9 Ocak 2014 Perşembe

Sait Faik Renkleri



Bedri Rahmi, “Delifişek” kitabında onun ölümünden sonra yazdığı bir yazısına yer vermiş:
“ Fakat şurası da muhakkak ki, eğer bu yazılacak olanların onda biri Sait yaşarken yazılmış olsaydı belki onu daha uzun müddet aramızda bulurduk. Sahici sanatkarların hepsi gibi Sait de hiç durmadan eserinden şüphe ediyor, hiç durmadan için için kendini kemiriyordu… Bizler eli kalem tutanlar onu yeter derecede destekledik mi? Zannetmiyorum.”
Sait Faik Abasıyanık’ın babası tüccardı ve oğlunun da tüccar olmasını istiyordu. Bu sebeple onu İktisat  okuması için Viyana’ya gönderir ama kısa bir süre sonra sanat aşkından kendini Paris’e atar. Memlekete dönüşte öğretmenlik yaptı. Babasının israrı ile bir ara ticaret hayatına atılsa da ortağının attığı kazıkla bu macera da bitti. Ve artık Sait Faik yazarak hayatını kazanacaktı. Kimi zaman bir gazetede muhabir olarak kimi zaman da öyküler yazarak.  Ama “Yazmak” müspet bir iş miydi?
“Çalgılı kahveler, adi ‘Vuslatın başka alem’ denildiği çirkin, korkunç şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler, muhallebiciler sabahtan akşama kadar müspet iş görenleredir? O da müspet iş istiyordu. Sahiden istiyordu. Biliyordu ki, o da, bir iş yapacak değil. Kendi başına ne yapabilir? Birisine hizmet edecekti. Ona yüz kuruş kazandırırsa iki kuruşunu hak edecekti. Yüzüne bakan iki kuruşu ona vermezdi. Yüz kuruşluk iş göremezdi ki günde o. İş sahibi ona bakınca bana kazandıracağı beş kuruşun ikisini ona veremem nesine? diye  düşünebilirdi. Başka işler de vardı. Ama ne yapmalıydı? Ne çeşit müracaatlar yapılırdı? Kime yalvarmalı, kime kendini göstermeliydi? Şöyle bir bakıyor, kendini şöyle bir tartıyor. Hayır, hayır! Hiç bir işe layık değil. Hakkı var insanların. O dünyaya hayretle bakmaya doğmuştur. Hiç bir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Başını alıp yollarda dolaşmaya, insanlar neler yapıyor diye görmeye,görmemeye gelmiştir. “
diyor  “İp Meselesi” öyküsünde , Sait Faik.
Peki bu şehir hayatında, bu karmaşada ne yapacağız? Hiç sıkıldığımız olmadı mı? Bakın ne diyor “Luzumsuz Adam” öyküsünde :
“Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor.”
Sait Faik öykülerinden notlar alıp, bir yere yazıyorum ve sanki bir müzik albümünden parçalar dinliyormuş gibi arasıra tekrar okuyorum. İşte onlardan biri daha:
“Bilmeyiz ki bu çeşit sevincin tadını tatmadık ki. Düşünmeye başlayalı beri birgün sarhoş olmadan gülmedik ki.”
Eskiden zanaat ustaları varmış. Bir kısmını çocukluğumuzdan hatırlarız belki de. Onlar ellerinin maharetini usta çırak ilişkisiyle elde edip, yaşama renk veren insanlardı. Bir anlamda halk sanatçılarıydı. Kimi zaman bir at arabasına rengarenk resimler yaparlardı. Kimi zaman da bir ayakkabı boyacısının kutusuna renkleriyle hayat verirlerdi. Artık nerede o marangozlar, büyük dev alışveriş merkezlerinde hazır lop ucuzundan alıyoruz. El işçiliği, maharet artık yerle yeksan.  İşte “Gün Ola Harman Ola” öyküsünde Sait Faik onlardan birini beynimizin sağırlığına 50 yıl önceden kazımış.
“Canım Mercan ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat ehliyiz. Yazı yazıyoruz a. Ne Mercan Usta’ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne bülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte… Sofralarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık.”
Sait Faik’in bir de Sahmerdan öyküsü var, şimdilerde aklıma gelen.  Orada anlatılan işçi ve verdiği emek mücadelesi hem gerçekçiliği açısından hem de sınıfsal bakışıyla unutulmazlar arasındadır. En azından benim için.
Sait Faik kimi zamanda bir ressam gibidir. Sanki harfler onun boyaları, daktilosu bir palet olmuş ve tuvale akıyor.

İşte böyle bir paylaşayım dedim.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...