22 Haziran 2017 Perşembe

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 46

Stefan Zweig’ın “Satranç"ıyla başlayan öykü

Bir insan 75 yıl önce ölmüş birine üzülüp, keşke yaşasaydı diyerek hayıflanır mı?
  Herşey bir ay önce kütüphanede duran, okumadığım bir kitapla karşılaşmamla başladı.
Bu Stefan Zweig’in “Satranç” isimli kitabıydı. Yıllarca evde duran ama okunmamış bu kitap en nihayet ilgimi çekmişti.  İtiraf edeyim ki kitabı elime alıp, bir iki sayfa okuduktan sonra bırakacağıma adım gibi emindim. Satranç denilen oyunu ne oynamayı severim ne de seyretmeyi. Ben sadece satranç değil, tavla ya da kağıt oyunlarına bile dikkat veremem sıkılırım. Yani oyun sevmeyen biriyim. Kitabın ilk sayfalarını çevirmeye başlarken yazarın da (anlatıcı kahraman aracılığıyla) satrança pek haz etmediğini anlayacaktım. Kitaba ilgimi arttıran tek unsur bu değildi. Masalsı bir şekilde zeytinyağı gibi akarcasına hikaye beni bir aldı ki sormayın gitsin. Zweig’ın uzun öykü ye da kısa roman ( bu konuyu yazının ilerki bölümlerinde açacağım) denilebilecek bu yapıtında bir kahraman üzerinde giderken birden katılan bir başka kahramanla yeni öyküye geçilmesi çok hoşuma gitti. Böyle yazılarda romanın ya da öykünün ne olduğunu anlatmak adetim değildir ve bu kural gene devam edecek. Öykü bir gemi yolculuğunda geçiyor ve bu yazarın da hayatının son döneminde yapılan bir gemi yolculuğu ile kesişiyor. Yazarımız Avusturyalıydı ve Hitler fasizminin yerküreyi kavurduğu fasizm yıllarında 1934’te kentini, 1940’ta da kıtasını yani Avrupa’yı terkedip, Brezilya’ya yerleşti. Burada geçen iki yılın sonunda iki dünya şavaşına ve Avrupa’nın hızlı değişimine tanıklık ettikten sonra insanlığın düştüğü vaziyete daha fazla dayanayarak karısıyla birlikte bu zalim dünyayı terk etmiş. İşte “Satranç” isimli eser de yazarın Brezilya’ya göç ederken yaptığı gemi yolculuğunun izlerini taşıyor diyebiliriz. Bire biri yazarın yaşadıklarından oluşmuyor ama kurmaca bir öykü ile fasizmin yaptığ tahribatı ve yazarın kıtayı terkedişinin izlerini sunuyor. 85 sayfalık bu uzun öyküyü hiç ara vermeden, neredeyse soluk almadan okudum ve bitirdim.




Zweig, acılı bir dönemi anlatıyordu ama öyle ironik ve mizahi bir dil vardı ki diğer kitaplarını da merak eder olmuştum. Bu kitabın ardından hemen “Yakıcı Sır” kitabını aldım. O da bir solukta bitti. Devamında “Olağanüstü Bir Gece”, “Amok Koşucusu”, ”Bir Kadının Yirmi Dört Saati” ve “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” kitaplarını okuyacaktım. Bir haftada beş Zweig kitabını bitirmiştim. Aslında bu sayı artacaktı ama kendime bir sınır koydum, ama diğer kitaplarını da merak etmiyor değilim hani. Biraz ara verip, sonra devam edeceğim.

Şimdi gelelim sözün ötesine… Zweig, 1942 yılında belki de insanlığın düştüğü durumun acısından  karısıyla birlikte intihar ederek 61 yaşında bu dünyayı terk edecekti. Birinci Dünya Savaşı’nı yaşayan Stefan Zweig, sonrasında gelen Hitler fasizminden nasibini alacaktı. 1934 yılında ülkesi Avusturyayı terketmek zorunda kaldı. Geçen altı yılın sonunda bu göç de yetişmeyince Zweig, Avrupa kıtasını de terkedip, Brezilya’ya sığınacaktı ve burada geçen iki yılın sonunda da artık insanlıktan umudunu keserek intihar edecekti. Bu kararı vermesinin sebebi artık onun yazdıklarını okuyacak insanların kalmadığı düşüncesiydi. Fasizm egemen olmuştu ve onun sesini dinleyebilecek kimse yoktu artık. En azından yazarımız böyle hissediyordu.
Stefan Zweig, yazdıklarını okuyacak kimse kalmadığını düşünerek bu dünyadan çekip, gitti. O günden bu yana 75 yıl geçmiş ve ben onun kitabını okuyorum. Sadece ben mi, okuma oranın az olduğu ülkemde bile tam tekmil bütün eserleri hala yayında. Zaten satılmıyor olsa bizim yayıncılarımız yeni baskı yapmaz.

Şimdi kalkıp, bir zaman tüneli olsa ve geçmişe yolculuk yapsak ve bu agaya, “Stefan abi, yengeyle birlikte intihar etmeyin, bu fasizm dediğimiz lanet olası şey bir iki yıl sonra bitecek ve insanlık gene var olacak. Ellili, altmışlı, yetmişli yıllar gelecek senin yazdıkların okunacak. Moralini bozma” demek isterdim. Tabi bunun yanına, “Stefan Aga bunları dedim diye fazla umutlanma fasizm aralıklı olarak dünyamızda gene kendini gösterecek, emperyalizm gene dünyayı yaşanmaz hale getirecek” der ve eklerdim, “Yapacak bir şey yok dünya böyle bir şey. Ama en güzeli sen iyi ki yazdın ve ben seni yüzyıl sonra okudum.”






Yazının buraya kadar olan bölümünü geçen hafta yazmıştım, Bir iki düzeltme yapıp, tekrar gözden geçireyim derken bu hafta yayınlamak nasip oldu. Tabi bu arada yazının başında “Satranç” la başlayan Stefan Zweig okuma merakı bir anda 5 kitaba çıkmıştı. Bu haftada bunlara “Ay Işığı Sokağı”, “Bir Çöküşün Öyküsü” ve Mürebbiye” eklenince bir ayda okunan Zweig külliyatı 8 kitaba çıkacaktı. Bu arada kitapların içindeki ayraç çoğu zaman bir işe yaramadı diyebilirim, çünkü bir çoğunu başlamamla birlikte ara vermeden okudum, bitirdim. Zweig kitapları bana çocukken okuduğumuz çizgi romanları hatırlattı. Onları da bakkaldan (çocukken her bakkal gazete satardı ve çizgi roman kitapları da haftalık çıkardı) alır ve bir solukta okurduk.
Zweig kitaplarını okurken hepsinin 80 sayfayı aşmadığını gördüm. Bu yüzden ben bunları bir öykü gibi düşündüm. O nedenle yazının başında “uzun öykü” tanımını kullandım. Ancak edebiyat konusunda mahir olan bir arkadaşıma sorduğumda bunların roman olduğunu öğrenecektim. Teknik olarak roman yazımına uygun olduğu da söylenebilir. En son elime geçen “Ay Işığı Sokağı”nı okuyunca içinde beş öykünün yer alması diğerlerinin roman olmasını güçlendiriyor. Hadi şimdi buyrun “roman – öykü , şiir nasıl ayrılır?” konusunda bir tartışma açalım mı? Bunu işin erbablarına, edebiyat eleştirmenlerine ya da editörlere bırakalım, ben eninde sonunda okuyucuyum. Kitaplardan keyif aldım ya ötesi beni ilgilendirmiyor.

Stefan Zweig kitaplarını öve öve bitiremedim ama sizi uyarmam da da yarar var hani. Yazarımız biraz bunaltıcı konular anlatıyor. Benim gibi birbiri ardına okumaya başlarsanız, içim karardı diyebilirsiniz. Hoş ben bunaltıcı, sıkıntılı kitaplardan pek haz etmem. Gençlik dönemimde etrafta herkes Albert Camus’yu överdi ve bende aldım bir kitabını okudum bir daha da elime almadım. Simdi bir daha deneyeyim diyorum ama pek yeltenemiyorum hani.  Camus bir yana ama Zweig’ın biraz daha farklı olduğunu gözlemledim. İlk önce bir öykü sihirbazı olduğunu farkettim. Tam anlattığı öyküye dalmışken arada giren biri ya da bir mektup olayı yeni bir öyküye geçiriveriyor. Anlatılan öykünün içine sizi alan bir atmosfer var ki yaşıyorsunuz. İşin ilginç yanı yaşanan kötü son ya da kaybedilmişlikte öykünün içinden çıkıyor ve izleyici konumuna geçiyorsunuz. Bu yabancılaştırma yöntemi acıklı ya da insanlığın durumuna bunaltıcı etki yerine toplumcu bir tahlile yönelmenizi sağlıyor.
Zweig’in eserlerinde dikkatimi çeken yanlardan biri de sınıfsal bakışı oturtabilmesi ve bulunduğu sınıfı sorgulayabilmesi. Burjuva ahlakınının iki yüzlülüğü çok iyi verilebilmiş.
Zweig’ı biraz bizim Sabahattin Ali’ye benzettim. Bu benzetme yazdıklarından çok kaderdaşlıklarından mütevellit. Her ikisi de İkinci Dünya Savaşı yıllarında fasizme direnirken çağına öncü olmuşlar. Zweig, fasizmin insanlığı düşürdüğü durum sonucu ülkesini ve kıtasını terketmiş ve o da yetişmeyince hayatına son vermiş. Sabahattin Ali ise fasizm tehlikesine karşı insanları uyarıp, meydan okurken ölüm daha sınıra ulaşmadan bir hain pusuda onu bizden alacaktı. Aslında her ikisini de bizlerden alamadılar... onların yazdıkları hala okunuyor. 
Aptulika
22. Haziran. 2017
gece vakti.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...