Sayfalar

31 Ocak 2022 Pazartesi

Pürdikkat dinlemek... Otuz küsur yıl öncesinden bir parça


 

Spotify'de bugün Supertramp'ın "Brother Where You Bound" parçasını buldum. Aslında ben buldum demek ne derece doğru, onu da   söyleyeyim; bu şarkıyla tekrar karşılaşmam Spotify'nin haftalık seçimlerinde olacaktı. Dinlememle eski hatıralar canlanıverdi. 

"Brother Where You Bound", Supertramp'ın 1985 tarihli albümüyle aynı adı taşıyan 16 dakika 30 saniyelik parçası. Bu albüm yayınlandığında ilk olarak radyoda dinlemiş ve ardından da kasetini almıştım. Albüm üç ayrı 'hit' parça çıkartmış olsa da ben dönüp dolaşıp kasetin ikinci yüzünü koyup "Brother Where You Bound" isimli en uzun parçayı dinlerdim.  

Neredeyse 17 dakikaya yaklaşan bu parçayı çalmaya başladığımda, müzik setinin önüne geçip sanki televizyona bakar gibi oturur dinlerdim. Parçanın girişindeki 'intro'nun ardından bir okul zili gibi "Enternasyonal Marşı" duyulur ; itiraf etmeliyim ki bu giriş beni ilk cezbeden olmuştu. O merakla başlayan dinleme serüveni bir tutkuya dönüşecekti. Bu bir parçayı severim deyip bir başka işle uğraşırken çalması gibi değil; sanki karşımda görsel br ekran varmış gibi müzik setine bakarak ve müziğin hiç bir saniyesini kaçırmadan dinlemek. 


Parça o kadar çeşitleniyordu ki her değişimde yeni bir boyuta giriyordu. Sanki bir parça değil, görüntüsü olmayan ama müzikten oluşan bir film izlemek gibiydi bu. "Brother Where You Bound" parçasında Supertramp grubunun yanısıra Pink Floyd'dan David Gilmour ile Thin Lizzy'den Scott Gorham da konuk olarak gruba destek veriyorlardı; böyle olunca da dinleme serüvenine bu konukları gitar stillerinden tanıma uğraşı da katılıyordu. 


O dönemde eski progresif rock gruplarının yeni modaya ayak uydurmaya başladığı ve eski tadı veremedikleri yıllardı. 1980'li yıllarda yeni çıkan tarzların gölgesi eski gruplara düşüyordu ve bunlardan biri de Supertramp olacaktı. Bir de buna bu albümde efsanevi eleman Roger Hodgson'un gruptan ayrılmış olması eklenirse, durumun tatsızlığını siz bir düşünün hani. Hodgson'un yerine vokal ve klavyeye Rick Davies geçmişti. Bu değişim sadece bir eleman değişimi değildi, albümde yavaştan pop'a kaymıştı. Ancak albüme ismini veren bu parçada söz ve müzik Rick Davies'e ait olup hem müzikal hem de anlatım olarak harikalaşmıştı. Özellikle iki kutuplu dünya ekseninde yaşanan 'Soğuk Savaş' işlenirken ABD'daki Reagancı  muhafazakar sağ politikalara dikkat çekiliyordu. 

Aradan tam tamına 37 yıl geçmiş ve bugün bu parçayı dinlerken aklıma şu takılıverdi: Bu parçayı bir radyo programında çalmış olsam ne olurdu. İnsanlar kaçıncı dakikaya kadar tahammül ederlerdi. Tabi tutkuyla dinleyenler gene de olurdu ama bugünkü müzik dinleme alışkanlıklarımızdan çok ama çok farklı. Hatta aklıma , "Yahu bizim o zaman dinlediğimiz progresif rock yoksa klasik müzik gibi bir şey miydi?". Açıkcası bugün için 40 ya da 50 yıl önceki progresif rock, bugün için elbetteki klasik müzik. 

Otuz küsur yıl önce dinlediğim bu Supertramp albümü aklıma bunları getirdi. Acaba bugün bir parçayı baştan sona dinleme süremiz kaç dakika olabilir. Bu arada bunun iki katı sürede olan parçalar da 1970'lerde bir hayli boldur hani. 

Neden yazdım derseniz? Bu kesinlikle "bizim zamanımız sizin zamanınızı döver" türünde bir yazı yazmak, asla değildir.  Zaten bende farklı şekilde dinlemiyorum ki... Spotify'den şöyle bir takılıp dinliyor geçiyorum. Uzun süre bir müziğe adapte olduğum yok. Ama eskilerden bazı şeyler böyle rastgelirse takılıp kalıyorum. Bu arada bu yazıyı yazarken söz konusu parçayı dinliyor değilim. Çünkü öyle yaptığımda yazıya devam edemiyorum, bir anda dinlemeye koyuluyorum. Şimdi bir an önce yazıyı noktalayıp, parçayı dinlemeye koyulacağım. 

APTULİKA

30 Ocak 2022 Pazar

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 184



Dag Solstad
 "T. Singer"
Jaguar Kitap
Çeviri: Deniz Canefe
  (2021)

Dag Solstad'ın "Mahcubiyet ve Haysiyet" romanında kahramanımız bir edebiyat öğretmeniydi. Burada ise kahramanımız bir kütüphaneci. İlk romanın akışında kahramanın geçmişine doğru giderken, burada ise 34 yaşında ve 50'li yaşlarına yani ileriye doğru bir akış söz konusu. 
Hem buradaki T. Singer karekteri hem de diğer romandaki Rukla aklıma hemen Gogol'un "Palto"sundaki karekteri getirdi. Her ne kadar aynı  sınıfsal özellikleri taşımasa da buradaki kahramanlar da aynı şekilde toplum içinde silik, iddiasız örnekleri oluşturuyor. Rukla filoloji okurken neredeyse iddiasız bir şekilde öğretmen oluyor. T. Singer ise çocukluk anılarından bir olayın utancı ile (ki bu incir çekirdeğini doldurmayan bir olay) geçmişini ve kendisini unutturmak için Oslo'dan, küçük bir kent olan Notodden'e  kütüphaneci olarak gider.  Oradaki sıradan hayatında tesadüfi bir aşkla karşılaşır. Buradaki kadın karekteri ondan oldukça farklıdır. Sonrasında olaylar akar gider. Her iki romanda da bu ilişkinin benzerliklerini bulabilirsiniz. Konuyu gene açmamak niyetiyle burada kesiyorum. 
Norveçli yazar Dag Solstad'ın "T.Singer" romanında anlatıcı rolüyle yazarın girip, bir yabancılaşma yaratması çok hoşuma gitti. Mesela, Singer'ın evliliği anlatılırken yazar bir anda girerek, "Bu, daha okur dostu demesek bile, daha neşeli bir kitap olsaydı en arkasından Merete'nin en güzel yemek tariflerini toplayan bir bölüm olurdu, ne yazık ki burada söylemediğimiz nedenler bunun yapılmasını engelliyor."  diyor. Gene başka bir yerde, " Her romanda  kocaman, bir kara delik vardır, hepsinde de  karanlığı aynıdır ve şimdi bu roman da o noktaya ulaştı." diyerek yaptığı soğuk duş etkisini şu sözlerle sürdürüyor: " Tüm o sevimli, taptaze genç kızlarla çevrili Singer'le birlikteyiz kocaman, kara delik gibi bir romanda. Niye bu  romanın başkişisi Singer?Ve başkişisi olmakla kalmıyor, her şey onun çevresinde oluyor." Romanı okurken Singer karekterinin etrafındakilerin alışılmış ölçüde roman kahramanı olacak kişiler gibi hissettim. Singer ise öylesine edilgen ki neredeyse bir yan karekter olacak kadar silik biri. Yani bu romanda en geride kalan motif öne çıkarılmış gibi. 
Bilemiyorum oldukça karıştırmış olabilirim ama bu romanla ilgili tanıtıcı bir yazı yazmak yerine okuyanlara yönelik bir yazı yazmak daha güzel olabilirdi. Yazıyı bitirirken, Dag Solstad'a ilgisiz kalmayın derim, zira çok keyifli, bir o kadar da tartışmaya müsait bir yazar. 

APTULİKA

 


29 Ocak 2022 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 183



Dag Solstad
 "Mahcubiyet ve Haysiyet"
YKY
Çeviri: Banu Gürsaler-Syvertsen
  (2018)


Lise yıllarında edebiyat derslerimizde Türk Edebiyatından yazarlar okutulurdu. O derslerde konu edilen yazarlar ve eserlerinden öyle soğutulurduk ki, bir daha elimizi sürmeyeceğimiz kesindi hani. Mesela Reşat Nuri Güntekin'i ancak 55 yaşıma geldiğimde okuyacaktım... hatta "çok keyifliymiş, bunca yıl neden okumamışım" diye de hayıflanacaktım. Norveçli yazar Dag Solstad'ın "Mahcubiyet ve Haysiyet" romanını okurken, bu durumun sadece bize özgü olmadığını görecektim. 

Norveç denilince akla tiyatro oyun yazarı ve şair Henrik İbsen gelir. İşte Solstad'ın romanının açılışında da bu edebiyatçının meşhur eseri "Yaban Ördeği" ile karşılaşırız. Romanın kahramanı bir lisede edebiyat dersi öğretmenidir ve verdiği dersin konusu İbsen'in bu eseridir. Ellili yaşlarına adım atmış, emekliliğini bekleyen edebiyat öğretmeni Elias Rukla dersi verirken, öğrenciler, ilgisiz ve bir hayli sıkılmaktadır. Öyleki romanın başında uzun bir süre o öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıyı biz de yaşamaya başlarız.  Bir ara Rukla kendi yaşıtı bir arkadaşıyla karşılaştığında derste İbsen'i işlediğini anlattığında, arkadaşı ona "bu yazarı hala okumadım ve hiç okumam da" der. Yani edebiyat derslerinde o ülkenin 19 ya da 18 . yüzyıldan kalma klasik yazarları zorunlu olarak okutulur ama onları daha sonrasında okumayız. Hani neredeyse o dersler o yazarlardan soğutmak için yapılır gibi. Kitabı okurken "vay be, bu sadece bizde değil, Norveç'te de böyleymiş, demekki" demeden de edemedim. 

İbsen ve eseri "Yaban Ördeği" derste işlenirken öğretmen Rukla'nın hayatına giriş yaparız. Yaşlanan ama gençliğinde güzel karısı ve 1968'li yıllardaki gençliklerine döneriz. 

Kitap, topu topu 106 sayfadan oluşan bir kısa roman ama Solstad'ın harika geçişleriyle bitirdiğinizde sanki üç roman okumuş gibi oluyorsunuz. 

Henrik İbsen'e gelince, benim hayatımda yer etmiş bir yazardır. Nedenine ise liseyi bitirdiğim zamanlarda okuduğum aylık bir sanat dergisinde hakkındaki bir yazıyla açılan kapıdan girip, ilk önce bir tiyatro eserini izleyip, ardından da bir başka eserini okumamla başlayacaktı. Yani İbsen konusunda bir Norveçli yaşıtımdan daha şanslıydım belki de. Hatta yıllar sonra İbsen amcanın tipini de karikatür portre olarak çizecektim.  

Bugün orta öğretimdeki çocukların kitapçıya girip, "Çalıkuşu" romanı var mı?" diye bezgin bir vaziyette sorduklarını görüyorum. Hemen atılıp, Vay be gencecik çocuk Reşat Nuri'ye merak sarmış diye heyecanlanıyorsunuz. Ama çocuğun yüzündeki ifade, " inşallah çok uzun değildir, hemen biterde, bu kabusu bitiririm" oluyor. Nedeni ise bunu zorunlu bir okul ödevi olması. O dersi hallettikten sonra da bir daha o yazara ve eserine hayatı boyunca elini sürmeyeceği garanti oluyor böylece. 

Solstad'ın " Mahçubiyet ve Haysiyet" romanı İbsen'in zorunlu ders konusu olan eseriyle açılıyor ve edebiyat öğretmeni Rukla'ının hayatını sorgulamasıyla 1968'lerdeki gençliğine gidiyor. Kitabın konusunu açık etmemek için daha fazla yazmıyorum. Rukla'nın üniversiteden arkadaşı ve sevgilisi ile harika bir öyküye giriyorsunuz.  Bu arada geçen hafta bu kitabı okuduktan sonra dilimize çevrilen bir başka romanını "T Singer"ı da okumaya başladım. Ona da bir sonraki yazıda yer vereceğim.  Benim önerim ilk önce "Mahcubiyet ve Haysiyet" ardından da "T Singer"i okuyun derim. 

APTULİKA

27 Ocak 2022 Perşembe

Dag Solstad romanlarını sever misiniz?


 

Başlıktaki soruya biri çıkar da, 

"Severim ama sana ne!" dese çok sevinirim. 

Dikkat çekmek için verilen başlıklar günümüzde pek bir moda ve ben de buna uydum galiba. Ama işin özü bu hafta okuduğum iki roman bu adamcağıza aitti. Kitapları okuduktan sonra, internetten kim bu adam diye baktığımda hemen portresini çizmek için atıldım. Ardından bu çizimleri birilerine göstermek istedim ve bu başlığı koyup, çizimleri paylaşmak istedim. Olay budur.



Bu arada bu iki romanı da bu haftaki "Blues Perişan Kütüphanesi"nde tanıtacağım. Onu da buradan duyurayım.

Dag Solstad, Norveçli bir  yazar. Çalışmaları 20 dile çevrilmiş ve roman, kısa öykü, tiyatro oyunu alanında çalışmalar yapmış. 80 yaşında olan bu yazarın orta yaşlı ve 80'lik halini çizdim ve buradan sunuyorum, olay bundan ibarettir. 

Bu arada yazarı seven ya da eleştiren varsa yorum yazarsa sevinirim.

Bu kadar, şimdi sessizce dağılabiliriz. 

Aptulika

26 Ocak 2022 Çarşamba

Blood Sweat and Tears sonrası Dick Halligan



Dün ölüm haberini verdiğim Dick Halligan'ı Blood, Sweat and Tears grubunun tromboncusu olarak tanımlamıştım. Oysa o her enstrümanı ustalıkla çalan biriydi. Zaten o dinlediğimiz Blood, Sweat and Tears albümlerinde de trombonun yanısıra, flüt, piyano da çalmaktaydı.  Gruptan ayrıldıktan sonra da onu piyanosunun başında görecektik. 

Bu arada Blood , Sweat and Tears'ın ilk dört albümünde Halligan yer almıştı ve bu güzelim kayıtları bulup, dinleyin. Rock ile cazın buluşmasındaki bu harika deneyimden uzak kalıp, kendinizi harap etmeyin derim. 

Evet şimdi gelelim Dick Hallington'un gruptan ayrıldıktan sonra yaptığı çalışmalara. 


Bugün Dick Hallington gruptan ayrıldıktan sonra solo olarak bir şey yapmış mı diye şöyle bir araştırmaya başladım. Karşıma üç albüm çıkıverdi. İlki 2007 tarihli "Cat's Dream" adlı bir albümdü ve Hallington piyonada tek başına besteleri seslendirmişti. Piyano ile gerçekleşen bu caz albümünü hemencecik listeme alıverdim, zira o eskilerde Keith Jarreth ve Chick Corea'nın klasik piyano ile tek başına yaptıkları albümleri hatırlatıverdi bana. 

Sonra ardından gene aynı yıl çıkmış ama yanında bir caz grubunun olduğu "Slow Food Forum" albümünü dinlemeye koyuldum. "Slow Food Forum" albümünü kulağı caz ile hem hal olanlara inatla tavsiye ederim. Özellikle 1970'lerin akustik fusion tınılarını hissettiriyor. 

1970'lerin Blood, Sweat and Tears plaklarında tromboncu olarak gördüğümüz Dick Halligan'ı bu albümlerde piyanosu ile dinlemek güzel bir keşif oldu hani. Ancak insanın aklına bu kadar yıl niye uzak kalmışız demeden de edemiyor insan. Blood, Sweat and Tears'tan sonra hiç yoksa 40 yıl sonra bu solo albümler yapılmış. Hoş ben bunları Dick'in ölümünden sonra dinliyorum o da ayrı bir durum yani.    

Dick Halligan o kadar yıl beklemiş solo albüm yapmak için ama iki yıla da üç albüm sığdırmış. İşte şimdi de 2008 yılında yaptığı çalışmaya geliyoruz. Bu usta müzisyenin kendi adına yaptığı bir çalışma değil, bir keşif.  Buyrun dinleyin bakalım...

İtalyan bir caz vokalisti olan Carla Marcotulli, Dorico isimli caz dörtlüsünün elemanı ve aranjör olarak yolları Dick Halligan ile keşişir.  Böylece "How Can I Get To Mars" albümü 2008 yılında ortaya çıkar. 



Albümü ilk dinlediğimde aklıma ilk gelen 1978 yılında Chick Corea'nın "Mad Hatter" başyapıtı ve oradaki Gayle Moran ile birlikteliği aklıma ister istemez geldi. Orada Gayle Moran vokaliyle bizi Alice'in harikalar diyarına götürüyordu, şimdi bu albümde de Carla Marcotulli bizi Mars'a götürüyor. Bu çalışmada  Antonello Leofreddi'nin kemanıyla kattıkları muhteşem ve bir o kadar da epik etki yaratıyor.  Sandro Gibellini'nin gitarını da unutmamak gerekli.   

Bu albümde muhteşem sesiyle Carla Marcotulli'den bahsetmesek bir çok şey eksik kalacak. Sanatçı müzikal bir aileden geliyor. Babası,   Ennio Morricone'nin  film müziklerinin kaydedildiği stüdyosunda bir ses mühendisiydi. Bugün İtalya'nın en ünlü caz piyanistlerinden biri olan ablası Rita  onun müziğe adım atmasında etken olmuş. Carla Marcotulli,  19 yaşında , Chet Baker ile "Four Roses Caz Festivali"nde şarkı söyledi, ve daha sonra aynı yıl Carmen McRae ile.  


Dick Halligan'ın 1967'de  çığır açan caz-rock grubunun kurucu üyelerinden biriydi ve tromboncuydu. Grubun ilk dört albümünün en önemli şarkı yazarlarından biriydi. Şimdi onun ölümünün ardından yeni keşiflere çıktık. Yani bu güzel insanlar ondan önemliydi. 

Aptulika


25 Ocak 2022 Salı

Blood, Sweat and Tears'tan Dick Halligan Öldü.


Rock müzikte 1970'lerden benim için ayrıcalığı olan iki grup vardır. Bunlardan biri Chicago diğeri ise Blood, Sweat and Tears'tır. Bu iki grubun da en belirgin özelliği , rock gruplarındaki gitar, bas, org ve davul düzenine her şekliyle nefesli enstrümanları da katmalarıdır. Onlara bir anlamda "Rock Big Band" desek yeridir hani. 

Bugün bu gruplardan biri olan Blood, Sweeat and Tears'ın elemanlarından birinin ölüm haberini vereceğim ama o elemanın grubun tromboncusu olması, kimse tanıyamaz diye işimi zorlaştırıyor. Bir de son zamanlarda aynı isimde Kore ya da Japon menşeli bir pop grubunun olması da cabası hani. Bir iki ay önce youtube'ta video ararken aklıma Blood Sweat and Tears düşünce aramaya başladım. Birden karşıma çekik gözlü genç çocuklar çıkınca bir anda yere yuvarlanmış gibi oldum. Nasıl bir şeyse aynı isimde bir pop grubu da var hani. Üzerine basa basa söyleyeyim bizimki 1970'lerin BST'ı.

Evet şimdi haberimize geçelim...



Efsane caz rock grubu 'Blood, Sweat & Tears'ın elemanlarından Dick Halligan, 18 Ocak 2022 günü  hayatını kaybetti.

78 yaşında öldüğü belirtilen Halligan'la ilgili haberi ise kızı Shana basına duyurdu. Dick Halligan'ın İtalya'nın başkenti Roma'da doğal nedenlerle öldüğü açıklandı.  

Dick Halligan sağ baştaki eleman


New York'ta doğumlu Halligan müziğe Stan Kenton, Tommy Dorsey ve Glenn Miller gibi ustalardan etkilenerek başladı. Manhattan Müzik Okulu'nda master yapan  Halligan, 1967 yılında  Blood, Sweet & Tears grubunu katıldı.
  
 'Blood, Sweat & Tears'ın ilk 4 albümünde piyano, org, trombon, flüt ve akordeon çalan Halligan, 1971 yılında gruptan ayrılacaktı. Daha sonrasında caz üzerine yoğunlaşan sanatçı  
1970'lerde 'The Owl and the Pussycat' ile 'Go Tell the Spartans' gibi filmlerin müziklerini yaptı.

Aptulika



24 Ocak 2022 Pazartesi

Günlük Değil, GÜNDELİK 0011

 

Claude Monet - Saksağan - 89 cm × 130 cm . Musée d'Orsay, Paris

   


İstanbul'a şu anda kar yeniden yağıyor. Çocukluktan bu yana değişmeyen aynı soru bir anda kafama teklifsiz bir şekilde geliyor:

"Yarın bu kar tutar mı?"

Kış soğuk ve pek haz ettiğimde söylenemez ama kar yağmaya başladı mı içimi bir heyacan alır. Genelde bu durum hep gece yarısı olur ve ertesi günü düşünmeye başlarım. Sabah uyanınca ortalık bembeyaz  hatta diz boyu kar olacak. Sanki ertesi sabah uyandığımda yepyeni bir dünya karşılaşacağım... her bir şey düzelecek...

Kendimi bildim bileli bu böyle olmuştur. Kar her şeyi bir anda güzelleştirecek. 

Geceyarısı ilk karlar dökülürken içimi bir heyecan kaplar ve bir şeyler paylaşmak isterim. Facebook'tan karla ilgili şarkıları paylaşırım. Şimdi aklıma karla ilgili şiirleri paylaşmak geldi. O kadar mı... Karla ilgili romana, öykü ve tuvallere dökülen resim. Bir coşkudur alıp başını gidiyor anlayacağınız.

 Şu an saat 01.00 ve İstanbul'da kar yağıyor. Yani İstanbul bembeyaz. İstanbul doğduğum kent. İlkönce Fatih'te doğmuşum, sonra Boğaziçi'ne gelmişim. Beşiktaş'ın semti Kuruçeşme, Arnavutköy'de yaşamışım. Ama çocukluğumun, gençliğimin İstanbul'u artık yok. 

İşte o İstanbul ne kadar başkalaşsa da kar yağınca çocukluğumdaki gibi bembeyaz oluyor. 

İstanbul silueti bembeyaz bir örtüye bürünüyor. Bu öyle bir şey ki sanki photoshop'la bozulmuş görüntüler bir güzel silinip, o harikulade görüntü ortaya çıkıyor. 

Aptulika

24 Ocak 2022

Saat: 01:23


Fatma Girik


 

Bu sabah Fatma Girik'i kaybettiğimiz haberini aldım. Bana göre o sinemamızın en önemli oyuncusuydu. Anlatılamaz güzelliğine rağmen rolünün hakkını vermek için saçlarını kazıtabilen ender oyunculardandı. 



Bugün takvimler 24 Ocak tarihini gösteriyor ve bugün aynı zamanda Uğur Mumcu'nun da katledilişinin yıldönümü. Bugün bulduğum bir fotoğrafta 1990'lardaki madenci yürüyüşündeki bu fotoğrafı buldum. Fatma Girik, Uğur Mumcu aynı safta yürüyorlar. Yanlarında Cumhuriyet gazetesini var eden İlhan Abi de bulunmakta. 



Ardından gelen fotoğraflarda da bir anda 1970'lere gidiverdim.


Sadece bir sinema yıldızı değil, Fatma Girik  bir aydındı. Oyunculuğunda da bir ağır işçiydi. 



23 Ocak 2022 Pazar

Şiiri kitaptan okumak mı ?


 

Uzun bir zaman sonra, ilk defa bir şiir kitabını alıp şiir okumaya başladım. Öyle internetten ya da youtube'tan dinleyerek değil; kitabın sayfalarını açarak iç sesimle okumak. Bir çoğunuz bana "Yahu bu ne salak adam, internetten istediğin şiiri bedavadan bulur okursun, üstelik okumana da gerek yok alta müzik verilmiş olarak okunmuş haliyle bulursun..." dediğinizi duyar gibiyim. Oysa eskiden şiiri kitaptan okurduk ve hayatımızda da ciddi bir yeri olurdu. Şimdi o heyecanla tekrar buluştum.

1990'lı yıllarda nedendir bilinmez şiir bir anda kutsanmaya başladı. Şiir kasetleri diye bir modadır başlayıverdi. Kimi zaman tiyatrocular kimi zaman şairlerin bizzat kendisi stüdyoya giriyor ve arkaya da bir new age müzik eklenerek şiir okunuyordu. Sadece şiir kasetleri mi, bizzat radyolarda şiir programları yapılıyordu. Dönemin özgün müzik ve Anadolu Rockçıları ( burada Moğollar'ın yaptığı Anadolu Rock akla gelmesin sakın)  şairlerin şiirlerini besteleyip arada bir bölümde de haykırarak şiiri okuyorlardı. Kısacası o günlerde bir şiir sevgisidir arşı alaya yükselmişti. 

Evet bir yanda şiir kutsanıyordu ama ufaktan şiir kitapları basılmamaya başlanacaktı. Yayınevlerinin dilinde, "şiir kitabı satmaz" lafı ağza sakız olacaktı. Artık kimse şiiri kitaptan okumuyor sadece arkada müzik eşliğinde dinliyordu. Orhan Veli ile Müsfik Kenter birbirine karışır olmuştu. Yakın zamanda espri olsun diye birine "rakı şişesinde balık olsam" dediğimde, "o şiiri biliyorum Müşfik Kenter'in değil miydi?" karşılığını alacaktım. 

90'lı yıllardan sonra 2000'lere geldik ve şiir artık hayatımızdan çıkıverdi. O aşırı sevgi mi öldürdü nedir ama artık şiire bir ihtiyacımız kalmadı. Şimdi 90'larda şiire olan aşırı merak gibi bir plak merakı başladı. Öyle delişmen bir merak ki kimisi çıtırtısından kimisi çiziklerinden merakın peşine düşüyor. İster misiniz bu da hayatımızdan plağı ve müziği çıkarsın?

Plak ne çıtırdamasından ne de atlatmasından önemli. Bir plağı alırsınız pikaba koyarsınız dinlerken kapağını bir güzel incelersiniz. Sonra bir kez daha dinlersiniz ve bir yere uzanır gözlerinizi kaparsınız... ya da sahibinin sesi misali karşısına geçer dinlersiniz. Eskiden evlerde toplanıp plak dinlenirdi, yanında da bira olmasına da gerek yoktu çay demler içer ve büyülenmişcesine dinler sonra da üzerine sohbet ederdiniz.

Peki ya şiiri... onu da kitaptan kendi iç sesinizle okurdunuz, hem de defalarca. Bazen ister istemez ezberlerdiniz. Laf aramızda bazen o şiiri kendinizce bestelemeye kalkardınız. Bu arada benim lise yıllarımda yaptığım Nazım Hikmet besteleri vardı. Öyle kimsenin dinlemesi için değildi o besteler ( zaten kimsenin dinleyebileceği şeyler de değildi hani). Kitaptan şiiri okurken oluşan bir serüvendi. Kimi zaman o şiirler okunurken bir desen ya da espri çıkıverirdi. Yani şiir hayatımızdaydı o zamanlarda. 

APTULİKA

 

22 Ocak 2022 Cumartesi

"Hay Bin Köfte!"



Meat Loaf'ın ardından böyle bir başlık atayım mı, atmayayım mı diye açıkçası çok düşündüm. Sonra aklıma asıl adı Michael Lee Aday olan bu rock müzisyeninin sahne adı olarak Meat Loaf'ı kendine uygun bulması aklıma gelecekti Ve tabiki yazımın başlığına çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi romanında kahramanlardan birinin devamlı kullandığı "hay bin köfte" lafını uygun bulacaktım.

Dalyan köfte misali devasa kilolu olan Meat Loaf'ın et yememesi yani vejetaryan olması da ayrı bir konu  ve bir o kadar da ilginçtir hani.

Meat Loaf albümleriyle ilk tanışmam 1990 başında "Bat Out Of Hell II : Back Into Hell" ile olacaktı.  Ondan öncesi de "Hard'n Heavy Slow" tipi karışık kasetlerde de bolca karşıma çıkardı hani. Böylesi davudi, operatik sese hayran olmuştum. Bir kaç yıl sonra 1977 tarihli ilk albümünü de bulup dinleyecektim. Ondan sonrası da her yeni yaptığı albümü takip etmeye başladım. Aradan geçen onlarca yıl sonra hep aynı şarkıyı dinliyormuşum gibi gelecekti. Sonrasında da takibi bırakacaktım. Aslında bu yazıyı yazarken tekrar albümlere göz attığımda aslında farklı çalışmalara da rastladım ama adamın başına hep aynı parça musallat olmuş gibi. Hani bizdeki İskender Doğan denilince akla "Kan ve Gül"den başka bir şey gelmemesi gibi. Meat Loaf'ı biraz Bonnie Tyler'a benzetirim. Sanki onun erkek hali gibi (Ama bu arada Bonnie Tyler'ı başka parçalarıyla da hatırlarım. hakkını yemiş olmayayım). 

Dün internette müzik haberlerine bakarken "Meat Loaf haberini görünce, içimden "Eyvah gene yeni bir Bat Out Of Hell turnesi mi?" diyecektim. Sonra habere dikkatle bakınca bunun bir ölüm haberi olduğunu anlayacaktım. Meat Loaf, 20 Ocak 2022 tarihinde 74 yaşındayken yaşama veda etmişti.   

 Bu güçlü vokalin ardından bir çizim yaparak anmak istedim. 

APTULİKA

21 Ocak 2022 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 183


Helen Garner
 "Çocuklar İçin Bach"
YKY
Çeviri: Darmin Hadzibegoviç
  (1. Basım: Şubat 2021)

Kitabın ismine baktığımda ben de sizin düştüğünüz kuşkuya düştüm. Hani o çocukları klasik müziğe ısındırmak amacıyla yapılmış kitaplar vardır ya, işte bunu da öyle bir şey sandım.  Neyseki arka kapak yazısını okuyunca öyle bir şey olmadığını anlayacaktım. 

Helen Garner adını açıkcası ilk defa duydum. Kendisi şimdilerde 80 yaşında olan  Avustralyalı  bir yazar. Roman, kısa öykü, senaryo, deneme gibi alanlarda yapıtlar vermiş biri. Dikkat ederseniz bir önceki cümlede "kısa öykü" dedim ve bunu ben de garipsedim ama yazarın bu romanının topu topu 104 sayfa olduğu düşünülürse bu tanıma hak verebilirsiniz. Burada hakkını vermeliyim, roman 104 sayfa olsa da kitabı bitirdikten sonra öyle uzun bir roman okumuş gibi oluyorsunuz ki, gerçekten bunu nasıl başarıyor anlaşılır gibi değil hani. Bir de romanın kahramanlarının da ayrı ayrı maceraları ayrı ayrı roman gibi. 

 Garner'ın ikinci romanı olan "Çocuklar İçin Bach" 1984'te yayımlanmış. Romanın konusu Melbourne’ün banliyösünde yaşayan genç bir çiftin tekdüze hayatıyla başlıyor.    Dexter ve Athena Fox adındaki bu karı koca iki çocuk sahibi ama çocuklardan biri ağır bir şekilde otizmlidir. Ama onlar buna rağmen birbirlerini severler ve mutludurlar.  Basit, iddiasız ama istikrarla südürdükleri düzenleri Dexter’ın üniversiteden arkadaşı Elizabeth’in gelişiyle sarsılmaya başlar.  Elizabeth yanında, müzisyen sevgilisini, annelerinin ölümünden sonra yalnız kalan kız kardeşini ve sevgilisinin kızını da getirmiştir. Bu yeni konukların gelişiyle Fox ailesinin sade, sakin ve huzurlu hayatı başkalaşacaktır. Ailenin dış dünyadan tecrit edilmiş hayatı bu yeni konuklarla tehdit edilmeye başlayacaktır. 

Kitaba başlarken geçen, "Dexter bu fotoğrafı mutfak duvarına, ocakla banyo kapısının arasına yapıştırmış. Fotoğraf pişen yemeklerden sıçramış yağların parıltısıyla kaplı, yırtık ve lekeli. Uzun zamandır orada duruyor. İkide bir duvardan ayrılıyor, kenara doğru kıvrılıp bir köşesinden sallanıyor. Ama her zaman, duvardan tamamen ayrılıp düşmeden önce, biri fotoğrafı kurtarıyor, biri onu yerine yapıştırıyor." tasviri açıkcası yirmi sayfalık anlatıma değer. Helen Garner'in bu tip tasvirleri kişileri çok güzel yerine oturtuyor. Athena ile ilgili de, " O basit akorlar Athena'nın cahil parmaklarının altında bile bir zafer çığlığı gibi çınlar..." Arasıra evdeki duvara dayalı piyanoda bir şeyler çalmaya çalışan Athena, bu işi iyi yapamaz ama ara sıra çalışmayı da ihmal etmez. Athena'nın piyanosunun üstünde Harold Davies’in “Çocuklar İçin Bach” adlı nota kitabı vardır. Zaten romanın ismi de buradan gelir. Açıkcası kitapta hep böyle göndermeleri buluruz. Örneğin kendi halinde bir kasabalı ev kadının ismi Athena olurken bir ironi yapılmak istenir. Bu aradan ailenin soyadının Fox olması aynı ironiyi sürdürürken baskın karekterli kadına da Elizabeth isminin verilmesi gözden kaçmaz. Bu arada Elizabeth'in rock gitaristi sevgilisinin adının da Philip olması işi daha da abartmış gibi olmuş. Hani neredeyse, "kör gözüm parmağına" hesabı... Kendi adıma söylemem gerekirse bu tip tanımlamalar biraz sıkıcı ve işi ucuzlatır gibi gelmedi de değil hani. 

Romanda müzikle ilgili tanımlanan sadece Athena değil. Açıkcası her karekter müzikle tanımlanıyor.  Olur olmaz her yerde  opera aryaları okuyan Dexter, Elizabeth’in sevgilisi zaten bir rock müzisyeni, otizmli çocuk ise sadece müziğe tepki vererek dış dünya ile irtibat kuruyor. Bu arada sadece Philip değil, Elizabeth de rock müzik dinliyor. Tabi bu imge ile Elizabeth'in  evlilik dışı ilişkilerle dolu, dağınık ve rastgele bu dünyası vurgulanıyor. Bu sayede  Fox çiftini dış dünyadan koruyan kabuğun kırılmaya ve tehdit edilmeye başladığını anlıyoruz.  Bunca abartılı vurgu işi az biraz karikatürize etmiyor da değil hani. Hoş bu iş karikatür olsaydı bile bunca abartılı benzetmeler işi bozardı. 

Tanıttığım kitabı biraz eleştirir gibi oldum ama dikkat çekici bir yaklaşımı yok değil. 1968'lerin özgürlükçü ve başkaldıran ortamında genç olanlar 80'li yıllardan sonra orta yaşlı olduklarında yaşadıkları kaybolmuşluğu hissediyoruz. Öyle ki rock müzisyeni olan Philip ile ilgili şu bölüme göz atmanızı isterim:

"...'Eskiden bütün gün evimde gitarımı çalardım' dedi Philip, 'Şu notaların şu şu ritimde çalındığını dinledikleri zaman insanların her şeyi anlayacağına ve her şeyin değişeceğine inanırdın'..."

Yani işin işine biraz 68'lerin o asi ve özgürlükçü ortamına "kayıp"  ya da "kaybetmişlik" vurgusuyla bakılıyor gibi. Tam anlamıyla "Neo Liberalizm'e teslimiyet" diyemesem de bir pişmanlık hakim gibi Helen Garner'in romanında. 

Bir çok açıdan tartışma götürür ya da her okur farklı yorumlayabilir ( bunlar benim hüsnü kuruntum da olabilir ) ama bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. 104 sayfa kısalıktaki bu romanı okuduğunuzda uzun bir film izlemiş gibi oluyorsunuz... üstelik her bir karekter için ayrı bir film söz konusu. 

"Çocuklar İçin Bach" romanını okuduktan sonra keşke Helen Garner'ın başka yazdıkları da dilimize çevrilseydi de okuyabilseydim dedim. 

APTULİKA 


 

20 Ocak 2022 Perşembe

Kefallerin dinlediği rock plağı

 


Lise yıllarımın unutulmazlarından biri TRT'de yayınlanan İzzet Öz'ün efsanevi televizyon programı Teleskop'tu O programlarda Camel'dan, Yes'e bir çok rock grubu ile tanışma fırsatı buluyorduk. O programlardan birinde ülkemizden bir çalışma da yer almıştı. Gerek sözleri gerekse müziğiyle ülkemizde yapılan örneklere benzemeyen bir çalışmaydı.

"Kaldır kafanı uzaya bak

Yaşama türünü değiştir sonra

Hiç bir şey sandığın gibi değil

Yeni bir yol getir hayatına..."

sözleriyle başlayan bu parça herkes tarafından garipsenmişti. Öyle ki o gece evde misafirler de vardı ve hepsi birden "ne garip şarkılar çıkıyor bu programda" demişlerdi. O dönem yapılan ne alışılmış aşk şarkılarına benziyordu ne de Cem Karaca, Barış Manço ve Erkin Koray'dan alışık olduğumuz rock örneklerine benziyordu. Hatta o sözler insanlara bir uzaylı görmüş gibi garip geliyordu. 

Bu şarkı aklıma öyle yerleşmişti ki ardından gelen günlerde de mırıldanacak kadar dimağıma kazınmıştı. Bir kez dinlediğim ve daha sonra bir kez daha dinleme olanağı bulamayacağım bu parçayı yıllar yılları kovalamasına rağmen unutmamıştım. Kim söylüyordu falan o da aklımda kalmamıştı hani. 

Sonra 1990'lı yıllara geldik ve "Moğollar Tekrar Kurulsun" kampanyaları başlayacaktı. Ve işte o arada grubun basgitaristi Taner Öngür'ün bir solo albümü de kaset olarak çıkmıştı. Orada bu parçayı tekrar görecektim. İşte benim yıllar önce duyduğum bu parça Taner Öngür'e aitmiş. Bu şarkı vakti zamanında Tank isimli bir grup kurdukları zaman diliminde yapılmış bir parçaymış. O dönem Türkiye'de batılı anlamda rock yapmak için kurulan Tank plak olarak çıkartmak için kayıtlara giriyorlar. Kayıtlar bittikten sonra plak şirketleri yayımlamaya yanaşmıyor. Tabii cevap (bugün de olduğu gibi): "Bu satmaz" ya da " bizim dinleyici için bunlar çok erken" vesaire ve sonuçta yayınlanamıyor. Taner Öngür ve Tank grubunun elemanları da bu bant kayıtlarını alıp, Galata Köprüsü'nün üzerinden Haliç'in sularına atıyorlar. Yani benim bir parçasını duyduğum bu albümü  Haliç'in kefalleri tekmili birden dinleyecekti. 

İşte 1990'ların başında çıkan Taner Öngür'ün "Alarm" kasetinde o Haliç'in kefallerinin orijinal haliyle dinlediği Tank grubunun çalışmalarını  dinleme imkanımız olamayacaktı ama o dönemlerde biriken Taner Öngür bestelerini duyabilecektik. O kasette grupla aynı adı taşıyan bir parça daha vardı ve sözleri şöyle başlıyordu:

"Dünyanın tepesi Himalaya'lar

Yamaçlarında kalmamış bir tek ağaç

Kışın biriken kar suları

Baharda Bengal deltasına saldırıyor

Kardeş Bengaldeş

Sular altında..."

Açıkcası bu parça da "Uzaya Bak" etkisinde gelecekti bir çoğumuza. Hoş dönem çevreciliğin yükseldiği yıllardı ama durum gene de bu şekildeydi hani.  

1990'ların başında Moğollar tekrar kuruldu ve grup ikinci döneminde müziğine protest yaklaşımları da katarak bugünlere dek geldi. Bu şarkılar Anadolu Rock'ın güzide örnekleri olduğu gibi, gösteri yürüyüşleri, mitingler, grevlerde de insanların dilinde marşa dönüşecekti. 

Moğollar'ın her şarkısı özgüye değerdir ama 2004 yılında yapılan "Çölde Gökyüzü" benim için en ayrıcalıklı olanıdır. Bu parça da Taner Öngür'ü vokalde görürüz ve onun elinden çıkmış olduğunu da ilk dinleyişte fark edecektik. Amerikan'ın  Bağdat'ı işgali ve bugüne dek acısını çektiğimiz emperyalist planlarına dikkatleri çeken bu parça o dönemin BarışaRock konserlerinin simgesi olacaktı. 

"Çölde Gökyüzü" o güne kadar yapılmış Moğollar çalışmalarından farklı ama bir o kadar da Moğollar'ın her bir elemanının enstruman performansının eşit şekilde üst düzeye çıktığı bir çalışmaydı. Akla her ne kadar Taner Öngür'ün solo çalışması gibi gelse de başka bir kadroyla bu kadar yüceleşeceğini de pek sanmıyorum. Klavyede Serhat Ersöz neredeyse kuyruklu piyano çalıyormuşçasına müzikal kariyerinin ilk yıllarına dönüyor ve caz ile buluşuyordu. Rahmetli Engin Yörükoğlu davulda bagetleriyle kişiliğindeki alicenap halini ortaya çıkarıyordu. Cahit Berkay gitarıyla progresif bir tada bürünüyordu. 

Parça protest bir yaklaşımdaydı ama yerel motifleri içermiyordu. Eleştirel anlatımı ve müzikal yapısıyla da kentli hatta dünya insanı bakışındaydı. O dönemin savaş karşıtı ortamında slogansı bir yanı da yoktu. Dolayısıyla alıştığımız şekilde bir protest parça olarak görülemedi belki de. "Çölde Gökyüzü" hakettiği ilgiyi elde etti mi? derseniz, tabiki etmedi. Ama çok iyi biliyorum ki yirmi, otuz yıl sonra birileri keşfedecek. Zaten bizde hep öyle olur( 70'lerin plaklarına artan merakı düşünürseniz...) 

O günden bu güne Taner Öngür'ün solo bir çalışma yapmasını hep arzu etmişimdir. Geçen yıl bir baktım ki 2005'te yaptığı "Evde Tek Başına" albümünden sonra bugüne kadar 5 albüm oluşturmuş. Hepsi de plak olarak basılan bu albümlerde sanatçının Surf Rock'tan progresife; blues'tan hard rock'a kadar geniş yelpazeye yayılan kentli rock anlayışını ortaya koymuştu. Belki kırk küsur yıl önceki deneme kefallere nasip olmuşken, şimdilerde 2005'ten sonra bizlere de bazı şeyler nasip olacaktı. 

Taner Öngür bugün de Moğollar'ın efsanevi ve de emektar bir elemanı ama yanısıra kendi dünyasını da solo çalışmalarıyla ortaya koyuyor. Üstelik bunları da altmışından sonra ortaya koyuyor.  Rock'ta ve tabi sanatta emeklilik olmaz. 

Bu arada geçtiğimiz hafta Taner Abi facebook sayfasında "baktım ki herkes tekli yayınlıyor, eee ben niye yapmayayım dedim" demiş, hemen dinlemek için atıldım. "Ah Kedi, Ağlatma Beni" adlı yeni parçasında blues temelleri üzerinde toplumcu bakış açısıyla nefis bir yapıt ortaya çıkartmış. 

Ülkemizde özel insanlar vardır ve onlar ufuk açıcı işlerini kimse ilgilenmese de üretirler. Bu hay huyun içinde onları görmeyiz. Hafızsızlık sadece toplumsal konularda değil kültür sanat alanında da mevcut.  Anılar denizinde yüzmek güzel ama yeni adalara da ulaşmak gerekir. Taner Öngür bunu yapıyor. 

Taner Abi'nin bir sonraki albümünü ya da şarkısını merakla bekliyorum. 

Aptulika


18 Ocak 2022 Salı

Beth Hart'tan Led Zeppelin Sürprizi: 25 Şubat 2022'yi bekleyin!

 


Beth Hart son yılların en dikkat çeken sesi. Ülkemize de konser için gelen ve muhteşem dakikalar yaşatan Hart, sadece rock ve blues değil her tarzdan dinleyicinin ilgisine mazhar olan bir kadın sesi. Onu ilk kez Joe Bonamassa ile yaptığı ortak çalışmalarla tanımıştık. Bu muhteşem ses bir ay sonra çıkacak yeni çalışmasıyla ortalığı yeniden sarsacağa benzer.

 Beth Hart , Robert Plant'in efsanevi sesini A Tribute To Led Zeppelin'de  kanalize ederek bugüne kadarki en derin girişimlerinden birini üstleniyor . Provogue/Mascot Label Group  aracılığıyla 25 Şubat 2022'de piyasaya çıkacak olan albüm,   dijital, CD ve 3 farklı vinil renkte satışa sunulacak.

Dokuz parçalık albümde, Led Zeppelin'in unutulmaz yapıtları Beth Hart'ın sesiyle kulaklarımızda yankılanacak.  


14 Ocak 2022 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 182



Danilo Kiş
 "Bahçe, Küller"
Jaguar
Çeviri: Özge Deniz
  (1. Basım: Ağustos 2021)


"Jaguar", son iki yıldır tutkunu olduğum yayınevi. Buradan çıkan dünya edebiyatında çıkan ve daha önce bilmediğim yazarların romanlarıyla tanıştım. Bunlardan biri de Danilo Kiş.   Sırp yazar ve şair Danilo Kiş  daha önce "Ölüler Ansiklopedisi" ve "Ud ve Yara     İzleri" eserleriyle dilimize çevrilmiş ama ben ilk kez bu kitapla tanıştım. Eski Yugoslavyalı romancı Kiş'in bu eseri daha Can Yayınları tarafından yayımlanmıştı, dilimize bu defa Sırpça aslından çevrilerek, yıllar sonra tekrar bizlerle buluşuyor.
 

"1935 doğumlu Sırp yazar, Subotica’da dünyaya gelmiş. Kiş, eserlerini Sırpça ve Hırvatça kaleme aldı. Bruno Schulz, Vladimir Nabokov ve Jorge Luis Borges gibi yazarları etkiledi. 1989 yılında Paris’te hayatını kaybettiğinde ardında pek çok çalışma bıraktı.
Kitaplarında çoğunlukla İkinci Dünya Savaşı’na, savaş sonrası döneme ve kişisel hayatından izlenimlere yer verdi. Yazarın, orijinal adı Bašta, pepeo olan ve ilk defa 1965 yılında yayımlanan bu eseri de İkinci Dünya Savaşı’nda geçen bir aile dramını konu alıyor."
Kitapla ilgili tanıtımda Danilo Kiş böyle tanımlanmış. "Bahçe, Küller" okunduğunda ise yazar daha iyi tanınacak, zira bu otobiyografik bir roman.  
 

 Danilo Kiş romanı "Bahçe, Küller"de, II. Dünya Savaşı’nın arifesinde geçen çocukluk yıllarının; sürgün ve linç tehdidiyle oradan oraya sürüklenen ailesinden, özellikle de babasından yadigâr kalan travmaların, yersiz yurtsuzluğun, inişli çıkışlı ruh hallerinin, aranıp bulunamayan kurtuluş yollarının izini sürüyor. Kiş bu otobiyografik romanında, tüm dünyayı kasıp kavuran bir kıyametin savurduğu küllerin altında saklı kalmış, siyah beyaz bir aile albümünü aralar gibi, unutulmaz bir baba figürünün etkisinde geçmiş o yılları tekrar gün yüzüne çıkarıyor.

 Danilo Kiş'in "Bahçe, Küller" romanı acılı bir dönemi kendi hayatından izlerle ve çocuk gözüyle bizlere sunuyor. Hem de öyle güzel sunuyor ki, kitabı elinize aldığınızda aralık vermeden sürükleniyorsunuz.

Aptulika

* Yazıda bold ve italik olan bölümler tanıtım bülteninden. 

13 Ocak 2022 Perşembe

Aşık Mahzuni Şerif Türküleri



Yeni müzik dinleme alışkanlıklarımız ile birlikte her hafta cuma sabahı yeni çıkan albüm ya da teklilere bakmak adetimiz oldu. Açıkcası her hafta beklentilerim hüsranla nihayete eriyordu. Bu hüsranın yanısıra büyük bir karmaşanın içine giriyor, iğneyle kuyu kazar gibi bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Geçtiğimiz hafta da nafile uğraşa gene giriverdim ve karmaşanın içinde Kaan Tangöze'nin albümünü buluverdim. 

Duman grubu oldum olası benim için ayrıcalıklıdır ama Kaan'ın solo çalışmalarının yeri şimdilerde ( daha önceki solo albümünü ilk defa geçen ay fark edebildim) benim için daha bir önem taşır oldu diyebilirim. Daha önceki solo albümünü tümüyle dinlemiş değilim ama oradaki Karacoğlan yorumunu ayrı bir yere koymuştum. Şimdi yeni çıkan solo albümde ise parçalar yerine oturdu diyebilirim. Bundan sonra evvelki solo albümü de tümüyle hatmedeceğimi buradan belirtmeliyim. 

Kaan'ın yeni albümü "Aşık Mahzuni Şerif Türküleri" adını taşıyor. Ülkemizin ozan ve aşık geleneğinin içinde önemli bir yeri olan Aşık Mahzuni Şerif, modern dönemde bu geleneği toplumcu bakış açısıyla günümüze taşıyan ismiydi. Kendi adıma çocukluk, ilk gençlik çağımdan beri onun türkülerini Cem Karaca, Selda , Edip Akbayram gibi ustaların rock yorumlarıyla dinlemiştim. Sonra aynı türküleri Aşık Mahzuni'nin sesinden dinleyerek bugünlere kadar gelmişti bu sevgim. 

Öncelikle Kaan'ın albüme verdiği isim ile başlayayım... Ustanın bir türküsünün ismini verip, bu işi kotarabilirdi ama böyle yapmamış ve saygı dolu bir giriş yapmış. "Aşık Mahzuni" deyip geçmeden "Aşık Mahzuni Şerif" diyerek ardına da "Türküleri" eklemiş. 

Bir rock müzisyeni Aşık Mahzuni Şerif yorumlarsa distorşiyonlu gitarları ekler ve vokali de hançerden yükseltir cayır cayır gider. Kaan böyle yapmamış ve türküleri yorumlamış. Elbette bu bağlama ile yapılan bir türkü albümü değil. Kaan gitarını eline almış ve tek başına kendi gibi ve sadelikle yorumlamış. Bir kentli duygu ile yapılan yorumda Aşık Mahzuni Şerif duygusu yitirilmeden Kaan bakışıyla sunulmuş ama bu "doğu - batı" ya da "kentli - yerel" birleşimli bir "sentez" hesabında değil. Kaan'ın bakışında Aşık Mahzuni bugüne taşınıyor ve en önemlisi de bir "saygı" sunuluyor. 

Aşık Mahzuni Şerif önemli bir usta ve sanatçıydı. Onu her andığımızda hep bir şeylerin eksik kaldığını hissederdim, Kaan'ın bu sade yorumunda umutlarım arttı. Dilerim bundan sonra da bu büyük usta için kapsamlı kitaplar yazılır, üniversitelerde tezler hazırlanır. 

Teşekkürler Kaan!

Aptulika

9 Ocak 2022

12 Ocak 2022 Çarşamba

2022'nin ilk caz tınısı


Håkan Broström, "My Cat Siri" albümünü geçtiğimiz Aralık ayında piyasaya çıkartmış. Albümü harika denilebilecek bir dörtlü ile oluşturmuş; elemanların tek tek müzikal ustalıklarının ötesinde dörtlü kombinasyonlarındaki birliktelik dinleme zevkini yüceltiyor.



Spotify, deezer falan derken bu yeni müzik dinleme alışkanlıklarında bir karmaşanın içinde kimi zaman dikkatimi çeken şeyleri bulduğumda, üzerine bir anda atılıyor ve adeta pamuklara sarıp koruyasım geliyor. Bu cuma yeni çıkan çalışmalara bakarken bir anda Hakan ismini görünce ilk önce bizden bir caz müzisyeni sandım. Oysa ki Håkan Broström, İsveçli bir caz saksafoncusuymuş. 

Caz kategorisinde yeni çıkan albümler denilince hemen sevinmemek gerekiyor (en azından benim için). Zira dinlediğinizde bir anda sound elektronik alt yapılı tekno bir şeyler de olabiliyor. Bu tabi benim beğenime göre yoksa o şekilde de caz adına güzel şeyler yapılabiliyor. Bu kuşkularla albümü dinlemeye başladım ve başından sonuna dinlemekten ayrılamadım. 


Håkan Broström müziğe ilk olarak piyano ile başlamış. 15 yaşında da tenor saksafon çalmaya başlamış. Piyanodan saksafona geçiş sanatçının yerel bir blues grubuna katılmak isteğinden kaynaklanmış. Bu blues grubunda yer almak için bir tenor saksafon alıyor ve o günden bu güne kadar bu enstrümanla müzik yapmayı sürdürmüş. İlk dönemlerde alto ve sopranoyu ana enstrümanları haline getiren Broström,  Big Bands'lerde de  flüt çalıyor.

 Malmö'deki Müzik Koleji'nde öğrenci olan  Håkan Broström'un öğretmenlerinden biri alto saksofoncu, besteci ve Tolvan Big Band'ın lideri Helge Albin'di. Bu sırada Håkan, tenor saksofoncu Tomas Franck'in de yer aldığı beşli Equinox'u kurdu. 1984'te Stockholm'e yerleştikten sonra, Håkan kısa sürede sahnedeki en önde gelen saksofonculardan biri olarak kendini kanıtladı, kendi kombolarını ön plana çıkardı ve tromboncu Eje Thelin, trompetçi Gustavo Bergalli, gitarist Ulf Wakenius ve diğerlerinden oluşan gruplarla çaldı.

Ayrıca İsveç Radyo Caz Grubu, Stockholm Caz Orkestrası, Tolvan Big Band, Mikael Råberg Big Band ve diğer büyük grupların bir üyesiydi ve şarkıcı Peps Persson ile blues ve reggae müziği çaldı.

Håkan uzun yıllar boyunca Esbjörn Svensson, Bobo Stenson, Palle Danielsson, Jacob Carlzon gibi müzisyenlerin yer aldığı kendi grubu "In and Out"u yönetti.

1993 yılında Norrbotten Big Band'in saflarına katılan Håkan, alto ve soprano saksafon bölümünün liderliğinin yanı sıra, çok özellikli bir solisttir ve aranjman ve beste çalışmalarına da katkıda bulunmaktadır.


 Håkan Broström, İsveç'in cazdaki en önemli isimlerinden biridir. Norbotten Big Band, İsveç Radyo Caz Orkestrası ve Sixtus grubu aracılığıyla Herbie Hancock, McCoy Tyner, Dave Liebman, Kenny Wheeler, Chris Potter, Joe Lovano, Philip Catherine, Toots Thielemans ve Putte Wickman .Håkan Broström, diğerleri arasında Tim Hagans, Bobo Stenson, Adam Nussbaum, Palle Danielsson, Esbjörn Svensson, Ulf Wakenius ve Jeff "Tain" Watts ile turneye çıktı. 2008'den beri sanatçı, Amerikalı piyanist Joey Calderazzo'nun yer aldığı bir dörtlüye liderlik ediyor.

Håkan Broström, "My Cat Siri" albümünü geçtiğimiz Aralık ayında piyasaya çıkartmış. Albümü harika denilebilecek bir dörtlü ile oluşturmuş; elemanların tek tek müzikal ustalıklarının ötesinde dörtlü kombinasyonlarındaki birliktelik dinleme zevkini yüceltiyor. Håkan Broström lider olarak saksafon ile yer aldığı albümde müzikal tansiyonu tutan piyanist Britta Virves yer alırken, davulda Karl - Henrik Ousback özellikle zilleri kullanımındaki zerafet ile yakalana tınıya imzasını atıyor. Ekipte Håkan Broström'un yanısıra solo imkanını en çok bulan kişi kontrbasçı Jon Henriksson oluyor. Kendi beğenimde caz için olmazsa olmazı bas tınısıdır, bu nedenle de Henriksson soloları keyiflenmeme neden olduğunu belirtmeliyim. 

Håkan Broström'un "My Cat Siri" albümü bu yılın gelen ilk caz tınısı oldu ve sanırım yılın sonuna kadar da etkisini sürdürecek gibi. 

Aptulika

* Biyografik bilgiler https://hakanbrostrom.com/ den.




11 Ocak 2022 Salı

Budgie'nin bas gitaristi ve solisti John Burke Shelley, 71 yaşında hayatını kaybetti.



 Uzun bir zamandır burada ölüm haberleri yazmamıştım. Üç - dört aydır yazı yazmamam bunda etken olduğu gibi yanısıra yazılarımı  yeni haberleri takip etmeden yazmam nedeniyle böyle bir durum oluşmuştu. Bu gece söyle bir yeni haber var mıdır diye müzik sitelerine bakmamla bir anda iki sevdiğim grubun iki özel elemanın öldüğünü öğrenecektim. Bunlardan ilki Cinderella'nın ilk albümünde yer alan gitarist Barry Benedetta idi. Bu güzelim gitaristi 62 yaşındayken COVID - 19 nedeniyle 6 Ocak tarihinde yitirmişiz. 

Bu haberin ardından bir anda vakti zamanının güzelim grubu Budgie'nın muhteşem sesi ve basgitaristi Burke Shelley'in resmini görüp heyecanlanacaktım ki... ne gam... bu da bir ölüm haberiydi. 

"Budgie'nin bas gitaristi ve solisti John Burke Shelley, 71 yaşında hayatını kaybetti."



 10 Ocak (2022) pazartesi gecesi doğduğu yer olan Cardiff'teki Heath Hastanesi'nde hayata veda etmişti. 

Şimdi haliyle bu satırları okuyan bir çok kişi, 

" Bu Budgie grubu ne?"... "Burke Shelley de kim?" 

diyecek haliyle... 

Yukardaki sorular hiç yabana atılacak gibi değil hani. Aslına bakılırsa  Budgie ve müzik tarzlarıyla yaptıkları öncülük seksenlerdeki heavy metal'in doğmasına vesile olacaktı ama onlar unutulup gidecekti. 1970'lerin sonunda Britanya adasında çıkan HWOBHM ( Yani açılımıyla: New Wave of British Heavy Metal) grupları muhteşem konserlerle adayı sarssalar da plak şirketleriyle araları pek barışmamış olsa gerek, köprü oldular ama unutulup gittiler. Ama onlar dinlemiş olanların hatıralarından hiç ama hiç çıkmadılar (Benim de 1980'lerde tesadüfen elime geçen kapaksız ilk albümleri hala saklanır ve dinlemekten hiç vazgeçememişimdir.). 

Budgie grubunu hiç bir zaman unutamayanlardan biri de Lars Ulrich idi. Grubu Metallica ile şöhret basamaklarına emin adımlarla yürürken yaptıkları 1987 tarihli Garage Days Re-Revisited'de  iki Budgie şarkısını coverladı:  "Crash Course in Brain Surgery"  ve "Breadfan".  Böylece bu muhteşem grup tekrar tanınıverecekti. 

Galli grup Budgie'nin bütün zamanlarında değişmeyen tek eleman olan Burke Shelley, özgün ve temiz sesiyle ayrıcalıklı bir yere sahipti.  Bunun yanısıra basgitardaki becerisi de buna eklenince ilerde çıkacak olan gruplara da emsal olacaktı... işte bunların en başında da Rush grubunun vokalisti ve basçısı Geddy Lee gelmektedir. 

2010 yılında Shelley'ye altı santimetrelik aort anevrizması teşhisi konmuştu. Vücuda kan sağlayan
ana arterin tehlikeli ve yaşamı tehdit edecek şekilde şişmesinden kaynaklanan bu rahatsızlık sonucu müzisyen ameliyat olmuştu. O zaman başarıyla geçen bu ameliyat sonrası sağlığına kavuşan Shelley, 2020 yılında yeniden aynı sorunla karşılaşacaktı.   

 Shelley , 10 Ocak 2022'de 71 yaşında Heath Hastanesi'nde uykusunda öldü.  

  





10 Ocak 2022 Pazartesi

Bir İstanbul Şarkısı

Bir İstanbul Şarkısı  

(Emanuale Bultrini & Fonderia)



Bu sabah uyandığımda

( Daraaa ra raaam )

başımda son günlerin tarifsiz ağılığı

yeni günün bir o kadar meşgul eden bulanıklığı

camı açtım ve yağmurun ıslattığı çatıların üzerinden

yarı kasvetli istanbul’a  ,

çayımdan bir yudum, ucuz sigaramdan bir duman çekerek

uzun uzuuun , boooş boş baktım  , baktım …

Çok işim var, ne b.k yiyecem deyip ,

kös kös döndüm masama …

( Daraaa ra raaam )

(Ra ram ra ram ra ram …..

….

Bu sabah da  , kasvetli  bir blues şarkısı tadında başlayan günmüş  diyerek , dolanırken salonda ,  dur hele neler var şu dostlar meclisi sosyal aleminde diye bir şey dürttü beni   .  Tesadüf odur ki karşıma Cenk Akyol’un hazırlamış olduğu, çok özel bir konsepti olan radyo programı ( şimdilerde podcast olarak devam ediyor )  Kooperatif’in   25 ekim 2021  tarihli  tanıtımı çıktı karşıma  .  Facebook’un bu kafası karışık yapay zekasının böyle alakasız tarihli paylaşımları gözümüze soktuğu şeylerden dolayı platforma olan ilgimin az olmasına rağmen ,demek ki bu sabah günümü  güzel kılmaya karar vermiş olsa gerek . Bir nevi sosyal medya kahve falı tadında … “Al ulan sana günün süprizi !”   der gibi …

O sürprizde,  Cenk’in  tanıtımında  26 Ekim 2021 tarihli programı hazırlayıp sunacağını duyurduğu dostu ,   İtalyan müzisyen Emanuale Bultrini ‘nin  progresif rock orijinli ama   müzik yelpazesi funk, pop ,caz gibi birçok esintiyi içinde barındıran  Fonderia isimli    grubundan geldi . İlk kez dinleyecektim ,doğal olarak arama motorunda  karşıma ilk gelen albümü  ( Fonderia - My Grandmother's Space Suit ) açıp “play>>” tuşuna bastım … Sonra birden  (||pause||) , durdurup  “ İstanbul “ isimli ikinci parça gözüme ilişti , dur hele  bu da ne ola ki  deyip  “ play>> ”e dokundum  ,  yaslandım arkama  ve kendimi şöyle bir yolculukta buldum …


“play >>”  ….   Beynim ve kulaklarımda duyumsadığım ses ve algılarda ki   ilk hissim ,  bu parça  da sanırım  şu klasik “arabasque” motiflerle bezenmiş malum parçalardan biri mi derken , o anda hava döndü  . Birden kendimi  Dolapdere’ de ki bir roman sokak düğünü içinde buldum sanki  . Coşkulu , renkli  ve bir o kadar çılgınca. Oradan usulca nehrin üstündeki bir kayan bir  sal misali aktım  Nevizade’ye .  Bol gürültülü sokakta  uzaktan gelen sokak müzisyenlerinin  yaptığı müziği duyuyordum şimdi , başımı yukarı kaldırıp özlediğim bu havayı  derin derin soludum … Oradan Tünel’e doğru adımladım   İstiklal Caddesini , Yüksek Kaldırım’dan salınarak  Karaköy vapur iskelesindeydim şimdi ve  oradan  Haydarpaşa’ya geçerken vapurda … Koşarak yakaladım treni son anda . O  hep çok soğuk görünümlü banliyö vagonu bile sıcak geliyordu şimdi .  Sarsıla , takıla ilerliyorduk , kulaklarımda ve beynimde  trenin raylar üzerinde ki ahenkli ritmi ve temposunu  hissede hissede , duya  duya ,  hızla yol alıyorduk   bu defa Pendik’e .   Şimdi de yolum  Sapanbağlarında bir Boşnak meyhanesine düştü . Ortam  bir o kadar şahane , çoşku zirvedeydi , bir  Balkan düğünü-eğlencesindeymiş  tadında rakılar içtik ve raks eyledik . Nihayetinde gün geceye düşmüştü artık , TEM otoyolunda hızla ilerliyordum ağır kafa ,son sürat bir spor arabayla.  Sanki bir aksiyon filminde peşime düşen  polisten kaçar gibi ,  ardımda çıldırtıcı siren sesleri …

Derken 6 dakika 45 saniye geçmişti ki UYANDIM .”

…. hissettim ki özlemişim yarı tutsak yaşadığım bu şehri .





Ve olaylardan kısa bir süre sonra ….

Ek – Edit :

Sonra albümü dinledim ve  albümün tamamı bana şahane bir film müziği tadında geldi . Hatta sadece bu albüm müziklerinden kısa bir film bile  çekilir diye düşündüm . Mesela şöyle …

“ İstanbul’da Bir Kaçış “

İlk notalarla başlar ki ;  kahramanımız , Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin parmaklıklarından atlayıp kendini şehrin sokaklarında , yaklaşık sekiz saat boyunca yaşanan , her parçada değişen,  kah çoşku , kah hüzün ,  kah kaos ve aksiyon dolu bir kaçış ve kovalamacanın içinde bulduğu  ;   ama   sonunda,  kolunda yine ağır uyuşturucu  ilaçların damarlarına zerk edildiği  serum şişesine bağlı yatağında yarı baygın gözlerini açtıp,  hastane odasında yatarken sonlanır  .

Yani “ Kaçış Yok! “

…. ve sahnede yazılar akmaya başlarken albüm de sona erer .


Albüm :    Fonderia - My Grandmother's Space Suit (2010)

Teşekkürler  Emanuele Bultrini & Fonderia

Teşekkürler Cenk Akyol

Müziğin ruhu hep yanınızda olsun

Yaşasın Rock ‘n Roll Coşkusu



Geronimo Yalnızkartal

08Ocak 2022 – İstanbul