Bunca albüm, bunca dinlemeden sonra yeni bir Jethro Tull albümü bende açıkcası bir heyecan yaratmayacaktı. Bir de Jethro Tull olarak yirmi yıl ara verilmiş olması ve bu arada çıkan Ian Anderson solo albümleriyle karman çorman olan bir durum da söz konusu. O solo albümleri Jethro Tull diye mi dinlemeliydim, bilemedim. Solo albümler Ian Anderson'un muydu? Yoksa Jethro Tull mı Ian Anderson'du? Yani bol sorulu karmakarışık bir durum söz konusuydu.
Bu yirmi yıllık arada Jethro Tull kadrosu başka yerlerdeydi. Grubun emektar gitaristi Martin Barre solo albümler yapmaya başlamıştı ama Jethro Tull gölgesinde ya da nehrinde ikinci kez yıkanılmıyordu. O da son çeyrekte eski Jethro Tull parçalarını anı canlandırıcı olarak kullanmayı seçmişti.
Jethro Tull'ın yirmi yıl aradan sonra yaptığı "The Zealot Gene" albümünü dinlerken, az biraz da Ian Anderson'un mantık yapısını da izlemek olanağı da buluyorsunuz. Bu geçen uzun süre de eski Jethro Tull elemanlarıyla Anderson'un sokakta bile karşılaşmadığı kesin. Öyle ki 2017'de Jethro Tull'ın yeni bir albüme hazırlandığı haberi düştüğünde açıklanan kadroda eski gruptan kimseyi göremeyecektik. Tabii herkesin dikkatini grubun emektar gitaristi Martin Barre'ın kadroda olmaması çekecekti. Bu grubun bir çok hayranı için üzücü gelebilecekti ama bir başka açıdan bu Anderson'un seçimiydi ve grubun yeni yapısında gitarı daha farklı düşlüyordu. Bir başka açıdan da baktığımızda Barre olsaydı grubun eski parçaları tekrar kavırlanıyor gibi olacaktı. Yeni albüm "The Zealot Gene"i dinlemeye başladığımızda grubun yeni yapısında gitarın daha farklı konumlandığına şahit olacaktık. Gitarist Florian Opahle'ı gerçek anlamda farklı bir gitar tınısıyla duyuyoruz. İlk parça olan Mrs Tibbets'te görkemli sololarla karşımızda buluyoruz ama ilk parçanın ardından gitarın ağırlığı gittikçe düşüyor. Böylece anlıyoruz ki Martin Barre kadroda yer alsaydı ister istemez nostaljik tekrarlar olacaktı. Yani sözün özü Ian Anderson Martin Barre'ı çoktan silmiş gibi.
Şimdi Martin Barre bölümünü burada noktalayalım ve albümün açılış parçasına dönelim. Albüm "Mrs Tibbets" ile açılıyor. Hiroşima'ya atom bombasını atan uçak Enola Gay'in pilotu Paul Tibbets'in 1945'te annesine yazdığı mektuptan yola çıkarak oluşturulmuş. Parçayı dinlerken müthiş bir şekilde gaz alıyorsunuz. Metronom gibi ritmik akıcılıkta yerleşen enstrümanlar ve birlikte kurulan kompozisyon büyüleyici. Flütün alışıldık havası keyboardın sunduğu zeminde yağ gibi akıyor. Vurmalıların ve basgitarın tansiyonu abartmadan normalde tutuşu akıl işi. Bu sayede gitarın soloları abanarak gidiyor. Albümün gitara en ağırlık verdiği parça da bu oluyor. Florian Opahle gitar sololarında öylesi abanıyorki, albüm boyunca böyle gidecek sanıyorsunuz. Ama Anderson, bu parçadan sonra Florian'a, "Sen şöyle bir kenara çekil hele" demiş gibi. Bu Ian Anderson ve başka birine benzemez... adam sadece müziği değil, dinleyicinin nabzını da tutacak denli bir pazarlama mühendisi. İlk parça ile dikkatleri çekiyor ve gazı alıyor; sonrasında ise sahneyi istediği kıvama sokuyor. Bu arada albüm kayıtlarından sonra da gitarist Florian Opahle gruptan ayrılmış.
"Mrs. Tibbets"in ardından gelen parçada bir anda ağız armonikasıyla karşılaşıyoruz ve akla hemen ilk albüm geliyor. Jethro Tull'ın iki kurucusundan biri olan gitarist Mick Abraham'ın olduğu "This Was" albümü zamanlarına. Anderson ne kadar İngiliz folkundan yola çıkan bir Art Rock çizgisi hedefliyorsa, Mick Abraham da blues kanadını tutuyordu. O ilk albümden sonra Mick Abraham gruptan ayrılacak ve Anderson'un folk temelli progresif çizgisi tek hakim olacaktı. İşte "Jacob's Tale" isimli bu ikinci parçada az biraz o ilk albüm yıllarına dönüveriyoruz. Bu da bir tesadüf değil; zira albüm bir "retrospektif sergisi" gibi... Retrospektif terimi resimde geçer ve sanatçının bütün dönemleri bir sergide yer alır. İşte bu albümde öyle olmuş. Parçaları dinlerken kimi zaman "Songs From The Wood" kimi zaman da 1980'lerin başında yapılmış ve pek ses getirememiş ( ama gene de yeni denemeler yapılmış" albümü"A"yden "Uniform"u hatırlıyoruz.
"The Zealot Gene"i dinlerken her dönemiyle Jethro Tull'ı izliyorsunuz, bu da kimi zaman "bu parçaları ben hatırlıyorum" demenize sebep oluyor. Dedik ya bir retrospektif sergisi gibi. Albümü defalarca dinledim ve her dinleyişten sonra aklıma yer eden ve en sevdiğim "Mine is The Mountain" oldu diyebilirim. Bu parçadaki iki ayrı vokal tadı ile harika bir birleşim gerçekleşmiş. Albümde sevdiğim bir diğer parça da "Where Did Saturday Go?" oldu. Bu da vokale takıldığım bir parçaydı. Hani diyorum ki Ian Anderson ufak bir barda sadece akustik gitarıyla söylese ve ben dinlesem konumuna gelmişim. Bir de dikkatiniz çekti mi, hep Ian Anderson'dan bahsettim. Yirmi yıl aradan sonra çıkan yeni Jethro Tull albümünde hem de... Bilemiyorum ama 2014 tarihli "Homo Erraticus" ve 2012 tarihli "Thick As A Brick part 2" albümlari bana solo değil de Jethro Tull albümleri gibi gelmişti. Üstelik "Thick As A Brick 2" zaten Jethro Tull albümünün ikinci bölümüydü, "Homo Erectus" ise progresif yönü yüksek epik bir çalışmaydı. "The Zealot Gene" ise Ian Anderson'un solo Jethro Tull retrospektifi olmuş... en azından bana öyle geldi ve keyif verdi.
"The Zealot Gene" 2017'de başlamış ve koronavirüs nedeniyle ancak çıkmış bir albüm. Yani oldukça meşakkatli bir süreç. 74 yaşına gelmiş bir Ian Anderson hala Jethro Tull denilen teknenin kaptanı. O tekne kimi zaman bir transatlantik kimi zaman da bir Nuh'un Gemisi olur ve bizi alır götürür. Ian Anderson böyle bişi... Yoksa Jethro Tull mı demeliydim?
APTULİKA
Çok keyifle okudum. Bir soru:Songs from the wood'u hatırlattığıni ifade ettiğiniz şarkı(lar) hangisi/hangileri?
YanıtlaSilThe Borgata Hotel Casino & Spa Launches a $140 Million
YanıtlaSilNew Jersey's Borgata Hotel Casino & Spa is getting ready for 진주 출장샵 a new era in 진주 출장안마 gaming. The casino 삼척 출장안마 has partnered 구리 출장마사지 with Golden Nugget to open 구미 출장마사지 a new,