Sayfalar

27 Temmuz 2018 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 69



Rıfat Ilgaz
“Karartma Geceleri”

İlginçtir ama Rıfat Ilgaz’la çok geç tanışmışımdır. Bundan sadece on yıl önce tesadüfen elime geçen “Meşrutiyet Kıraathanesi” kitabıyla başladı tanışma, ardından yazarın 1950’li yıllarda kaleme aldığı romanı “Don Kişot İstanbul’da” ile devam etti. Üçüncü buluşma da  yazarın “Yokuş Yukarı” adlı Cağaloğlu anılarından oluşan eseriyle gerçekleşecekti. Gazetelerin, dergilerin, kitabın her türlü kırtasiye ve matbuatın anavatanı Cağaloğlu, küçüklüğümden beri hayallerimi süsleyen cennetti. Üniversite yıllarımdan 28 yaşıma kadar orada bulunup, o “yokuş”u yukarı doğru tırmanmıştım. Sonra bizim “basın” dediğimiz şeye bir anda “medya” denilecekti  ve Cağaloğlu eskilerin deyimiyle Babıali son bulacaktı ve tabi “yokuşu” da… Medya dünyasında yokuş tırmanılmıyor, asansörle yukarı kata çıkılıyordu. Bu yüzden Rıfat Ilgaz’ın “Yokuş Yukarı” kitabını çok sevecektim. 

Rıfat Ilgaz’ı geç olsa da okumuştum okumasına ama ilk ikisi mizahi romanıydı en sonuncusu da anı kitabıydı. Oysa Rıfat Ilgaz neredeyse edebiyatın her alanında ürün vermiş biriydi. Dolayısıyla ben büyük bir resmin, ufak bir detayını görmüştüm. Sorunun asıl kaynağı şu şekilde soru haline gelmeliydi: Ben neden bu kadar yıl Rıfat Ilgaz’dan uzak kaldım? Okumadım ama onu çok iyi biliyordum hatta onun ismiyle çocuklukta tanışmıştım. Bugün bile internette izlenme rekorları kıran “Hababam Sınıfı” filmlerinin çekildiği yıllarda sinemada izleyerek tanıyacaktım. O filmleri çok sevmiştik ve hala da izlerim. “Hababam Sınıfı”, Rıfat Ilgaz’ın romanıydı ve ilk olarak tiyatroya daha sonra da sinemaya uyarlandı. Yani benden önceki kuşak tiyatroda seyretti, sonra benim kuşağım o abilerle birlikte filmini izledi. Benden sonraki kuşak televizyonda izledi şimdi de onların çocukları internetten izliyor. Bu arada babalarımızın hatta dedelerimizin 1957 yılında çıkan kitabını okuduğu da dikkate alınırsa hiç yoksa en azından 5 kuşaktır “Hababam Sınıfı” sürüyor. 

İşte ben de Rıfat Ilgaz ismini o sinemada izlediğim “Hababam Sınıfı” filmlerinden biliyordum. Madem filmleri izlemiştim, kitaplarına el sürmeme gerek yoktu. Çok sonraları Ilgaz’ın eserinin sinemaya çekilmiş hallerini pek sevmediğini anılarından öğrenecektim. Bir çoğunuzun içinde bir şeylerin kırıldığını tahmin ediyorum. Öğrendiğimde benim de hissettiklerim böyle olmuştu. Ancak şimdilerde Rıfat Ilgaz’ın yazdığı ayrı bir lezzet, filme çekilen ise ondan esinlenerek oluşmuş apayrı bir lezzet olduğunu düşünüyorum. ( Bu arada Rıfat Ilgaz’ın yazdığı “Hababam Sınıfı” kitaplarını okumak da farz oldu artık) 

Geçen yıl açtığım “Sait Faik’ten Kafka’ya” isimli sergimde Rıfat Ilgaz’ın bir portresine de yer vermiştim. Bu çizimde herkesin bildiği “Hababam Sınıfı” özgürce uçarken, yazarın koltuğunun altında bir kitap bileğinde kelepçe ile tutsaktı. İşte o kitabın üzerinde sadece “Sınıf” yazıyordu. Bizim hatıralarımıza kuşakları aşarak oturan “Hababam Sınıfı”nın yazarı ilk yazdığı şiir kitabı “Sınıf” ile hayatı boyunca sürecek aranmaların, fişlenmelerin, zorunlu sürgünün, işsizliğin ve  tabi hapisliğin başlangıcı olacaktı. Hem de ne başlangıç hani bitmek bilmeyen… 12 Eylül faşizmi günlerinde 70 yaşına gelmiş yazarımızı eline kelepçe takmakla kalmayıp, gözlerini de bağlayarak Cide sokaklarında aşağılayarak yürüteceklerdi. Biz televizyonlarda “Hababam Sınıfı”nı izleyip kahkahalarla gülüyorduk ama yazarı “Sınıf”ın bedelini hababam ödüyordu, 70’inde bile. 

Rıfat Ilgaz, şiirlerinden oluşan ikinci kitabını 1944 yılında çıkartmıştı. Ilgaz bir öğretmendi ve sınıfındaki öğrencileri şiirine yansıtıyordu. Sadece çocukları mı? Onların yaşamlarını, ortamlarını, ailelerinin yaşam mücadelelerini de toplumcu gerçekçi edebiyat safında şiirleriyle aktarıyordu. Bu  zaten başlı başına sakıncalıydı ama “Sınıf” ismi de tüy dikiyordu. Çünkü bu ders verdiği değil anlatılan çocukların ait olduğu “sosyal sınıf”tı… Yani “İşçi Sınıfı”. Ve tabi hemen devreye “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya…”  diye başlayan 141 ve 142. maddeleri devreye girecek ve yazar “Komünizm propaganda” sı  yapmaktan suçlanırken, kitapta  sıkıyönetim tarafından toplatılacaktır. Hakkında yakalama kararı çıkartılan Rıfat Ilgaz o günleri “Karartma Geceleri” romanında anlatıyor. 

İkinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unda geçen “Karartma Geceleri”nde  Rıfat Ilgaz yaşadıklarını Mustafa Ural adındaki edebiyat öğretmeni karakteriyle romanına aktarmış. 1944 yılında savaş artık bizim sınırlarımıza dayanmış. Yurtta ekmek, şeker gibi temel ihtiyaçlar karneye bağlanmış ve dışardan gelebilecek hava saldırılarına karşı önlem olarak geceleri karartma uygulanıyor. Evlerin ışıkları dışarı sızıp, hedef olmasın diye pencerelere koyu kartonlar, battaniyeler örtülmesi ya da ışıkların yakılmaması demek olan “ Karartma Geceleri” romanın da ismi oluvermiş. Bu karartma sadece bir savunma eylemi değil, şairlere, yazarlara, fikir insanlarına uygulanan bir karanlık dönemin de simgesi aynı zamanda.

Kitapta Rıfat Ilgaz yaşadıklarını bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural karakteriyle  anlatıyor.  Mustafa Ural aranmaktadır ama hemen teslim olmak istemez. Zira hem ciddi anlamda tüberküloz yani “ince hastalık” da denilen veremdir hem de ay sonunda gelecek maaşını alıp karısına bırakmak istemektedir. Kış soğuğunda gece sokakları arşınlayarak, sabahçı kahvelerinde iz bırakmadan molalar verip, eş dost evinde gizlenmelerle süren  bir roman. “Karartma Geceleri”  hem bir roman hem de savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarını günümüze tarihi bir kesit olarak sunuyor. 

“Karartma Geceleri”ni okuduktan sonra size bir de Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabını öneririm. Hele ki kitabın XII bölümündeki (yani 247 -  256 sayfalar) finale doğru giden satırlar ilginizi çektiyse Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanı çok güzel bir devam olacak. 

“Karartma Geceleri”nin ilk başlarından bir alıntıya yer vermek istiyorum, vaktiniz varsa dinleyin:

“Maphusluğun ilk belirli sıkıntısı, derisindeki kaşıntılarla başlamıştı. Derisinden başlayan tutsaklık acısı, gerçek anlamını ta kafasının içinde buluyordu. Her şeye dayanmaktan başka çıkar yol yoktu. Çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı. Bu pirelerle, özgürlüğünün içine tükürülmek, bir bakıma cezaların en hafifi sayılmalıydı. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler vardı, ama henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu.” 

O dönemi bundan güzel özetleyecek bir tarihçimizi gördünüz mü hiç! Hamaset yapmadan bir tarihsel bakış ve ilerici bir edebiyatçı duruşu. Kendi derdine düşmek yerine çağının aydını olarak faşizme karşı mücadele etmek uğruna kurşuna dizilmeyi göze alanların safında yer almak. İşte buydu Rıfat Ilgaz’ın edebiyatçılığının aydınlığı ve de zamanı aşan kalıcılığı. 
Tutuklandığı zaman İkinci Dünya Savaşı bitmişti. 6 ay hapis yattı, bedel ödedi. Savaş bitti ve tabi karartma geceleri de ama Rıfat Ilgaz öldüğü tarih olan 1993’e kadar bedel ödemekten vazgeçmedi. Bu bedel kimi zaman hapis yatarak kimi zaman en sevdiği öğretmenlikten atılıp, işsiz kalarak ödenecekti… Peki ne içindi bu bedel derseniz, Rıfat Ilgaz’ın 80 yaşında yazdığı son şiirine bir kulak verin derim:


“SON ŞİİRİM

Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşa gitmesin,
Son sıcaklığım

               19 – XI – 1991
Rıfat Ilgaz”

Bu alıntıdan sonra başka söze gerek var mı...
  hiç sanmıyorum.

Aptulika

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder