Sayfalar

31 Temmuz 2018 Salı

Plak Mecmuası'nın 3. sayısı çıktı





Üç ayda bir çıkan PLAK MECMUASI üçüncü sayısını çıkardı. 

Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında plakçı dükkanlarında olacak olan dergi gene dopdolu. 

( Derginin satıldığı plakçı dükkanlarını yazının sonunda bulabilirsiniz)








Kıyasıya bir mücadele ve seyir zevkiyle geçen Dünya Futbol Kupası bu yazın belki de en güzel olayıydı. Keşke bitmeseydi dediğimiz kupanın ardından PLAK MECMUASI da sayfalarını bu konuya açmış. Spor yazarı ama aynı zamanda rock müzik ve plak tutkunu olan Ali Ece, mecmuada Dünya Kupası plaklarını kaleme almış. 

Geçmişe Yolculuk
Konusu plak olan dergide ister istemez nostalji de olacak. Zaman makinesine binip eskilere gidiyoruz. Benim çocukluğumda, 1970'li yıllardan hatırladığım ama siyah beyaz  Yeşilçam filmlerine baktığımızda 1960'lara dek inen bir oto pikabı vardı. Şimdi mp 3 çalan "flaş bellek" takıp arabada giderken müzik dinliyoruz ya daha evvelsi CD bölümü vardı. Biraz daha evvele gittiğimizde ise kaset teyp bulunurdu ve oto setini hırsız çalmasın diye arabadan indiğimizde söküp, koltuğumuzun altında taşırdık. İşte plak döneminde de aynı yerde bir pikap bulunurdu. Sakın aklınıza otomobilde giderken LP tipi bir plak çalınıyor diye bir şey gelmesin hani... burada çalınanlar 45 devirli yani bir yüzünde tek şarkı olan ( küçük) plaklardı. Her parçada da yeni bir plak takılırdı. PLAK MECMUASI bu konuyu yani oto pikabıCem Çobanlı'nın yazısıyla günümüze taşımış. 

Oto pikabı denilince aklıma Sadri Alışık'ın şöför rolü oynadığı filmler geliverdi. Arabadaki güneşten korunmak için indirip siper olan bölüme yerleştirdiği plaklardan birini alır ve oto pikabının dikdörtgen kapısından sokar ve bir anda alaturka bir ezgi ile eski İstanbul sokaklarında gezinirken, jenerikte oynayanların isimler akar. Kim ne derse desin eski filmler bir başkadır, hiç olmazsa kayıp zamanların İstanbul'u onlarda depolanmıştır.
İzzet Öz
O filmlerde aklımıza kazınan sahnelerden biri de Türkan Soray'ın "Tamba tumba esmer bomba" diye okuduğu şarkıdır. Bir başka filmde de şarkı okur Türkan Şoray, sadece o mudur assolist, bakarsınız bir başka filmde Filiz Akın ya da Sema Özcan ya da Fatma Girik assolist rolündedir ama ses hep aynıdır. PLAK MECMUASI yeni sayısında bu sesi sayfalarına konuk ediyor. Burak Süme'nin kaleminde "Yeşilçam'ın Gizli Sesi" Belkıs Özener ile buluşuyoruz.

Gökçen Kaynatan

Plak Mecmuası'nın ilk sayısında İzzet Öz ile yaplan bir söyleşi vardı. Su içer gibi okumuştum ama bitince de susuzluğum geçmemiş keşke devamı olsa demiştim. Benim hissettiklerimi sanki duymuşlar gibi bu sayıda da "İzzet Öz İle Geçmişe Yolculuk" sürüyor. 

Plak Mecmuası ile geçmişe yolculuk sadece İzzet Öz ile bitmiyor, Gökçen Kaynatan ile "Dünden Bugüne" gelirken bir başka yazıda 1968 yılının plaklarında bir gezintiye çıkıyoruz.

Ve Günümüzde Plaklar

Plaklar bizlere sadece geçmiş yılları hatırlatmıyor, bugünümüzü de anlamlandırıyor. Mor ve Ötesi'nin yeni çıkan 45'lik plağı (yani ecnebice haliyle single'ı) "Sultan-ı Yegâh"ı derginin sayfalarında yerini buluyor.
Albümlerini plak olarak da piyasaya çıkartan Mor ve Ötesi ilk defa yaptığı 45'lik plağında Nur Yoldaş'ın yıllar önce yaptığı unutulmaz parçayı "kavır" olarak yorumlamış. Attila İlhan'ın şiirinden Ergüder Yoldaş'ın bestesiyle Türk Pop'unun başyapıtlarından olan bu parça üzerine dergide Nur Yoldaş ile  Mor ve Ötesi grubundan Harun Tekin'le yapılan söyleşiyi okuyabilirsiniz. 
Yeni albümleri de plak formatında yayınlanmış olarak buluyoruz. İşte onlar üzerine hem Tuna Kiremitçi hem de BaBa Zula'dan Murat Ertel'i mecmua sayfalarında göreceksiniz. Plakçı sohbetinde ise Nejat Pakyöz'le plak raflarında gezinmeye hazırlanın.

Çizgide, Terzide ve tabi Dünyada plak

Plak Mecmuası bu sayısında sizleri 1960'ların İngiltere'sine götürüyor.
Alexis Korner
Bu sefer de İngiliz Blues'ının doğuş yıllarına gidiyoruz. Kimler yok ki... Britanya Blues'ının babaları Alexis Korner, John Mayall elebaşılığında Graham Bond, Cyril Davies, Chris Farlowe ve bir dizi çılgın adam.Devamında gelen Eric Clapton, Jeff Beck, Peter Green ve diğerleri. Ama PLAK MECMUASI bu isimlerle değil İngiz Blues'ının doğuş yıllarının ameliyathanesine girip, o yılların plak kayıtlarını yapan Mike Vernon ile iz sürmeyi uygun bulmuş.


Plak Mecmuası'ının çizgi bölümünde de ben ve Emekcan Tulüş yeralmaktayız. Emekcan çizgi romanına devam ederken bende plak terzihanemde Pink Floyd'un son plağına bir elbise diktim. Okurken dikkat edin provada iğne kalmış olabilir, vucudunuz batıp canınızı yakabilir maazallah.

Şimdi de PLAK MECMUASI'nı nerde bulabilirsiniz onu yazayım ve yazıyı sonlandırıp, bir plak dinleyeyim. Eh yorulduk maluma.  

Aptulika


PLAK MECMUASI'NI HANGİ PLAKÇILARDA BULABİLİRSİNİZ? 


Atlantis Müzik (İstanbul - Kadıköy)
Analog Plakevi (Denizli) 
Can Plak (İstanbul - Kadıköy)
Dipsahaf (İstanbul - Kadıköy)
Exit Music (İstanbul - Kadıköy)
Gramofon Evi (İzmir)
Groove Music Shop (İstanbul - Şişli)
Hammer Müzik (İstanbul - Kadıköy)
Kontra Plak (İstanbul - Beyoğlu)
Küçük Plak Dükkanı (İstanbul - Kadıköy)
Mavzolos Plak Evi (Bursa)
Orfe Mobydick (İstanbul - Kadıköy)
Outro Music (İstanbul - Kadıköy) 
Ozzyturk Records (Ankara)
Plakhane (İstanbul - Kadıköy & Beyoğlu) 
Plak Kutusu (Adana & Ankara) 
Rainbow45 Records (İstanbul - Kadıköy)
RPM Music (İstanbul - Kadıköy) 
Sahafiye Datça (Datça)
Zoltan Records (İstanbul - Kadıköy)
Zihni Müzik (İstanbul - Kadıköy)


SHEMEKIA COPELAND'ın yeni albümü cuma günü çıkıyor


Blues müziğin son dönemlerdeki en önemli seslerinden biri olan Shemekia Copeeland'ın yeni albümü "America's Child" 3 Ağustos 2018, cuma günü piyasaya çıkıyor. 
Prodüktörlüğünü Will Kimbough'un üstlendiği albümde Emmylou Harris, John Prine, Mary Gauthier, Rhiannon Giddens, J.D. Wilkes, Steve Cropper gibi isimler de konuk oluyor. 
Kayıtları Nashville'de yapılan albüm blues'ın prestijli plak şirketi Alligator Records etiketiyle yayınlanıyor. 


30 Temmuz 2018 Pazartesi

Yoko Ono'dan 45 yıl sonra IMAGINE


Yoko Ono şu sıralar yeni bir albüm çıkartmaya hazırlanıyor. 
Sanatçı, " Warzone " adını taşıyacak albümünde 45 yıl önce eşi John Lennon'un yaptığı klasikleşen parçası "Imagine"ı seslendirecek. 
19 Ekim 2018 tarihinde 85 yaşına girecek olan Yoko Ono, "Warzone" albümünü John Lennon'un 78. doğum yıldönümü olan 9 Ekim'de piyasaya çıkartacakmış. 

29 Temmuz 2018 Pazar

TEN YEARS AFTER Özel 19 - Alvin Lee'siz Ten Years After olur mu? Sorusu bile saçma



Ten Years After Özel dizimizin son bölümünü de 22 Nisan 2015 günü yayınlanmış bir yazımla sonlandırıyorum. 










Ten Years After “Adı Aynı kalır” ama…


Bu ay çıkan yeni Ten Years After albümü “The Name Remains the Same”i ilk anda eski bir konserin kaydı sanacaktık ama grubun efsanevi elemanı Alvin Lee’nin ölümünden sonra  verilen bir konserin kaydı olduğunu anlayacaktık. Olayın özü şuydu, 2003 yılında Ten Years After tekrar kurulmuştu. Ancak bu yeniden dönüşte Alvin Lee yoktu. Grubun kurucu kadrosundan sadece davulcu Ric Lee ve klavyeci Chick Churchill  yer alırken Alvin Lee’nin yerine Marcus Bonfanti alınmıştı.  Kötü bir şaka gibi gerçekleşen bu olay işte bugünlerde de gün yüzüne bu albümle çıkacaktı.





Elvis Presley’in ilk plağını çıkardığı tarihten on yıl sonra Londra’da müzik tarihinin gelmiş geçmiş en önemli rock gruplarından biri kurulacaktı. 1966 yılında kurulan bu grubun ismi de Ten Years After olacaktı. Grubun kurucusu olan gitarist ve vokalist Alvin Lee bir Elvis hayranıydı, bu yüzden de grubuna bu ismi uygun görecekti. 
Bir Elvis Presley hayranı olsa da Alvin Lee yaptığı müzikle onu taklit etmek yerine blues ögelerini iyice özümseyerek, ilerde çıkacak olan hard rock gruplarına emsal olabilecek bir tarz yaratacaktı. Grubu Ten Years After o dönemin efsanevi Woodstock Festivali’nde çıkacak ve verdikleri konserle doyumsuz bir gece yaşatacaklardı. Yıllar geçse de bu konserin kayıtları ve internetteki video paylaşım sitelerindeki görüntüleri rağbet görmeye devam ediyor.
1968 ile 1973 arasında müzik yapan grup adının aksine 5 yıl gibi kısa bir süre  müzik yapıp, dağılacaktı. Sonrasında solo olarak devam eden Alvin Lee, grubun namını tek başına taşıyacaktı. Verdiği konserler ve albümlerde insanlar sanki Ten Years After dinliyormuş gibi bir etkiyi yıllar içinde sürdüreceklerdi. 1989 yılında yeniden kurulup muhteşem bir dönüş yapan Ten Years After, bir süre sonra tekrar dağılacaktı.
Alvin Lee’yi iki yıl önce 68 yaşındayken kaybettik ama ölümüne dek Ten Year After bayrağını tek başına taşıdı diyebiliriz.  Onun son konseri 28 Mayıs 2012’de Hollanda’da gerçekleşmişti. Bu konserin kayıtları da Alvin Lee’nin ölümünden 8 ay sonra piyasaya çıkmıştı.  “The Last Show” ismini taşıyan bu konser albümü de Ten Years After’ın vedası gibiydi.
“Veda” dedik ama bu ay piyasaya çıkan yeni bir Ten Years After albümüyle karşılaşacaktık. “The Name Remains the Same” adını taşıyan bu albümü ilk anda eski bir konserin kaydı sandım ama Alvin Lee’nin ölümünden sonra Mayıs 2014’te verilen bir konserin kaydı olduğunu anlayacaktım. Olayın özü şuydu, 2003 yılında Ten Years After tekrar kurulmuştu. Ancak bu yeniden dönüşte Alvin Lee yoktu. Grubun kurucu kadrosundan sadece davulcu Ric Lee ve klavyeci Chick Churchill  yer alırken Alvin Lee’nin yerine Marcus Bonfanti alınmıştı.  Kötü bir şaka gibi gerçekleşen bu olay işte bugünlerde de gün yüzüne bu albümle çıkacaktı.

 “The Name Remains the Same” albümünde kurucu elemanlardan bas gitarist Leo Lyons da yer almıyor. Alvin Lee’nin ölümünden sonra bu yeniden dönüş tasarısından ayrılan basgitaristin yerine de Colin Hodgkinson alınmış. Colin Hodgkinson, İngiliz blues’ının kuruluş yıllarından bir isim. 60’larda Alexis Korner ile başladığı müzik kariyerini  Spencer Davis Group ile sürdürdü. Bu usta ismi rock dinleyicileri John Lord’un solo albümleri ve Whitesnake’in 80’lerdeki çalışmalarından da hatırlayacaklar. “The Name Remains the Same” albümünün en güzel yanı da böyle bir ustayı dinlememizi sağlaması oldu diyebiliriz.
Yeniden dönüş kadrosunda Ten Years’ın vokalini ve gitarını Marcus Bonfanti üstleniyor. Mick Jagger tadına yaklaşan vokali, emsalsiz güzellikteki gitarıyla keyif veriyor. Yanı sıra  Chick Churchill ve Colin Hodgkinson gibi iki ustayı da dinlemek de güzel ama grubun internet sitesinde Alvin Lee’nin isminin bile zikredilmiyor olması biraz insanın içini ekşitmiyor da değil hani.
“Adı Aynı Kalır” anlamına gelen ismiyle yeni çıkan Ten Years After konser albümünde grubun unutulmaz klasikleri olan  I'm Going Home, Sugar the Road, Good Morning Little Schoolgirl , Help Me  başarılı bir yorumla ortaya konmuş. Bu da olayın en affettirici yanı olsa gerek.

  APTULİKA



28 Temmuz 2018 Cumartesi

TEN YEARS AFTER Özel 18 - Alvin Lee'nin son konseri




Alvin Lee'nin ölümünden 8 ay 
sonra en son konser kaydı 
albüm olarak çıkmıştı. 
3 Aralık 2013 Salı günü 
gazetede aşağıdaki yazıyı 
yazmıştım. 







Ten Years After’ın güzel abisinden son konser
"The Last Show"

8 ay önce 68 yaşında yitirdiğimiz 68’lerin efsane grubu Ten Years After’ın kurucusu Alvin Lee’nin son konseri “The Last Show” adıyla yayınlandı.




Bir dönemin en heybetli bules ve hard rock grubu Ten Years After’dı. 70’li yıllarda ülkemizde de plakları yoğun bir ilgi görmüştü. Öyle ki 80’lerin içinde filizlenen Türk hard’n heavy gruplarının konserlerinde de onlardan bir parça icra edilmesi kaçınılmazlar arasındaydı. Sonralarda bu ilgi yeni gözde gruplara ve efsaneleştirilmiş eski gruplara kaymış olsa da müzik tarihi içinde Ten Years After’ın önemi hiç kaybolmayacak. Grubun ismi gibi olmayan kaderi 5 yıl gibi kısa bir süre sürecekti. Ama bu zaman diliminde onların yaptıkları albümler ve baş yapıtlar onlarca yıl müzik yapanlara nasip olmayacak kadar çok oldu.

Özgürlük Yolunda sonsuz yürüyüş

Grubun dağılışından sonra Ten Year After denilince akla Alvin Lee gelecekti. Grubun kurucusu, gitaristi ve vokalisti Alvin Lee, Ten Years After’dan sonra yaptığı solo albümlerle bu unutulmaz efsaneyi tek başına taşımayı sürdürdü. Geçen yılın başında da o eski günlere göndermeler taşıyan isimdeki albümü “Still On The Road to Freedom”u yayınlamıştı. Bu başarılı albümün çıkışından sonra da bu yılın 6 Mart günü onu yitirecektik. İspanya’da hayata veda eden Alvin Lee 68 yaşındaydı ve “Still On The Road To Freedom” özgürlük yolunda hala yürüyüşünü sürdüren adama yakışacak şekilde finale oturuyordu.
8 ay önce yitirdiğimiz efsanevi gitarist ve vokalistin bugünlerde de bir konser albümü çıktı. Bu Alvin Lee’nin en son verdiği konserin kaydıydı. “The Last Show” adıyla çıkan bu konser albümünde sanatçının ölümüne dek müziğinin hiç dinmeyen enerjisine bir kez daha şahit oluyoruz.

Elvis’in çıkışından 10 yıl sonra

Nothinghamlı İngiliz gitarist, Chuck Berry ve Scotty Moore’dan etkilenerek 13 yaşında müziğe başladı.  İlk grubunu 16 yaşında Jaybirds adıyla kuran Alvin Lee’yi daha sonraları etkileyecek müzisyen Elvis Presley olacaktı. Öyle ki 1966 yılında Londra’nın efsanevi konser salonu Marque’de verdikleri konser sonrası grubunun ismini Ten Years After yapacaktı. Bunun sebebi ise Elvis Presley’in ilk albümünü çıkardığı 1956’dan 10 yıl sonra kurulduğu için ismi böyle vereceklerdi.
1967 yılında Windsor Jazz & Blues Festival’ine katılan grup, konser sonrası ise bir plak teklifi alacaktı. Kendi isimlerini taşıyan bu albüm, San Fransisko’da bulunan bir radyo istasyonunda çalınınca konser organizatörü Bill Graham onlarla ilgilenecekti. Böylece Ten Years After 1968 yılında sınırlarını İngiltere dışına taşıyacak ve ilk ABD turnesini gerçekleştirecekti.

 68’lerde hard rock tınılı blues

Şubat 1969’da grubun ikinci albümü “Stonedhenge” çıkacaktı. Bu albümün daha da büyük ilgi uyandırması onları yaz aylarında Newport Jazz Festival’ine taşıyacaktı. Buradaki başarıdan sonra ise tarihi Woodstock Festivali’ne davet alacaklardı. 17 Ağustos 1969 Pazar gecesi sahneye çıktıklarında festivalin en sert tınılı blues ile hard rock soundundaki grubu olacaklardı.
1970’de “Love Like A Man” ile liste başarısı elde eden grup, 1971’de de “A Space In Time” albümünü çıkaracaktı. Bu albümde yer alan “I’d Love To Change The World” yıllara meydan okuyan bir klasik olacaktı.  1968 ile 1973 arası müzik yapan Ten Years After, “I’m Going Home”, “Rock’n Roll Music To The World”, “Hear Me Calling”, “Love Like A Man” gibi unutulmaz şarkıları vereceklerdi. 70’lerin ikinci yarısında dağılan Ten Years After, 2000’lerde bir ara tekrar kurulmaya çalışıldı ama grupta ne yazık ki Alvin Lee yoktu. Alvin Lee’siz bir Ten Years After benzetme yerindeyse bir eşşek şakası gibiydi.

Son konser

 Alvin Lee’nin ölümünden 8 ay sonra piyasaya çıkan ve son konser kaydından oluşan “The Last Show” albümü 28 Mayıs 2012 tarihinde Hollanda’da verilen konserin kayıtlarından oluşuyor. 14 şarkının yer aldığı albümde 2 parça dışında bütün besteler Alvin Lee’ye ait. Diğer iki kasik blues yapıtı ise; Arthur ‘Big Boy’ Crudup’un “My Baby Left Me” ve Robert Blackwell’in “Rit It Up”ı. Alvin Lee’ye bu konserde davulda Richard Newman ile bascı Pete Pritchard eşlik ediyor. Üçlüye baktığımızda da Lee’nin ölümüne bir kez daha üzülüyoruz. Zira konserde öyle güzel bir uyum içindelerki, devam ediyor olmaları müzikal keyif adına güzel olacaktı.

68 isyanında siyahların blues çığlığına İngiltere’den hard rock tınısını da ekleyerek katılan Nothinghamlı beyaz adama bir kez daha minnet borçluyuz. 

 Aptulika
3 Aralık 2013




27 Temmuz 2018 Cuma

TEN YEARS AFTER Özel 17 - Alvin Lee'nin ardından


Ten Years After'ın kurucusu Alvin Lee'yi 6 Mart 2013'te kaybetmiştik. 

2 Aralık 2013 tarihinde bu usta gitaristin ardından bir veda yazısı yazmıştım. 

Şimdi sizlerle o yazıyı tekrar paylaşıyorum. 





Ten Years After günlerinden Alvin Lee

HALA ÖZGÜRLÜK YOLUNDA YÜRÜYEN ADAM


Woodstock ismiyle tarihe yazılmış o muhteşem festivalin unutulmazı kimdir?  Janis Joplin mi?.... Jimi Hendrix mi?.... Yoksa Santana mı? Kuşkusuz bütün katılan isimler  bu festivalin unutulmazlarıdır. 1970 yılında bu festivalin bir de albümü çıkmıştı. O zamanlar “Long Play” dediğimiz  uzunçalar plağı  70’lerin ortasında bir arkadaşımda dinlediğimde benim aklıma bir isim fena halde yerleşecekti. Penanın teller üzerinde dansıyla başlayan bir ritme seyircinin alkışıyla oluşan tempo, bir süre sonra davul ve basın da katılımıyla insanın içini kıpırdatan bir rock’n roll’a  kesik kesik giren bir sesin haykırışları. Parçanın ismi “I’m Going Home”. 9 dakikalık yorumda alçalıp yükselen parçada hiç bitmeyen enerji ve ilk kez blues tınılarını bu kadar iyi hissettiğim parça ile tanışma. Ten Years After ile tanışmam o Woodstock plağı ile oldu.
Benim o gün ilgimi kamçılayan  sert çalmalarıydı. O günlerde buna "hızlı müzik" derdik, sonralarda onun hard rock olduğunu  anlayacaktık.

Ten Years After’ın Woodstock plağındaki o yorumları  15, 16 yaşlarında neden bana o duyguları yaşatmıştı ve o duygular yıllar sonrası 50 yaşımda neden aynı etkide devam edebiliyor. O gün müziklerindeki sertlikleri dediğim şimdilerde blues haykırışı olarak devam ediyor. Bunun müsebbibi Ten Years Afters’ın gitaristi,  vokalisti  ve kurucusu Alvin Lee’den başkası değildi. 
Bu yılın 6 Mart ( 2013)da  bu gönülçelen insanı 68 yaşında yitirdik. Ama o yaşattığı duyguları ise asla.
"I'd Love to Change the World" adlı Ten Years After parçası 1971’in ortamına bir baş yapıt olarak oturmuştu. Bu adamlar “Dünyayı değiştirmek İstiyor”du ama ellerindeki tek silah “Aşk” idi. Parçayı dinlerken akıp giden gitar ve o tatlı melodinin akışını bozan haykıran vokal bir inancı temsil eder gibiydi.  O Woodstock konserindeki “Going Home” ise Britanya adasındaki bir beyazın ABD’de ikinci sınıf sayılan horlanan siyahi insanın çığlını Avrupa’ya taşımasıydı. “Help Me” adlı şarkı da ise yardım dilenmiyor adeta hesap soruyordu.  Sonrası orta yaş döneminde Alvin Lee’yi tek başına ama gizliden gene Ten Years After bayrağını taşıyarak “Bluest Blue” adlı parçasıyla hatırlarım.  Bazen de 80’lerin şaşkınlığında  “Outside My Window” . Geçen yıl da bir albüm daha yapmıştı ismi “Still on the Road to Freedom”.  Belki de herşey bu son albümde gizliydi: “Hala özgürlük yolunda yürüyorum”.
70’ine merdiven dayamış bu Aga rutin bir cerrahi müdahaleden sonra geçirdiği beklenmedik bir komplikasyon sebebiyle aramızdan ayrıldı, dikkatlerimizi çekmese de önemli şeyler yapacaktı.  Sözün özü içten, samimi ve dünyayı aşk ile değiştirecek kadar farklı ve de  siyah insanın blues’ına gönlünü adamış beyaz İngiliz müzisyen “Hala özgürlük yolunda yürüyor” ve bizim ona çok ihtiyacımız vardı.

Aptulika
2 Aralık 2013


Devamı Var

Yarın: Alvin Lee'nin son konseri


Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 69



Rıfat Ilgaz
“Karartma Geceleri”

İlginçtir ama Rıfat Ilgaz’la çok geç tanışmışımdır. Bundan sadece on yıl önce tesadüfen elime geçen “Meşrutiyet Kıraathanesi” kitabıyla başladı tanışma, ardından yazarın 1950’li yıllarda kaleme aldığı romanı “Don Kişot İstanbul’da” ile devam etti. Üçüncü buluşma da  yazarın “Yokuş Yukarı” adlı Cağaloğlu anılarından oluşan eseriyle gerçekleşecekti. Gazetelerin, dergilerin, kitabın her türlü kırtasiye ve matbuatın anavatanı Cağaloğlu, küçüklüğümden beri hayallerimi süsleyen cennetti. Üniversite yıllarımdan 28 yaşıma kadar orada bulunup, o “yokuş”u yukarı doğru tırmanmıştım. Sonra bizim “basın” dediğimiz şeye bir anda “medya” denilecekti  ve Cağaloğlu eskilerin deyimiyle Babıali son bulacaktı ve tabi “yokuşu” da… Medya dünyasında yokuş tırmanılmıyor, asansörle yukarı kata çıkılıyordu. Bu yüzden Rıfat Ilgaz’ın “Yokuş Yukarı” kitabını çok sevecektim. 

Rıfat Ilgaz’ı geç olsa da okumuştum okumasına ama ilk ikisi mizahi romanıydı en sonuncusu da anı kitabıydı. Oysa Rıfat Ilgaz neredeyse edebiyatın her alanında ürün vermiş biriydi. Dolayısıyla ben büyük bir resmin, ufak bir detayını görmüştüm. Sorunun asıl kaynağı şu şekilde soru haline gelmeliydi: Ben neden bu kadar yıl Rıfat Ilgaz’dan uzak kaldım? Okumadım ama onu çok iyi biliyordum hatta onun ismiyle çocuklukta tanışmıştım. Bugün bile internette izlenme rekorları kıran “Hababam Sınıfı” filmlerinin çekildiği yıllarda sinemada izleyerek tanıyacaktım. O filmleri çok sevmiştik ve hala da izlerim. “Hababam Sınıfı”, Rıfat Ilgaz’ın romanıydı ve ilk olarak tiyatroya daha sonra da sinemaya uyarlandı. Yani benden önceki kuşak tiyatroda seyretti, sonra benim kuşağım o abilerle birlikte filmini izledi. Benden sonraki kuşak televizyonda izledi şimdi de onların çocukları internetten izliyor. Bu arada babalarımızın hatta dedelerimizin 1957 yılında çıkan kitabını okuduğu da dikkate alınırsa hiç yoksa en azından 5 kuşaktır “Hababam Sınıfı” sürüyor. 

İşte ben de Rıfat Ilgaz ismini o sinemada izlediğim “Hababam Sınıfı” filmlerinden biliyordum. Madem filmleri izlemiştim, kitaplarına el sürmeme gerek yoktu. Çok sonraları Ilgaz’ın eserinin sinemaya çekilmiş hallerini pek sevmediğini anılarından öğrenecektim. Bir çoğunuzun içinde bir şeylerin kırıldığını tahmin ediyorum. Öğrendiğimde benim de hissettiklerim böyle olmuştu. Ancak şimdilerde Rıfat Ilgaz’ın yazdığı ayrı bir lezzet, filme çekilen ise ondan esinlenerek oluşmuş apayrı bir lezzet olduğunu düşünüyorum. ( Bu arada Rıfat Ilgaz’ın yazdığı “Hababam Sınıfı” kitaplarını okumak da farz oldu artık) 

Geçen yıl açtığım “Sait Faik’ten Kafka’ya” isimli sergimde Rıfat Ilgaz’ın bir portresine de yer vermiştim. Bu çizimde herkesin bildiği “Hababam Sınıfı” özgürce uçarken, yazarın koltuğunun altında bir kitap bileğinde kelepçe ile tutsaktı. İşte o kitabın üzerinde sadece “Sınıf” yazıyordu. Bizim hatıralarımıza kuşakları aşarak oturan “Hababam Sınıfı”nın yazarı ilk yazdığı şiir kitabı “Sınıf” ile hayatı boyunca sürecek aranmaların, fişlenmelerin, zorunlu sürgünün, işsizliğin ve  tabi hapisliğin başlangıcı olacaktı. Hem de ne başlangıç hani bitmek bilmeyen… 12 Eylül faşizmi günlerinde 70 yaşına gelmiş yazarımızı eline kelepçe takmakla kalmayıp, gözlerini de bağlayarak Cide sokaklarında aşağılayarak yürüteceklerdi. Biz televizyonlarda “Hababam Sınıfı”nı izleyip kahkahalarla gülüyorduk ama yazarı “Sınıf”ın bedelini hababam ödüyordu, 70’inde bile. 

Rıfat Ilgaz, şiirlerinden oluşan ikinci kitabını 1944 yılında çıkartmıştı. Ilgaz bir öğretmendi ve sınıfındaki öğrencileri şiirine yansıtıyordu. Sadece çocukları mı? Onların yaşamlarını, ortamlarını, ailelerinin yaşam mücadelelerini de toplumcu gerçekçi edebiyat safında şiirleriyle aktarıyordu. Bu  zaten başlı başına sakıncalıydı ama “Sınıf” ismi de tüy dikiyordu. Çünkü bu ders verdiği değil anlatılan çocukların ait olduğu “sosyal sınıf”tı… Yani “İşçi Sınıfı”. Ve tabi hemen devreye “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya…”  diye başlayan 141 ve 142. maddeleri devreye girecek ve yazar “Komünizm propaganda” sı  yapmaktan suçlanırken, kitapta  sıkıyönetim tarafından toplatılacaktır. Hakkında yakalama kararı çıkartılan Rıfat Ilgaz o günleri “Karartma Geceleri” romanında anlatıyor. 

İkinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unda geçen “Karartma Geceleri”nde  Rıfat Ilgaz yaşadıklarını Mustafa Ural adındaki edebiyat öğretmeni karakteriyle romanına aktarmış. 1944 yılında savaş artık bizim sınırlarımıza dayanmış. Yurtta ekmek, şeker gibi temel ihtiyaçlar karneye bağlanmış ve dışardan gelebilecek hava saldırılarına karşı önlem olarak geceleri karartma uygulanıyor. Evlerin ışıkları dışarı sızıp, hedef olmasın diye pencerelere koyu kartonlar, battaniyeler örtülmesi ya da ışıkların yakılmaması demek olan “ Karartma Geceleri” romanın da ismi oluvermiş. Bu karartma sadece bir savunma eylemi değil, şairlere, yazarlara, fikir insanlarına uygulanan bir karanlık dönemin de simgesi aynı zamanda.

Kitapta Rıfat Ilgaz yaşadıklarını bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural karakteriyle  anlatıyor.  Mustafa Ural aranmaktadır ama hemen teslim olmak istemez. Zira hem ciddi anlamda tüberküloz yani “ince hastalık” da denilen veremdir hem de ay sonunda gelecek maaşını alıp karısına bırakmak istemektedir. Kış soğuğunda gece sokakları arşınlayarak, sabahçı kahvelerinde iz bırakmadan molalar verip, eş dost evinde gizlenmelerle süren  bir roman. “Karartma Geceleri”  hem bir roman hem de savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarını günümüze tarihi bir kesit olarak sunuyor. 

“Karartma Geceleri”ni okuduktan sonra size bir de Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabını öneririm. Hele ki kitabın XII bölümündeki (yani 247 -  256 sayfalar) finale doğru giden satırlar ilginizi çektiyse Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanı çok güzel bir devam olacak. 

“Karartma Geceleri”nin ilk başlarından bir alıntıya yer vermek istiyorum, vaktiniz varsa dinleyin:

“Maphusluğun ilk belirli sıkıntısı, derisindeki kaşıntılarla başlamıştı. Derisinden başlayan tutsaklık acısı, gerçek anlamını ta kafasının içinde buluyordu. Her şeye dayanmaktan başka çıkar yol yoktu. Çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı. Bu pirelerle, özgürlüğünün içine tükürülmek, bir bakıma cezaların en hafifi sayılmalıydı. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler vardı, ama henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu.” 

O dönemi bundan güzel özetleyecek bir tarihçimizi gördünüz mü hiç! Hamaset yapmadan bir tarihsel bakış ve ilerici bir edebiyatçı duruşu. Kendi derdine düşmek yerine çağının aydını olarak faşizme karşı mücadele etmek uğruna kurşuna dizilmeyi göze alanların safında yer almak. İşte buydu Rıfat Ilgaz’ın edebiyatçılığının aydınlığı ve de zamanı aşan kalıcılığı. 
Tutuklandığı zaman İkinci Dünya Savaşı bitmişti. 6 ay hapis yattı, bedel ödedi. Savaş bitti ve tabi karartma geceleri de ama Rıfat Ilgaz öldüğü tarih olan 1993’e kadar bedel ödemekten vazgeçmedi. Bu bedel kimi zaman hapis yatarak kimi zaman en sevdiği öğretmenlikten atılıp, işsiz kalarak ödenecekti… Peki ne içindi bu bedel derseniz, Rıfat Ilgaz’ın 80 yaşında yazdığı son şiirine bir kulak verin derim:


“SON ŞİİRİM

Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşa gitmesin,
Son sıcaklığım

               19 – XI – 1991
Rıfat Ilgaz”

Bu alıntıdan sonra başka söze gerek var mı...
  hiç sanmıyorum.

Aptulika