitim/öğretim amaçlı yurt dışına gitmesi ile grup bir sessizliğe büründü.

Sinan Çilesiz’in 1992 senesinde geri dönmesi ile birlikte albüm kaydetmek üzere beste çalışmaları başladı. 1993 yılında ilk albümleri Winds of Dreamland’in kayıtları için SKS stüdyolarında kayda giren grup 1994 Mayıs ayında Hades Records etiketi ile albümü yayınladı. Albümde tüm besteler Özgür Öztürk’e ait olup bazı şarkıların sözlerinde Sinan Çilesiz imzası vardı. Albüm, Özgür Öztürk’ün yakın arkadaşı ve aynı zamanda bir dönem Pentagram grubunun da gitaristliğini yapan ve askerlik görevinin  bitmesine 1 ay kala şehit olan Ümit Yılbar ve onun nezdinde tüm şehitlerimizin anısına adandı.

Bu dönemleri takiben peşi sıra Özgür Öztürk ve Cenap Üstel’in askere gitmeleri nedeni ile grup uzun süren bir sessizlik dönemine girdi. Sonrasında da bu kadro tekrar bir araya gelemedi.

Albüm tarz olarak klasik melodik heavy metal kalıpları içermektedir. 30/06/2021 tarihinde ise albüm tekrardan re-master formatı ile Sabih Cangil Productions etiketi tüm dijital platformlarda yayınlanıyor. Albümün re-mastering işlemleri Tanju Eren tarafından yapılmıştır."


Basın bülteninde bu yeniden buluşma süreci anlatıldıktan sonra Tears'ın yeniden dönüşününde müjdesini şu sözcüklerle alıyoruz:

"Grup, Şubat 2020 yılında yine SCP etiketi ile yayınlanan “ Flowing Portraits of 50 Years” albümü sonrasında üçüncü albüm ile ilgili çalışmalarına başlamıştır. “

Tears hem konserleri hem de "Winds Of Dreamland" isimli tek albümüyle benim için bir dönemin unutulmazıdır. Klasik hard'n heavy anlayışını çok güzel verir. Gitar bölümlerini dinlediğinizde bunun bir virtüoz gitar albümü olduğu kanısına kapılabilirsiniz. Ancak parçaların melodik yapısı ve vokalin kullanımı ile bir grup müziğiyle karşı karşıya olduğumuzla yüzleşiriz. Sinan Çilesiz'in vokalinin yumuşak tonu heavy metal tarzında yırtınmadan ya da abartılı böğürmeler yapmadan da bu işin kotarılacağını gösterir. Özgür Öztürk'ün gitarı gerçekten çok fazla virtüozite gösterileriyle doludur ama parçanın bütününde her şey olması gerektiği gibi ve parçanın hizmetindedir. Tears'ın müziğinde klavye katılımı da hard'n heavy anlayışına derinlik katar ve melodik değişimlerde ferahlatıcı kapılar açar. 

Tears müziği bende böyle etkiler bırakmıştır ama aradan ne de olsa 27 yıl geçmiş. Bunca yıl sonra albümü yeniden dinlediğimde yargılarımın pek de abartılı ( ya da o dönemin heyecanı ile hatıralarım canlandığı için) olmadığını anladım. Doksanlı yılların başındaki rock gruplarımızın yükselişinde Tears bir kanadı oluşturuyordu ama o kanada pek yüklenilmedi. Şimdi 27 yıl önceki "Winds Of Dreamland" albümünün yeniden çıkışıyla hafızamızı canlandıracağız. 

Aptulika







22 Haziran 2021 Salı

Arkeolojik kazılarda bulunan RA kayıtları



Doksanlı yılların başında rock ile ilgili yazıp, çizmeye başladığımda birbiri ardına yeni Türk rock grupları da ortaya çıkıyordu. Ancak ülkemizde seksenli yıllarda çıkan ve unutulmaz konserler veren gruplar artık tanınmıyordu. Onları hatırda tutacak kasetler de yoktu. O dönem 1970'lerdeki gruplar da gündemde değildi. Neyseki onların plakları vardı, meraklısı isteyince bulabiliyordu ama 80'lerin başındaki rock gruplarımız ancak o konserlere gitmiş olanların hatıralarında yaşayabiliyordu. Yani bir toplumun hafızası silinmiş gibiydi. Böyle olunca da yeni kuşak rock grupları her şeye yeni başlıyormuş gibiydi. 

1980'lerde Whisky ve Devil'in kaset kayıtları çıkmıştı ama o dönemden Egzotik Band, Ra, E-5 ve Ankara'da efsaneleşen AXE gibi gruplardan bir belge kalmamıştı ortada. Yani ülkemizin on yılda bir hafızsının silinmesi sonucu yola çıkan üçüncü kuşak rock grupları her şeye yeni baştan başlıyor gibiydi. 

2000'li yılların başında RA grubunun elemanı Sabih Cangil'in tekrar müziğe dönüp, solo bir albüm yapması bana sislerin dağılacağına dair umut vermişti. Böylece bir dönemin rock efsanesi RA grubu Sabih ile tekrar hatırlanmaya başladı. Ama gene de o dönemdeki RA gene sisler arasındaydı. 

Geçtiğimiz hafta Sabih Cangil'in facebook sayfasında şu duyuruyu görecektim:

"RA severlerin ilgisini çekecek yapımlar yolda: İki tane ikişer parçalık RA remaster single'ının çalışmalarına başladık. 1986 ve 1987 yıllarından 4 kayıt bulundu ve gerekli teknik işlemler yapılıyor."

Oldukça heyecan verici bir haberdi bu. Eh hoş biraz da arkeolojik kazıda bulunan bir şey gibiydi hani. Şimdi bize bu muhteşem buluşmayı beklemek düşüyor. Aslına bakarsanız bizim ülkede öyle kazılar yapılması gerekiyorki, ama şimdilik Sabih Cangil bu kazıyı 20 yıllık bir çaba ile gerçeğe döndürüyor olması da güzel ve sisler biraz olsa da dağılıyor. Dilerim devamı gelir. ,sözün özü, 9 Temmuz 2021 tarihinde "2. Remaster single RA" geliyor. Ben sizlere şimdilik çok yıllar öncesinden bir RA parçasını TRT kaydıyla sunayım.

Aptulika

 



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...