Sayfalar

26 Mayıs 2023 Cuma

25 Yıl Önce Tina Turner, İstanbul'u Sarsmıştı!



Hayatım boyunca stadyumda tribünde oturup, futbol maçı seyretmeye sadece bir kere gittim. Ama stadyuma gitme sayım, en azılı futbol tutkunu kadar vardır, ancak tribünde değil, saha içinde bulunarak.Öyle isimleri stadyum konserinde dinledik ki, say say bitmez. Bana sorarsanız onlar arasında bir tanesi vardır ki, benim için ayrıcalıklıydı. Aynı konseri bir daha izlesem dediğim tek konser Tina Turner'ınkidir. O günden bir fotoğraf ya da video olsa diyorum ama ne gezer... O zamanlar böylesi akıllı telefonlar yoktu, hatta cep telefonu bile taş devrinden kalma gibi ve de herkeste yoktu. O dönemlerde konser öncesi "Fotoğraf , video çekmek yasaktır" anonsu yapılırdı, bir de üstüne üstlük. 

20 Eylül 1998... yani bundan tam 25 yıl önce (şaka gibi) Tina Turner İstanbul'a konser vermek için gelmişti. Stadyum konserleri genellikle Avrupa yakasında İnönü Stadyumu'nda olurdu. Bu sefer ki Asya yakasında  Fenerbahce Şükrü Saraçoğlu Stadında olacaktı. Açıkcası konser için bu stadyumun seçilmesi ilginç bir prosedür sonucu olmuştu. Tina Turner, TDK’nın sponsorluğunda Avrupa Turnesinde konserler veriyordu. Oysa İstanbul konserini yapacak olan organizatör Ahmet San’ın bu konser için Pepsi’yi  sponsor olarak tercih ediyordu. Ancak Tina Turner'ın Avrupa konserleri için TDK'nın dışında başka bir sponsor olamıyordu, bu kağıt üzerinde anlaşma olarak imzalanmıştı. Bunun üzerine  Ahmet San konseri Avrupa yerine Asya yakasındaki Şükrü Saracoğlu Stadyumu'na taşıyarak bu sponsor krizini çözümleyecekti. Yani Tina Turner İstanbul konserine Avrupa turnesi kapsamında değil, Asya Turnesi kapsamında gelmişti. Böylece Turner, tek konserlik bir Asya Turnesi yapmış oldu. 



Bu arada zaten Tina Turner'ın Avrupa Turnesi kapsamında İstanbul yoktu.  Barcelona ve Lizbon konserleri arasındaki dört günlük boşluk bulunan Turner, yıllar önce Paris’te verdiği bir sözü tutmak için İstanbul’a gelmeyi kabul etmişti. Ahmet San ile Tina Turner 1970’lerde Paris’te tanışmıştı. O zamanlarda San,  Tina Turner'dan bir İstanbul konseri sözü almıştı. O dönemin şartları içinde bu konser gerçekleşemez ve yıllar sonra Turner’ı, Avrupa turnesi esnasında gören  Ahmet San, kendisine yıllar önce verdiği sözü hatırlatır ve İstanbul' davet eder.  Böylece 20 yıl önce verdiği sözü yerine getirmek isteyen Turner, turne programında olmamasına rağmen aradaki 4 günlük boşluğu değerlendirerek İstanbul'a konsere gelmeyi kabul eder.   

Tina Turner İstanbul’a, Barcelona’dan 160 kişilik ekibiyle birlikte THY uçağı ile gelmişti. Havaalanında VIP Salonu’nda basın mensupları onu karşıladı. Ama sadece 10 saniyelik fotoğraf çekme, görüntü alma süresi verilince kıyamet kopup, basın mensuplarıyla tartışmalar çıkacaktı.  Hyatt Regency Oteli’nde kalacak olan Tina Turner’ı korumak üzere kendi özel korumaları dışında 225 kişilik bir ekip görevlendirilmişti.


Konser günü geldiğinde Kadıköy'e Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'na gittim. Burası İnönü gibi ferah değildi, daha kapıdan girerken adeta, "Burası Kadıköy, burdan çıkış yok" der gibiydi. Sonra stadın kapıları açıldı, amanın o da ne stadın tribünleri üzerime üzerime geliyor, beni adeta sıkıştırıyordu. Orada rakip takım oyuncu olmak istemezdim, zira tribünler öyle bir baskı yapardı ki. Bu arada bunu başaran mimarın dehası için alnından öpmek isterim. Ancak bu konser için ilk defa saha içi bilet aldığıma pişman oldum, çünkü tribündekiler üstüme geliyormuş gibiydi, içimden "gözünü sevdiğim İnönü..." dedim ve "orada kafamı kaldırdığımda yıldızları görürdüm, burada ise izleyenler yıldız olmuş." diye ekledim. Bu arada Fenerbahçe'nin rakibi olan takımlara Allah kolaylık versin derim. 

Tina Turner'dan önce açılış grubu olarak Haluk Levent sahneye çıkacaktı. Ve tabi ondan sonra Tina'ya sıra gelmişti. 

 Bu tribün baskısı içinde konseri nasıl izleyeceğim derken ışıklar sönüp yandı ve etrafa bir James Bond filmi havası yayıldı. Bu Tina Turner'ın James Bond filmi için yaptığı "Golden Eyes"in müziğiydi. Sahnede müzisyenler ve dansçılar vardı ama Tina yoktu. Uzun bir girişten sonra havada yüksek bir vinç görecektik ve onun üzerinde Tina Turner vardı ve muhteşemdi. Bu arada statla ilgili düşüncem değişiverdi birden. Büyüleyici ve görkemli bir başlangıçtı. 

 Konserde ‘Private Dancer’, ‘What Love got to Do with It’, ‘Proud Mary’ gibi   klasikleşmiş şarkılarını canlı olarak Tina Turner'dan dinlemek harikaydı doğrusu. Bir de buna muhteşem dans grubunun olması da cabasıydı hani. 

Evet bundan 25 yıl önce İstanbul'dan bir Tina Turner geçti ve görüp göreceğimizde o kadarmış. Ama o konser hiç bir zaman akıldan çıkmayacak. 

Aptulika



Kaynaklar:

https://10haber.net/2023/05/26/tina-turner-yillar-once-istanbulda-firtina-estirmisti-191376/

Milliyet gazetesi , 20. Eylül 1998

https://lcivelekoglu.blogspot.com/2015/09/19-yil-once-bugun-annie-mae-bullock.html


Not: Konserin ne kaydı ne de fotoğraflarının olmadığını söyledim ama aynı tarihlerde Avrupa'da yapılanlardan birinin videosunu veriyorum. Görüntü biraz bozuk ama o açılıştaki muhteşem girişi görebilirsiniz. 





Dik Duran Kadın: Hoşçakal "Proud Mary" !



1970'li yılların siyah beyaz televizyon yayınlarında "Uzay Yolu" (Star Trek) isminde bir dizi vardı. Her hafta TRT ekranlarının başına geçip, merakla izlerdik. Dizideki karekterlere öyle kendimizi kaptırmıştık ki, onlar sanki ailemizden, mahallemizden birileri gibiydi. Mistır Spak, Kaptan Kirk, Doktor McCoy isimleri aklımıza bir kazınacak ve bu zamana kadar da hiç çıkmayacaktı; ama oradaki karekterlerden biri vardı ki onun adı değil fiziği de aklımızdan çıkmayacaktı. Bu kişi Teğmen Uhura idi ve siyahi, güzel bacaklı, vamp ötesi seksilikte bir kadındı. Ona öyle hayrandık ki, bu hayranlık yıllar geçse de bitmeyecekti. Delikanlılık günlerimizde o seksi bir kadındı ama bir o kadar da dik duruşlu, akıllı, vakur bir tavrı vardı. Hem siyahi hem kadın olarak meydan okuyan bir dik duruştu ondaki. 

Teğmen Uhura rolünü oynayan Nichelle Nichols'ı geçtiğimiz yılın Temmuz ayında 89 yaşındayken yitirdik. O günlerde onun ölüm haberini veren bir yazıyı okuduğumda da "Uzay Yolu"nda Uhura rolü için özellikle Nichols'un seçildiğini. öğrenecektim. Uzay Yolu dizisinin senaristi ve yapımcısı Gene Roddenberry filmde önemli bir rolü olacak karekter için hem siyah hem de kadın olacak birini düşünüyoru ki böylece ırk ayrımı algısını bozmak ve karşı çıkmayı hedefliyordu.  Böylece seçilen ve bu rolü oynayan Nichelle Nichols, bir televizyon dizisinde baş rollerde oynayan ilk siyah kadın olacaktı. Hatta Roddenberry'nin bu karekter için Afrika dillerinde "Gurur" anlamına gelen "Uhura" ismini seçmesi de pek tesadüf değildi. 

1960'ların başında ABD'de ırk ayrımının etkisini kırmak amacıyla böyle bir karekter bulunmuştu ama bu o dönem için o kadar da kolay değildi. Çekimler başlamıştı ama toplumdaki alışkanlıklar ve tabii önyargılar kolay kırılmıyordu. Uzay Yolu çekimleri için stüdyoya Uhura rolünü oynamak için giden Nichols kapıdaki görevliler tarafından ten renginden dolayı içeri alınmayacaktı. Bu davranış sebebiyle diziden Nichols, seti terkedecek ve diziden ayrıldığını belirtecekti. Yapımcının araya girmesiyle sanatçıyı tekrar diziye dönmesi için ikna eden kişi de sivil haklar lideri Martin Luther King Jr. olacaktı. 


Irk ayrımına karşı çıkan ve siyahların hakları için mücadele eden Nichelle Nichols'un yani Teğmen Uhura'nın bizi ekrana bağlayan seksiliği ve uzun bacakları değil; o vakur bakışlı, dik duruşuydu. Onu gördüğümüzde yıllarca ırk ayrımına uğrayan siyah bir kadının meydan okuyan, kendisini ezdirmeyen, gururlu, "ben de varım" deyişini duyuyorduk. 


*



1970'lerin sonuna doğru The Who'nun rock operası "Tommy"nin filmi ülkemize gelmişti. Beyoğlu'ndaki Emek Sineması'ında harika bir ses sistemiyle o filmi izlediğimde oradaki "Acid Queen" karekterini hiç unutmayacaktım. İşte Tina Turner'la böyle tanışacaktım. Sonrasında 1980'li yılların Tina'sı olarak müzik dünyasına taşınmış, yeni bir "Teğmen Uhura" etkisi yaşayacaktım. 


O seksi, güzel bacaklı, vamp bir Acid Queen'di... ama o müzik hayatına çok önceden kocası Ike Turner ile "Ike and Tina Turner" olarak başlamıştı. O zamanlarda yaptıkları muhteşem albümleri daha sonradan dinlediğimde ilgim daha da artacaktı. 

Ike ve Tina Turner, 1963'te başladıkları birlikteliği 1966 yılında zirveye taşıdılar.  Ancak 70'lerin ortasına doğru Ike'ın uyuşturucu bağımlılığı ve şiddet yanlısı olması Tina üzerinde hem fiziksel hem de cinsel tacize dönecekti. Bir konser turnesi için gittikleri Dallas'ta, bu baskılara daha fazla dayanamayarak kaldıkları otelden kaçan Tina Turner'ın cebinde sadece  kocasından kaptığı 36 sent vardı. Bu kaçış o kadar da basit değildi, Ike'ın şiddetinden kaçmak için çoğu yerde saklanmak zorunda kalacaktı. Bu kaçış, saklanış iki yıl sürecek ama sonunda Tina açtığı dava ile boşanacaklardı. 

Boşanmıştı ama Tina için her şey düzelmiş değildi. Bu sefer de Ike and Tina Turner olarak verecekleri konserleri bıraktığı için dava üzerine dava açılıyor ve maddi olarak bunları karşılayamıyordu. Turner, United Artists yöneticisi Mike Stewart tarafından kendisine verilen finansmanla borçlarını ödemek için solo olarak konser turnesine para almadan devam edecekti. 


1980'li yıllara gelirken tek başına kendini yeniden kanıtlamak için büyük mücadele verdi. Boşanmasının ardından eşinden gelecek şiddet korkusu hala devam ediyordu. Bir de buna davalar sonucu oluşan borçları ödeme zorlukları ekleniyordu.  Tina, müzikal olarak bir yandan da kendini var etmek zorundaydı. Yani her şeye yeni baştan başlayacaktı. İşte bu dik duruşlu mücadeleci kadın 1980'lerden sonra kendini yeniden hem de tek başına var etmişti. Böylece müzik tarihinin en güçlü vokali ve bir "Rock 'n' Roll Queen" abidesi çıkacaktı. 

Ike and Tina Turner ve solo dönemlerinde de "Proud Mary"i onun sesinden dinlemek doyulmaz bir keyiftir. Bu unutulmaz klasiği bir çok grup ve şarkıcı seslendirmiştir ama Tina Turner'ın yorumu bir nevi turnasol kağıdı gibidir. O şarkıda anlatılan Mary, nice zorluklar, çelmelerden gururla çıkabilmiştir ki işte bu Tina Turner'dır. 

Tina Turner, bir kadın dik duruşu abidesi olduğu için gerçek bir "Rock 'n' Roll Queen" olması boşuna değildir. 

Aptulika



24 Mayıs 2023 Çarşamba

O Gerçek Kraliçe'ydi: "Queen of Rock 'n' Roll"



Açıkcası dilim varmıyor bu haberi vermeye...

O Rock'n' Roll'un Kraliçesi

Tommy filminde unutamadığım

Acid Queen

yani 

 Tina Turner 

Bugün 24 Mayıs 2023 , 

Çarşamba günü 

83 yaşında öldü.

Gerçekten dilim varmıyor...



 

İlham Gencer Yüzyılı


Türk caz müzisyeni, piyanist İlham Gencer hayatını kaybetti. Bir süredir Bodrum'da bir hastanede tedavi gören ünlü sanatçı 100 yaşındaydı. 




Bundan bir kaç yıl önce Kuruçeşme durağında otobüs bekliyorum. Arkamda iki kişi konuşuyor ve erkek olanın sesini bir yerlerden hatırlıyorum. Çok düzgün bir telaffuz , tertemiz bir eski İstanbul Türkçesi (ama öyle ağdalı Osmanlıca falan değil). Çaktırmadan arkama doğru bir göz attım ve tahminim doğruymuş; bembeyaz nefis bir takım elbise ile İlham Gencer, yanında genç bir hanım benimle birlikte otobüs bekliyorlar. Cazın bu dev piyanisti ile aynı durakta mıyım yoksa lordlar kamarasında mıyım açıkcası anlayamadım.  


Otobüs geldi ve bindik. Öyle önden atlayıp otobüse dalamazdım haliyle onlardan sonra bindim. Tam akbilimi bastıracağım, o sıra oturan kadınlardan biri Gencer'e "buyrun oturun" diye yer vermez mi, işte an sanki otobüste değil de başka bir boyuttaydık. İlhan Gencer, gür ama nazik bir tonla,"Ben Cumhuriyet çocuğuyum! hanımefendiler ayaktayken oturamam." diyecekti. O andan itibaren otobüsün içindeki her yaştan bütün kadınlar büyülenmiş gibiydi. Bu büyü ben Kuruçeşme'den Beşiktaş'a gidene kadar sürdü. 

O gün içimden "Aramızda 20 yaş fark var ama ben ondan daha yaşlı görünüyorum" diye geçirmiştim. Oysa ne 20'si benden kırk yaş büyükmüş İlham Gencer. Geçtiğimiz sene 100. yaşını kutlamış bile. 


Büyüklerimden duymuştum, o Çatı Kulüp'te çaldığı yıllarda genç kızlar onu büyülenmiş olarak dinlermiş. 1960 yıllarda açtığı Çatı Kulüp, o dönemin caz müzik yapılan mekanıydı ve Tülay German'dan bir çok isme kadar orada çıkmıştı. İlham Gencer, 1950'lili yıllarda Türkiye'ye gelen Amerikalı şarkıcı Eartha Kitt'e "Kâtibim" şarkısını öğretti. Kitt 1953 yılında, "Uska Dara-A Turkish Tale" adıyla yaptığı plağı ile dünya çapında yeniden ünlenecekti. 

 Cem Karaca müziğe adım atarken iki ustası olacaktı ve bunlardan biri İlham Gencer'di, biri de Ruhi Su idi. İşin komik yanı iki ustanın da siyasi olarak birbirinin zıddı cephelerde yer almasıydı. İlham Osman Gencer adındaki "Osman"ı mahkeme kararıyla Bozkurt İlham Gencer  olarak değiştirecek kadar koyu bir milliyetçi olan sanatçı, MHP kurucusu Alparslan Türkeş'in uzun süre danışmanlığını yapmıştı. 


Her ne kadar İlham Gencer'in siyasi fikirlerine taban tabana zıt olsam da (hele 1970'lerde) müzikal yanını hep değerli bulmuşumdur. Dinleme imkanım sadece TRT Caz Orkestrası konseriyle, bir iki eski plak ve televizyon kaydıyla kısıtlı kalsa da ülkemizde caz müziğine verdiği öncü katkısıyla unutulmayacak müzisyenlerin başında gelecektir. 

24 Mayıs 2023 günü 100 yaşında hayata veda eden İlham Gencer, caz müziğini ülkemizdeki güçlü piyanistlerinden biri olarak abideleşmiştir.

Aptulika







Liste Başı PLAKLAR - 24 Mayıs 2023

 


Plaklar dedik ama lafın gelişi... Yoksa bu yeni çıkan albümlerle ilgili bir sıralama olacak. 

Bu liste tamamen benim beğenimden oluşuyor ve her hafta yayınlamaya devam edeceğim.

Evet bu haftanın listesi. Şimdilik tür ayrımı yapmadan oluşturdum. 


1. Mirror in the Sky - YES


2. Live in Györ - DJABE & STEVS HACKETT


3. Lost Ghost - KEREM GÖRSEV



4 - Guitarists of İstanbul - Guitarists of İstanbul
5. Tales Of Time - JOE BONAMASSA
6. Dokuz 1 - OZAN MUSLUOĞLU
7. Eventually - JACOP YOUNG
8. Drastic Symphonies -  DEF LEPPARD
9. "72 Seasons" - METALLICA
10. RökFlöte - JETHRO TULL



23 Mayıs 2023 Salı

Kim demiş Aptulika'nın Türkülerle İşi Olmaz diye!


Geçtiğimiz hafta sonu Nuri Sesigüzel'i kaybettik. 1960'lı yılların en şöhretli halk müziği ses sanatçısı alışılageldik türkücülerin aksine baş rol oynadığı filmleri, posterleri, magazin haberleriyle bir dönemin adeta pop starıydı. O yıllarda her evde bir 45'lik plağı mutlak bulunurdu. Sonra bir baktım ki, bu rüzgar bana da değmiş, bir zaman ben de Nuri Sesigüzel çizimi yapmışım. Bunun hakkında bir yazı yazayım dedim, yazı bittiğinde bir baktımki ben Türk Halk Müziği ve türkülere pek de yabancı değilmişim hani... 


Nuri Sesigüzel'in ölüm haberini duyduğumda bir kaç yıl önce bir sahaf arkadaşıma yaptığım bir plak kapağı aklıma geldi. Orijinal çizim olarak yapılıp, satıldığı için elimde neyseki bir fotoğrafı kalmış. Kendi kendime, "Vay be" dedim ve ekledim, "sadece rock değil Türk Halk Müziği'ne de kalem atmışım demekki." 

Türkü ya da Türk Halk Müziği konusunda pek ilgim ve bilgim olmamıştır hani. Çocukluğumda da babam Türk Müziği ile amatörce ilgilendiği için evimizin içi Münir Nurettin, Safiye Ayla, Ayla Büyükataman sesleriyle doluydu. Şimdi ona bilerek Türk Sanat Müziği demedim zira babamın zevkinde 1970'lerde popülerleşen örneklere karşı kırmızı çizgiler mevcuttu. Mesela Zeki Müren'in eski çalışmaları ve besteleri tercih edilirdi.

Türküye gelince belki de sadece Aşık Veysel'i bilirdim. Küçüklüğümde eniştemin arkadaşı olduğu için Şakir Öner Gülhan'ı tanırdım. Teyzemlere misafirliğe geldiklerinde eniştem onu zorlar ve türkü okuturdu. Ha sakın Şakir Öner Gülhan'ı öyle "bize bir türkü patlat" laubaliliğinde biri sanmayın, tam tersine görseniz karşınızda Berlin Filarmoni Orkestrası'nın şefi var sanırdınız. Öyle suratsız biri değildi hatta espriliydi ama işini ciddiyetle yapan biriydi. 

Bir de gene çocukluk günlerimde İstanbul'a üniversite için gelen bir akrabamızın oğlu bizim yan dairede iki arkadaşıyla oturuyorlardı. Ben daha ilkokula yeni başlamıştım ve onlar İTÜ'de 1968'li yıllarda okuyorlardı. Yani efsane yıllar ve abilerdi onlar. Onların bir arkadaşları vardı ara sıra onlara elinde bir bağlamayla gelirdi. İsmi Turan Engin olan bu arkadaşları bağlamasıyla çok güzel türküler okurdu. Aradan onca yıl geçmesine rağmen o sesi ve yorumu unutamamışımdır. Sonraları bu kişinin radyoda da çalışan usta bir müzisyen olduğunu öğrenecektim. Şöyle bir internete baktığımda onun 2006 yılında öldüğünü öğrenecektim. Son yıllarındaki bir iki videosunu buldum ve bunlardan biri de evde bir arkadaşıyla yaptığı kayıtlardı. Yıllar geçmesine rağmen o çocukluğumdaki abi vardı sanki karşımda. 

Sonradan yıllar geçti ve lise yıllarımda asıl türkü ile bağım başladı ama bu da yaşadığım yeni süreçle alakalıydı. O yıllarda politik ortamın içinde sol dünya görüşü hayatıma girince Ruhi Su ve az biraz da Rahmi Saltuk dinler olacaktım. Konserlerine gittiğim Ruhi Su tek başına sazıyla (resital) olarak yorumları hoşuma gidiyordu. Ancak Ruhi Su da opera kökenli bir müzik insanıydı ve yorumları da çok sesli müziği hedefliyordu. Yani türküyle yakınlığım gene de bu şekildeydi. Onun dışındaki protest müzik referanslarım Timur Selçuk  ve tabi Cem Karaca oluyordu. Cem Karaca ve ardından Edip Akbayram sayesinde Aşık Mahzuni ile gıyaben tanışacaktım ki, çağdaş ozan geleneğini yaşatan bu ismi ilerleyen yaşlarımda çok sevecektim. 

Daha sonrası da İzzet Altınmeşe, Bedia Akartürk, Saniye Can, Muzaffer Akgün, Can Etili, Belkıs Akkale ve Seha Okuş gibi isimler aklımda kalan değerli yorumculardır. Hatta sonda bahsettiğim üç sanatçı benim için ayrıcalıklıdır. Her biri 1980'li yıllara kadar olan Türk Halk Müziği sanatçılarıdır. Ondan sonrası da bu konuda bir takibim ve bilgim pek olmadı. Gene çocukluğum ve ilk gençlik dönemimi dolduran saz ustalarından biri olan Özay Gönlüm ile Şemsi Yastıman Anadolu geleneğinin mizahi yanını günümüze taşıyan isimlerden ikisiydi. 

Çocukluk yıllarımda en ünlü isimler de kafama yerleşmiştir. ilkokula bile gitmediğim çocukluk yıllarımda en çok duyduğum, gazete ve dergilerde resimlerini gördüğüm ise Nuri Sesigüzel omuştur. Bizim evde pek dinlenmediği için ismi, müziğinden önce aklıma yerleşmiştir ama komşu evlerde, misafirliklerde pikabı olan evlerde mutlaka bir 45'lik plağı bulunurdu. Sadece türküleriyle değil sinemalarda filmleriyle de ünlüydü. 1963 yılında çektiği ilk filmi Kara Yılan'dan sonra 50'ye yakın filmde başrol oynamıştı. 1966 yılında bir sene içinde 6 filmde başrol oynamıştı. Bu 1970 ve 80'lerde arabeskçilerin oynadığı film furyasının ilk başlangıcı gibiydi.

Nuri Sesigüzel için arabeskçi tanımı tam uymaz o türkü sınırları içinde kalmıştır ama arabesk türkücüler kervanının kapısını ufaktan açacaktı. Nuri Sesigüzel gibi gene Urfalı bir türkücü çıkacak ve Nuri Sesigüzel'in şöhretine yakın plaklarla büyük bir çıkış yapacaktı. 1970'lerin sonunda "Ayağında Kundura" ile çıkış yapan bu isim İbrahim Tatlıses'ti. Onun sesine hayran olundu ama tarihler 1980'leri gösterdiğinde artık arabesk bayrağını türküye dikecekti.

1960'lara damgasını vuran ve türkücülüğün dışına taşan şöhretiyle Nuri Sesigüzel, 1970'lerin ilk yarısına kadar ününü sürdürdü. 80'li yıllara doğru artık türkü değil arabesk vardı. Ancak aradan ne kadar yıl geçerse geçsin bir tavan arasında, bir sahafta ya da anne babanızın evinde bir Nuri Sesigüzel plağı karşınıza çıkabilir. 

O eskilerin siyah beyaz filmlerindeki samimiyet yıllarında...  ün ile düzeyin bir arada olduğu o zamanlarda... artan şöhretinin ardında bir pürüz bırakmayan Nuri Sesigüzel, Işıklar içinde yat.  

Aptulika

 

22 Mayıs 2023 Pazartesi

Barış Manço'nun "Nick The Chopper" plağı ülkemizde de çıktığında


1976 yılında Avrupa çıkan ve tümüyle İngilizce olan Barış Manço albümü, bir yıl sonra ülkemizde de yeni bir kapakla çıkmıştı. O günlerde ilkokula giden iki çocuğun bu plağı dinleme öyküsü...



Geçen yazımda ortaokuldayken her öğle tatilinde plakçıya gidip Deep Purple'ın yeni çıkan "Burn" albümünü aralıklarla dinlemeye çalıştığımı anlatmıştım. Tabi bu uzun aralıklarla oluyordu. Plakçıdaki abi beni çay götür getir işlerinde çırak olarak da kullanıyordu. Ve o zevkine göre ya da müşteriye göre plaklar çalıyordu. İşte ben de o Gönül Akkor, Mina, Dalida, Ferdi Tayfur arasında "Abi, şu albümden bir parça çalsana." deyip aralıklarla Deep Purple'ın "Burn" albümünü dinliyordum. Bu her zamanda mümkün olmuyordu ve "Boşver o çok gürültülü, ben sana Kan ve Gül'ü çalayım." diyordu... o zaman plakçı abinin dükkanın önünden geçen bir kıza yazıldığını anlıyordum. Bu arada o plakçı abi benim "gürültülü" müzik zevkime niye tahammül ediyordu diye yıllar sonra çok düşünmüştüm. Benim o zamanlar Hey dergisinde gördüğüm ve hemen ona sorduğum bu uzun saçlı, "gürültülü" müzik yapan grupları benden öğreniyordu. Yani hem öğle tatili çırağı hem de kobaydım. 


Her neyse bu yazıyı yayınlamamdan sonra sevgili dostum Selçuk Özkan beni arayıp, "Abi benim de senin yazıdaki gibi anım var." deyip, anlattı. Bu arada Selçuk Özkan da kim derseniz... Benim tanıdığım ayaklı rock ansiklopedisidir. Sadece onunla kalsa iyi 1970'li yılların Türk Hafif Müziği bilirkişisidir. Bu konuda çok anım vardır onunla ilgili bir ara fırsat olduğunda yazarım. Şimdi Selçuk'un anısına geçelim.

Bizim Selçuk "Paşalı"dır. Hangi paşa bu derseniz; Kocamustafapaşa. Yani İstanbul'un güzide semtlerinden biri olan Kocamustafapaşa semtinde doğup, büyümüş ve yaşamıştır.  Orada Emin Ali Yaşin İlkokulu'nda okuduğu zamanlarda geçiyor öykü. O tarihlerde yani 1977'de Barış Manço'nun "Nick The Chopper" Long Play'i (yapa eski kısaltmasıyla LP) ülkemizde de çıkmış. Evet bu plak bir yıl önce ilk olarak Avrupa'da yayınlanmıştı ve ardından bizde de çıkmıştı. Bütünüyle İngilizce sözlerle olan bu albüm, Manço'nun yurtdışı kariyer hedeflediği bir çalışmaydı. Kayıtları Belçika'da yapılan bu albümün haberlerini Hey dergisinden her hafta takip ederdik. Bizim Selçuk da o haberleri benden daha küçükken takip etmiş ve albüm bizde de çıkınca mahallesindeki plakçıda almış soluğu. 


Şimdi Kocamustafapaşa'da Kadın süs eşyaları satan bir mağazanın olduğu yerde bulunan plakçıya arkadaşı Tunç Aktekin ile giden Selçuk, plakçıdan bu albümü çalmasını istemiş. Plakçı da bu isteği yerine getirmiş. Ertesi gün öğle tatilinde bizim ikili gene o plakçıda soluğu alıyorlar. Bu bir ay boyunca sürüyor. Bizimkiler her gün  öğlen dükkanın önündeki kaldırıma oturuyor ve plakçı onlar istemeden plağı baştan sona çalıyor. Bir ay boyunca sürüyor ve plakçı bugün çalamam demiyor ve baştan sona albümü çalıyor.   

Bunu duyunca hemen Selçuk'a "Yahu bu harika bir anı, o plakçının ismi neydi, dükkanın fotografı var mı?" gibi akla ziyan, nafile sorular sordum.  O da bana haklı olarak kızdı ve "Abi o zaman cep telefonumu vardı, fotografını nerden bulayım. Belge istiyorsan o plakçının önünde hergün plak dinlemeye gittiğim ilkokul arkadaşımın ismi Tunç Aktekin'di ve o da Serdar Ortaç'la sınıf arkadaşıydı." Muhabbeti orada kestim Serdar Oraç'tan konumuz bir anda Asu Maralman'a oradan da Alman Krautrock gruplarına gidebilirdi. 

Selçuk, tam anlamıyla plak tutkumun alevlendiricisi, rock turtkunu güzel bir dostumdur. Onun çok güzel anıları anektodları vardır. Bu güzel anısı beni 1977'ye ve unutamadığım Barış Manço "Nick The Chopper" yıllarına götürdü.

Aptulika

19 Mayıs 2023 Cuma

Ozan Musluoğlu bu sefer 9'dan vurdu!

 


Son zamanlarda gazı alınmış içecek tadında albümlerden yakınmış ve bu albümleri yapay zeka mı yapıyor diyerek isyan etmiştim. Ancak bu Cuma günü heyecanımı arttıran yeni albümler bir biri ardına gelmeye başladı. Sabah ilk olarak Yes'in yeni albümüyle keyfim yerine gelecekti. Bu zevk akşama tekrar taşınırken, beni bir şey dürttü ve yeni çıkan albümlere şöyle bir bakayım dedim. Tabi bu eylemimde bir iki parçadan sonra tekrar Yes'in albümüne döneceğimden emindin. 


İlk olarak kapağında rakamla 9 yazan bir albümü gelişigüzel dinlemeye başladım. Amanın o da ne! ortalık bir anda harika bir caz atmosferine dönüverdi. Ardından bir parça daha derken, bir anda kendime gelip, albümün kime ait olduğuna bakmayı akıl edecektim.

"Dokuz -1" adındaki bu albüm ülkemiz caz kontrbasının usta ismi Ozan Musluoğlu'na aitmiş. Bu yeni çıkan bir albüm ama kayıtları 2016'da yapılmış ve bugüne kadar bekletilmiş. Daha önceden caz piyanistlerine sonra da vokalistlere saygı albümleri oluşturan Musluoğlu, bu sefer kendi enstrümanının ustalarına saygı duruşu sunuyor. Bu kaydı 7 yıl bekletmesinin sebebi de basçılara şimdi sıra gelecek olmasından belki de, zira bu "Dokuz - 1" ismini taşıdığına göre devamı da geleceğe benzer. Tabi bu kaydın uzun ara beklemesinin bir başka sebebi de yaşanan pandemi dönemi ve ekonomik kriz. 

Albümün kapağındaki dokuz rakamına baktığımızda daire içine yerleştirilen yazıda bu dizinin içindeki basçıların isimlerini görüyoruz. Bunlar büyük ihtimalle Ozan'ı etkileyen basçılar ve aralarında Ron Carter'ın olması da beni ziyadesiyle mutlu etti. Miles Davis'in albümlerinde adını bilmeden bas tınılarını sevdiğim ve yakın zamanlarda da keşfedip solo albümlerini dinleyerek meftun olduğum Ron Carter'ı Ozan'ın külliyatında bulmak harika bir duygu oldu benim için. Şimdilik bu albümde Paul Chambers, Ray Brown, Sam Jones ve Ron Carter'a saygı gösteren 4 yapıt yer alıyor. Ben ilerki çalışmada Charlie Mingus için yapılacak parçayı merakla bekliyorum. 

Bu albümde Ozan Musluoğlu'na trompetçi Jeremy Pelt, piyanist Danny Grissett gibi Amerikalı müzisyenlerin yanısıra  Tenor saksofonda Engin Recepoğulları ve davulda Ferit Odman eşlik ediyor.  

Bu arada sonbahara doğru bu dizinin devamının da geleceğini öğrendim ve merakla bekliyorum. 

Aptulika



"Mirror in the Sky" ya da YES'in yeri başka.



 Yes'in yeni albümünü bu sabah dinlemeye başladım, o da kafamı vererek değil, işe güce takılarak hatta bir yandan haberleri dinleyerek ve şimdi yedinci parça yani double albümün ikinci bölümünün açılışında yer alan "Unknown Place"in Steve Howe gitarının tınısıyla başlamasıyla yazmaya karar verdim. Elbette bu riskli bir davranıştı, daha sonradan dikkatli dinleyince  albüm hakkında kanılarım değişebilirdi. Ama daha sonra yazmayabilirim, unuturum diye hemen yazmaya karar verdim.

Öncelikle diyeceğim şudur: Öyle çok popüler olmayan ama bilenlerin hiç de azımsanmayacak kadar olduğu progresif rock grupları daha iyi albümler yapabiliyor, işte Yes de bunların en başında geliyor. Mesela Pink Floyd için bu çok zor, çünkü çok tanınıyor ve herkesin beklentisi ayrı ayrı olabiliyor. Bu da grup üzerinde bir baskıya dönüşüyor. (Bunu dedim diye Pink Floyd kötü albümler yapıyor dediğim anlaşılmasın.) İkinci bir konu da progresif rock gruplarının anlatımına sosyal konular girince o da ayrı bir yüke dönüveriyor. Oysa Yes şarkı sözü anlatımında hiç de eksik olmayan derinliğini müzikal alt yapısıyla yıllar içinde bütünlükle koruyor. Her bir elemanının müzikal titizliği bütüne eşit olarak yansıyabiliyor. 

Grup daha geçen yıl davulcusu Alan White'ın ölümüyle bir kan kaybı yaşamıştı. Kısa bir sürede gruba katılan Amerikalı davulcu Jay Schellen, şaşırtıcı bir şekilde oturmuş, öyle ki albümü dinlerken onun bateri tınısı sizi alıp götürebiliyor. 

Yes'in aştığı sadece emektar bir davulcuyu kaybetmenin ardında yerini doldurabilecek elemanı bulmak olmadı, grup  pandemi (Covid 19) döneminde de müzikten uzak kalma durumunu da artıya çevirebildiler. Bu durumu onlar fırsata çevirdiler. İlerlemiş yaşlarına rağmen uzaktan kayıt yapma yoluyla ayrı ayrı mekanlarda müzik yapmayı sürdürdüler. İşte "Mirror To The Sky" bunun en iyi örneği olarak karşımızda. 

Yes'in son albümünün bir başka güzelliği de artık çok fazla önem verilmeyen albüm kapağının değerliliğini koruması. Yes plaklarının alameti farikası olan Roger Dean'ın elinden çıkmış bu kapak gene çok güzel. Şimdi aklıma geçen yıl çıkan Heart grubundan Ann Wilson'un solo albümünde kapağı Roger Dean yapmıştı, bizim Cenk Akyol da isyan ederek, "Yetti ama bu Roger Dean" demişti. Aslında biraz haklılık payı da vardı hani, zira Dean o kadar çok rock grubuna albüm kapağı ve logo yapmıştı ki, say say bitmez. Bu nedenle Cenk'e o zaman biraz hak da vermiştim. Ama bu sefer "Mirror To The Sky" kapağını gördüğümde, işte bu Yes'in plak kapağı dedim. Neredeyse bütün Yes albümlerinin kapağına imza atan (Sanırım ilk albüm hariç) Roger Dean grubun en emektar elemanı diyebilirim. Dean'ın başka gruplara yaptığı işler kimi zaman ısmarlama olabilmiştir ama Yes için yaptıkları başka türlüdür ve yapılan müziğin bir parçası gibidir. Bu kapak bir kez daha gösteriyor ki, grup müziği kaydederken sanki Roger Dean da çizimi oluşturmaya başlamış gibi...sözün özü bu kapağı çıkardığınızda albümün müziği de yok olacak gibi.

Bana katılan olur mu, bilemem ama, progresif rock'ta Yes'in yeri başka gibi. Ne dersiniz.

Aptulika


 

Klasik Orkestra ile Rock?... Def Leppard ve Royal Philharmonic Orchestra!


Def Leppard yeni yayınlanan albümünde eski parçalarını Royal Philharmonic Orchestra'yla birlikte yorumladı. "Drastic Symphonies" adını taşıyan bu albüm bugün piyasaya çıktı. Ben bunun üzerine yazmak yerine rock gruplarının klasik orkestra ile yaptıkları çalışmalara şöyle bir geçmişten bugüne doğru bir göz attım.  



 Çok eskilerde rock gruplarının klasik müzik orkestralarıyla yaptığı albümleri önemserdim. Bu tip projeler 1970'li ve 80'li yıllarda çok ender ve seçkindi. Parmakla sayılmayacak olan bu çalışmalar ya grubun veya besteci konumunda bir elemanın eseri orkestra tarafından seslendirilirdi (ki buna en iyi örnek Deep Purple'ın da katıldığı John Lord'un bestesinin seslendirildiği o muhteşem yapıttı.) ya da bir rock grubunun eserleri klasik orkestra tarafından ve grup olmadan yorumlanırdı (ki buna da en iyi örnek Jethro Tull için yapılandır ve burada da orkestrayı yöneten, düzenlemeleri yapan grubun klavyecisidir.) Daha sonradan, hele ki 90'ların ikinci yarısından sonra, bu alanda (o da yeni bir eser yorumlamak için değil)  öyle geniş bir vaha açıldı ki, bunu yapmayanı adamdan bile saymıyorlardı. 

Bu konuda yapılan örnekleri gereksiz bulmuyorum... hatta içlerinden sevdiğim de olmuştur ama kabul edelim ki bunları yıllar sonra tekrar dinlemiyoruz bile. Bilemiyorum Metallica'nın senfonik orkestrayla yaptığı albümü hala dinleyen var mıdır acaba? Bu arada kendi adıma söylemem gerekirse Deep Purple'ın, John Lord'un ve Yes'in unutulmaz klavyecisi Jon Anderson'un klasik orkestra için yaptığı bestelerin seslendirildiği yapıtları ayrı tutuyorum, hala dinlemekten zevk de alıyorum. 

1970'lerde başlayan bu örnekler kimi zaman klasik eserleri pop veya rock'a adapte etmek alanında yapıldı. Mesela 70'lerin sonunda disko ritmli klasik müzik eserleri ortalığı sarmıştı. Gene aynı şekilde o dönemin pop parçalarını klasik orkestralara seslendirmek modaydı. James Last, Frank Pourcel gibi orkestralar albüm üzerine albüm yapmışlardır ve onca yıl geçmesine rağmen eski plak satan tezgahlarda elinize dolanırlar çoğu zaman. Ancak James Last'ın hakkını vermek gerekir zira o devasa orkestrada yer alan müzisyenlerin yıllarca hayatlarını teminat altına aldığı gibi iyi bir dereceden emeklilik de yaşatmıştır.  

Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim bölümünde okurken atölye hocamız, "Çocuklar iyi resim yapmak için ve resmin derinliğini kavramak için klasik müzik dinlemelisiniz" dediğinde bir arkadaşım plakçılardan bol bol "Disco Classics" ve poplaştırılmış klasik müzik kasetlerini almıştı. Şimdi komik gelebilir ama o zamanlarda da bu işler, pop dinleyenlere klasik müziği sevdirmek için yapılıyordu biraz da.... ama klasik müziğin yanından bile geçmiyordunuz tabiki. Pop'a adapte edilmiş bir rock parçası ne ise bu da aynı şeydi aslında. Ama asıl konu, bir rock grubunun parçalarını klasik orkestrayla dinleyince değerli olduğunun kanıtlandığına dair yanlış kanıydı aslında. O orkestralar elbetteki bunu iştahla kabul ederlerdi, ki böylece orkestraya çorba parası çıkar haliyle. Bu da oldukça hayırlı bir şeydir hani, onca iyi müzisyen bu sayede işini sürdürür, bu az bir şey mi?

Def Leppard da yeni yayınlanan albümünde eski parçalarını Royal Philharmonic Orchestra yani Kraliyet Filarmoni Orkestrası'yla birlikte yorumladı. "Drastic Symphonies" adını taşıyan bu albümde 15 Leppard klasiği yer almış. Açıkcası ben bir iki defa dinledim, çok etkileyici gelmedi ama işin tuhaf yanı grubun eski parçalarını bir kez daha hatırladım. Yani bu güzel bir best of albümü etkisi yaptı bende. Zaten grup hit parçalarının yanısıra gözden kaçan eski parçalarını da klasik orkestrayla yorumlayarak dikkat çekilmesini sağlamış. Peki bunun yerine bir best of albüm yapsalardı derseniz, bence aynı etkiyi yapmazdı. Bu albüm bana göre etkileyici değil ama grubun çıkışı açısından oldukça akılcı bir albüm. 

Neden mi ? 

Şöyle bir yıl öncesine dönelim evvela... Grup 2022 yılının başında "Diamond Star Halos" albümüyle bir dönüş yapmıştı. Bu kadar aradan sonra Def Leppard o eski yıllardaki görkemine ulaşır mı... derken (ki bu gerçekten zor bir şeydi) albüm sevildi. Ancak bu yeterli değildi ve grup daha da zor hatta imkansız bir şeye yani stadyum konserlerine adım attı. Burada da akılcı bir yaklaşımla bu konserleri Mötley Crüe , Poison ve Joan Jett gibi eski dönemin gruplarıyla birlikte yapacaktı. Turne başarıyla gerçekleşmiş ve bu işten başarıyla çıkan Def Leppard olmuştu. Ancak bu yeterli değildi, zira insanların beklentisi "Diamond Star Halos" aşan bir albümün gelmesiydi. Eh rock dinleyicisi biraz zorludur, yapacak bir şey yok... İşte bu süreçte grup yeni bir albüm yerine bu proje ile hem klasik orkestra ile hem de eski hit ve unutulmuş parçalarını tekrar gündeme getirerek bir ilgi odağı oluşturmuştur. Kim bilir belki de o günleri yaşamayan yeni kuşaklara da böylece ulaşabilecek. 

Def Leppard eskisi gibi geniş bir popülerlik yakalamaz ( zaten bu da beklenmesi gereken bir şey değil ) ama gene kalabalık bir dinleyici kitlesine ulaşır. Bu da fena bir şey değil... zira Def Leppard'ın yeni albümlerini dinlemek de keyifli olur. Bilmem siz ne dersiniz?

Aptulika



18 Mayıs 2023 Perşembe

YES'in yeni albümü "Mirror to the Sky" yarın çıkıyor!



İngiliz Progresif Rock'ının en istikrarlı gruplarından Yes, yeni stüdyo albümü "Mirror to the Sky"ı yarın çıkartıyor. 

19 Mayıs 2023 tarihinde  InsideOut Music ve Sony Music tarafından yayınlanacak albüm,  Yes davulcusu Alan White'ın 2022'de ölümünden sonra çıkan ve Amerikalı davulcu Jay Schellen'ın yer aldığı ilk  albüm olacak. 

Yes, pandemi dönemini en güzel değerlendiren gruplardan biri, öyleki 2021'in Eylül'ünde yaptığı "The Quest" albümünden kısa bir süre sonra "Mirror to the Sky" ile yeniden güçlü olarak karşımızda. 

 Neredeyse bütün Yes kapaklarında imzası olan Roger Dean gene harika bir kapak ve logo ile adeta grubun klasik kadrosunda yer alan altıncı bir eleman gibi.

10 Mart'ta "Cut from the Stars" ve 26 Nisan'da da "All Connected" single'larıyla ufak çapta dinlediğimiz "Mirror to the Sky" albümünü tekmili birden duymak için yarını merakla bekliyoruz. 



Uzun bir yaşamın kısa öyküsü: Willie Nelson beyazperdede.



Willie Nelson'ın özel konuklarla dolu 90. doğum günü konserleri, sinemalarda gösterilecek. "Long Story Short: Willie Nelson 90" adıyla gösterime girecek olan filmi ilk olarak 11 Haziran 2023'te özel bir gösterimden sonra, 13 ve 14 Haziran'da ABD'de ülke çapında gösterime girecek.

Nelson'ın 90. doğum günü kutlaması 29 ve 30 Nisan2023'te Hollywood Bowl'da gerçekleşmişti.  Nelson'un 90. yaş günü konserlerine Keith Richards , Neil Young , Sheryl Crow , Stephen Stills , Bob Weir , Chris Stapleton , Dave Matthews , Gary Clark Jr. , Kris Kristofferson, Leon Bridges, Miranda Lambert , Snoop Dogg , The Lumineers ve Warren Haynes gibi görkemli isimler de konuk olmuştu. 

 

16 Mayıs 2023 Salı

Plakla Kasetin Kardeş Kardeş Yaşadığı Zamanlar



 1980'li yılların başı ve hayatımıza taşınabilir, portatif müzik seti girmişti. O plak döneminin devasa kolonlarıyla taşınmaz, bir köşede duran amfi ve pikapları yoktu artık. Şimdi kasetçalar, radyo bir arada amfisi ve hoparlörleri sağ ve sola sabitlenmiş bir bütün halinde bir müzik seti. Yer kaplamaz, istediğin yere taşı ve koy... hele bir de ekolayzeri varsa  ortam bir nevi disko atmosferine bürünürdü. Tabi o yıllarda devasa kolonları ve sadece radyo değil, kaset, pikap bir arada büyük, taşınmaz (sabit duran) müzik setleri de vardı ama onlar biraz tuzlu oluyordu tabiki. 

İşin özü o zamanlarda hayatımıza ufaktan kaset girmeye başlamıştı bile. Kısa bir süre sonrası da walkmen denilen şeyle müziği dışarda kulaklıkla, kasetten dinleyecektik. Böylece kaset, plağın yerini alıyordu. Ancak plak gene vardı ama pahalı geliyordu oysa kaset daha ekonomikti... bir de silip, üzerine yeni kayıt yapabiliyordun.


O dönemde müzik mağazalarına gene plakçı deniliyordu ama kaset de vitrinleri, tezgahları süslemeye başlamıştı. O 1970'lerin  ön ve arka yüze iki parçadan oluşan 45'lik plakları (bugünkü single dediğimiz şeyin plak hali) ülkemizde artık basılmıyordu.   T.S.M, Türk Hafif Batı Müziği, Arabesk  gibi türlerin , onların da çok satışlı olanlarının LP denilen uzunçalarları basılıyordu. Onun dışında yeni çıkanlar ise hep kaset olmaya başlamıştı. Yabancı Rock gruplarının albümleri de plak yerine kaset olarak çıkıyordu. Mesela o dönem yeni çıkan Iron Maiden albümleri kaset olarak çıkmıştı. Hatta o kasetin üzerinde grubunun isminin "İran Maden" diye yazdığı bile söylenir. Hatta Iron Maiden'in ikili konser albümünü biz o yıllarda tek bölümünü kaset olarak dinleyebilmiştik. Yani bizdeki müzik şirketi kafasına göre kasete sığsın diye diğer plağı yok sayabiliyordu. Hoş haklarını yemeyelim eski rock gruplarının satışı yüksek olanlarının Türk baskısı plakları çıkıyordu ama bunlarda da bir özensizlik hakimdi. Mesela "The Wall" filminin sinemalarımızda gösterimiyle ülkemizde de hatırı sayılır bir ilgi sağlayan Pink Floyd'un "The Wall" albümü yerli baskı plak olarak çıkmıştı ama orijinalinde iki kapaklı olan bu plak, yerli baskıda tek kapağın içine yerleştirilmiş iki plak olarak yayınlanmıştı. 

Yabancı gruplar ya kaset olarak basılıyor ya da özensiz plak baskılarıyla karşımıza çıkıyordu. Hoş her grubun yeni çalışmaları da basılmıyordu, bu yüzden yurt dışından birine ısmarlamanız gerekiyordu. O gelen plaklardan yapılan çekme kasetlerle o grubu dinleyebiliyordunuz. Dolayısıyla plak gene esastı ve 90'ların ilk yarısına kadar da önemli olarak kalıp, kasetle kardeş kardeş yaşayacaktı. 

İşte 80'lerin ikinci yarısına kadar kaset almaya gitseydiniz de o dükkanlara plakçı derdiniz, çünkü plaktan çekilen kaset kayıtları da alırdınız. Neyse uzatmayayım... 1980'lerde Türk gruplarının görkemli konserleri olsa da yasal kasetleri pek çıkmamıştı. Sanırım ilk olarak Whisky'nin "Babaanne" albümünü yasal kaset olarak piyasada bulduk, sonrasında da Devil grubunun "Atom Devri Kızları" kaseti gelecekti. 

1980'lerin son yarısına geldiğimizde ise Gülhane ve Harbiye Açık Hava konserleriyle yeni rock grupları ortaya çıkacaktı. İşte o dönemde kendime bir oyun bulmuştum. Diyelim Kramp konserinde sahneye önce çıkan Kronik grubunu ilk defa görüyorum ve seviyorum. Hemen ertesi gün olur olmaz plakçı dükkanına girip, "Kronik grubunun yeni kaseti sizde var mı?" diye sorardım.  Bir başka konserde gördüğüm ve sevdiğim yeni gruplarla bu oyun devam ediyordu. Hatta bu soruyu, "Metafor'un  yeni kaseti size geldi mi?" diye sordunuz mu daha etkileyici oluyordu. Bazı plakçılar, "Bizde pek yabancı kaset yok." diyordu ama bazıları da "Haftaya İMÇ'den yeni mal alacağım mutlaka getiririm." diyerek not alıyordu. Aklımız sıra bu oyunla yabancı grup sandıkları bu Türk gruplarını ararken, bir ilgi oluşacak ve İMÇ'deki plak şirketleri bizim Türk rock gruplarına kaset anlaşması yapmak için geleceklerdi. Yani adamlar uyanıp, "Has...r oradan!" diye dükkandan kovana kadar bu oyunu sürdürdük. 

Aptulika



15 Mayıs 2023 Pazartesi

Burun isimli grup



1970'li yıllarda her mahalle arasında bir plakçı dükkanı, mutlaka bulunurdu. O zamanlarda 13 yaşında falanım ve artık Ortaköy'deki meşhur Gazi Osman Paşa Ortaokulu'ndayım. Bu arada nasıl meşhur, nerede bu okul demeyim, zira şimdilerde öyle bir okul yok, yakında otel falan olabilir. Her neyse ben bu disiplinli okulda okuyorum ve öyle tatilinde ilk uğrak yerim oradaki plakçı dükkanı oluyor. Daha o sıralar bizim evde pikap falan yok ama ben neredeyse her gün oraya gidip yeni çıkan plaklara bakıyorum , eh bazen de kayıt alıyorum. Her gün uğradığım için dükkan sahibiyle aramda belirli bir hukuk da oluyor ve bu sayede bir kaç plağı dinliyorum. 

O zamanlarda o plakçıya gittiğimde, "Vay King Crimson'un yeni albümü gelmiş, bir dinleyebilir miyim?" falan dediğim sanılmasın. Benim bildiğim Sweet, Suzi Quatro ve Tom Jones. Bu arada Nazareth'i Erkin Koray'ın grubu sanmam bile muhtemel. Ancak o yıllarda her şey hızlı gelişiyordu ve kısa bir süre sonra Deep Purple, Jimi Hendrix, Pink Floyd hayatıma yavaştan girecekti. 

Her neyse o yıllarda gene bir öğle tatilinde plakçıya gittiğimde bana, "Senin gürültülü müziklerden biri daha geldi." diyecekti. Plağı bana gösterdi ve, "Bak Burun isimli bu grubu bir dinle seveceksin." diye de ekledi.

Bir süre sonra Adamın "Burun" diye okuduğu şeyin "Burn" diye İngilizce bir sözcük olacağını anlayacaktım. O plakçıda ağırlıklı olarak güncel  ve popüler plaklar ağırlıtaydı ve genelde Neşe Karaböcek, Demis Roussos, Ajda Pekkan gibi 45'lik plaklar vitrinde arzı endam ederdi. Arada bir iki yabancı Long Play de hava olsun diye vitrine çıkardı. Plakçı da hiç ilgilenmediği rock plaklarını İngilizce telaffuz etmeye kalkarken "Burn"ü "Burun" diye okuyordu. Bu sadece adamın dediği lafla bitmiyordu, plağın kapağına baktığımda beş adamın kafasınını üzeri bir mum gibi yanıyordu. Yani görsel olarak da serüven kapaktan başlamıştı bile. 

Bu şaşkınlığın ardından plak çalmaya başladı. Amanın o nedir be... ortalık inliyordu. Daha önce ne Suzi ne de Sweet'ten bilmediğim bir sound. İçimden bu Burun grubu harika bir şey dedim. Bu arada plağın üzerinde ufaktan bir Deep Purple yazısını da görecektim. Bu grubu bir arkadaşım sayesinde biliyordum ama plakçıyı bozmamak için, ertesi günü ve ondan sonraki günler gidip, "Abi şu Burun grubunu bir çalsana" diyecektim. Ne kadar zaman bu böyle sürdü bilemem ama ben o plakçıya her öğle tatilinde gidip, albümü zaman içinde tümüyle dinledim. 

Sonra beş yıl falan geçti üzerinden benim pikabım çoktan olmuştu ve plağın Türk baskısını almıştım. Tabi ondan önce "Machine Head" ve diğerleri bende mevcut olmuştu ama o "Burn" albümünün yeri ayrıydı. Ha bu arada o plakçı belki de hala o grubu Deep Purple değil de Burun sanıyordur. 



Bu arada Deep Purple'ın "Burn" albümünün ilk yayınlanışından bu yana tam 50 yıl geçmiş iyi mi! 1974'te ülkemizde de basılan bu plağı 1970'lerin sonuna doğru alacaktım ve hala da büyük bir tutkuyla dinlerim... Hele ki o albümde yer alan "Mistreated" parçası daha sonraki yıllarda da David Coverdale'in kartviziti haline gelecekti. Bugün bir kez daha dinlerken yeniden farkettim ki, en harika yorumu bu plaktakiymiş. Albümün girişteki isim parçası "Burn", "Sail Away" ilk dinlediğimden bu yana hep gönlümü çelmiştir ama bitişte yer alan  "A 200" ismindeki enstrümantal ayrı bir tutkudur benim için. 

APTULİKA





13 Mayıs 2023 Cumartesi

Glenn Hughes, Ekim'de Geliyor!


  Glenn Hughes, Deep Purple'ın "Burn" albümünün 50. yıl dönümü sebebiyle yaptığı turne kapsamında ülkemize geliyor. 



  Deep Purple'ın "Burn" albümünde yer alan eski basçısı ve solisti Glenn Hughes, “Glenn Hughes performs Deep Purple Classics Live” projesiyle Deep Purple şarkılarını seslendirmek için  6 Ekim 2023 Cuma gecesi Ankara ODTU Vişnelik'de, 7 Ekim Cumartesi gecesi ise İstanbul'da Maximum Uniq Açıkhava'da konserler verecek.   Epifoni organizasyonuyla ülkemize gelen Glenn Hughes konser biletleri 17 Mayıs Çarşamba günü satışa çıkacak. 



Deep Purple kadro değişiklikleri Mark diye isimlendirilir ve en fırtınalı dönemi de Mark III dönemidir. Hard rock'ın zirvesine çıkan grup 1973 yılında büyük bir güç kaybına girecekti, simgeleşmiş sesi ile Ian Gillan ve grubun bas gitaristliğinin yanısıra prodüktörlüğü ile de öneme haiz Roger Glover ile Deep Purple'ın yolları ayrılacaktı. 

Onların yerine daha önce tanınmayan David Coverdale vokale geçerken, bas gitara da Trapez grubundan Glenn Hughes katılacaktı. Coverdale bugünkü gibi bilinen bir isim olmadığı için Hughes de vokale zaman zaman katılacaktı. Böylece grubun Mark III dönemi başlayacaktı ama bu grubun bazı hayranlarını da pek mutlu etmeyecekti. Zira Gillan'ın hard rock rengindeki sesi David Coverdale ile boogie odaklı bir yaklaşıma girerek Deep Purple'ın müziğine soul, R&B ve funk etkileşimine sokacaktı. Bu değişimde diğer mimarın ismi de hiç kuşku yoktur ki, Glenn Hughes idi. 

Bu değişim "Burn" albümüyle gelecekti ve ne oluyor derken "Strombringer" ile hard rock zirvesine tekrar oturacaktı. 1974 yılında çıkan "Burn" her ne kadar Deep Purple'a yeni tatlar kattıysa da Deep Purple'ın soluk almasını sağlamış ve geçen yarım asır içinde de unutulmazlar arasına girmiştir. O dönem içinde listelere üst sıradan giren "Burn" albümü 4 milyon kopyalık bir satışla da zirveye oturmuştu. 

İşte bu efsanevi albümün bu yıl çıkışının 50. yıldönümü ve grubun o dönemdeki bas gitaristi ve vokalisti Glenn Hughes, "Burn" isimli bir turneyle vereceği konserlerde Deep Purple dönemi şarkılarını seslendirecek.  Yaz sonunda ABD'de başlayacak bu turne, Ankara ve İstanbul'da da devam edecek.  

 Glenn Hughes'in Ankara ve İstanbul'da konser vereceği haberi duyulunca, ülkemizdeki haber sitelerinde karmakarışık akla ziyan başlıklar görülür oldu: 

"Rock Efsanesi Deep Purple Türkiye'ye Geliyor."... 

"Deep Purple'ın Gitaristi Glenn Hughes yeni albümü Burn'ün turnesiyle konsere geliyor." ...

 "Rock müziğinin meşhur temsilcilerinden Deep Purple, "Burn" albümünün 50. yıldönümü vesilesiyle bir turne düzenleyecek." ve daha niceleri. 

Aslına bakılırsa onların da kabahati yok... Deep Purple'ın bu dönemi ile ilgili konserleri daha önce David Coverdale de yaptı ve kim yapıyor nedir falan derken akıllar bir hayli çorba oluyor haliyle. Anlaşılan o ki bu eski çorbalar daha çok ısıtılıp sunulacak. 

 6 Ekim'de Ankara ODTÜ Vişnelik, 7 Ekim'de ise İstanbul Maximum Uniq Açık Hava 'da verilecek konserlerde Glenn Hughes'e  gitarda Soren Andersen, davulda Ash Sheehan ve orgda da Bob Fridzema eşlik edecek. 




 

12 Mayıs 2023 Cuma

Malmsteen ve Glenn Hughes'in turne ortaklığı.



Yngwie Malmsteen ve Glenn Hughes, Ağustos ve Eylül ayları için ortak bir ABD turnesi yapacaklarını duyurdular.


Konserlerde gitarist Malmsteen en iyi hit şarkılarından oluşan bir seti seslendirecek, şarkıcı ve basçı Hughes ise Deep Purple'ın sekizinci albümü  "Burn" de yer aldığı yıllara gönderme yaparak sahneye çıkacak. Hughes'in kadrosunda bulunduğu "Burn" albümü 1974 yılında çıkmıştı, yani bu albümün yayınlanışının  50. yıl dönümü anısına Deep Purple klasiklerinden bir seçki sunacak .

 

Ortak turne haberini Glenn Hughes, sosyal medyada "Bu yaz ABD turunu duyurmaktan çok mutluyum" dedikten sonra, “Ağustos-Eylül tarihlerinde  Amerika'da mümkün olduğu kadar çok kişiye konser vermek istiyorum. Yakınınızdaki bir şehirde daha fazla ek gösteri için bizi izlemeye devam edin.”  sözleriyle duyuracaktı.