Bedri Rahmi, “Delifişek” kitabında onun ölümünden sonra
yazdığı bir yazısına yer vermiş:
“ Fakat şurası da muhakkak ki, eğer bu yazılacak olanların onda biri
Sait yaşarken yazılmış olsaydı belki onu daha uzun müddet aramızda bulurduk.
Sahici sanatkarların hepsi gibi Sait de hiç durmadan eserinden şüphe ediyor,
hiç durmadan için için kendini kemiriyordu… Bizler eli kalem tutanlar onu yeter
derecede destekledik mi? Zannetmiyorum.”
Sait Faik Abasıyanık’ın babası tüccardı ve oğlunun da tüccar
olmasını istiyordu. Bu sebeple onu İktisat
okuması için Viyana’ya gönderir ama kısa bir süre sonra sanat aşkından
kendini Paris’e atar. Memlekete dönüşte öğretmenlik yaptı. Babasının israrı ile
bir ara ticaret hayatına atılsa da ortağının attığı kazıkla bu macera da bitti.
Ve artık Sait Faik yazarak hayatını kazanacaktı. Kimi zaman bir gazetede muhabir
olarak kimi zaman da öyküler yazarak.
Ama “Yazmak” müspet bir iş miydi?
“Çalgılı kahveler, adi ‘Vuslatın başka alem’ denildiği çirkin, korkunç
şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler, muhallebiciler
sabahtan akşama kadar müspet iş görenleredir? O da müspet iş istiyordu. Sahiden
istiyordu. Biliyordu ki, o da, bir iş yapacak değil. Kendi başına ne yapabilir?
Birisine hizmet edecekti. Ona yüz kuruş kazandırırsa iki kuruşunu hak edecekti.
Yüzüne bakan iki kuruşu ona vermezdi. Yüz kuruşluk iş göremezdi ki günde o. İş
sahibi ona bakınca bana kazandıracağı beş kuruşun ikisini ona veremem nesine? diye düşünebilirdi. Başka işler de vardı. Ama ne
yapmalıydı? Ne çeşit müracaatlar yapılırdı? Kime yalvarmalı, kime kendini
göstermeliydi? Şöyle bir bakıyor, kendini şöyle bir tartıyor. Hayır, hayır! Hiç
bir işe layık değil. Hakkı var insanların. O dünyaya hayretle bakmaya
doğmuştur. Hiç bir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Başını alıp yollarda
dolaşmaya, insanlar neler yapıyor diye görmeye,görmemeye gelmiştir. “
diyor “İp Meselesi”
öyküsünde , Sait Faik.
Peki bu şehir hayatında, bu karmaşada ne yapacağız? Hiç
sıkıldığımız olmadı mı? Bakın ne diyor “Luzumsuz Adam” öyküsünde :
“Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine
yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle
birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor.”
Sait Faik öykülerinden notlar alıp, bir yere yazıyorum ve sanki
bir müzik albümünden parçalar dinliyormuş gibi arasıra tekrar okuyorum. İşte
onlardan biri daha:
“Bilmeyiz ki bu çeşit sevincin tadını tatmadık ki. Düşünmeye başlayalı
beri birgün sarhoş olmadan gülmedik ki.”
Eskiden zanaat ustaları varmış. Bir kısmını çocukluğumuzdan
hatırlarız belki de. Onlar ellerinin maharetini usta çırak ilişkisiyle elde
edip, yaşama renk veren insanlardı. Bir anlamda halk sanatçılarıydı. Kimi zaman
bir at arabasına rengarenk resimler yaparlardı. Kimi zaman da bir ayakkabı
boyacısının kutusuna renkleriyle hayat verirlerdi. Artık nerede o marangozlar,
büyük dev alışveriş merkezlerinde hazır lop ucuzundan alıyoruz. El işçiliği,
maharet artık yerle yeksan. İşte “Gün
Ola Harman Ola” öyküsünde Sait Faik onlardan birini beynimizin sağırlığına 50
yıl önceden kazımış.
“Canım Mercan ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat
ehliyiz. Yazı yazıyoruz a. Ne Mercan Usta’ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne
yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne bülbülleri üfleyenlere saygı
duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte… Sofralarımızı,
gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık.”
Sait Faik’in bir de Sahmerdan öyküsü var, şimdilerde aklıma
gelen. Orada anlatılan işçi ve verdiği emek
mücadelesi hem gerçekçiliği açısından hem de sınıfsal bakışıyla unutulmazlar
arasındadır. En azından benim için.
Sait Faik kimi zamanda bir ressam gibidir. Sanki harfler
onun boyaları, daktilosu bir palet olmuş ve tuvale akıyor.
İşte böyle bir paylaşayım dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder