"The Wall" çıktığı yıllarda
inanılmaz bir ilgi toplamıştı. Hatta Pink Floyd'u rock dinleyicisinin dışındaki
insanlara da ulaştırmıştı. Bu albüme olan ilgi ve popülerlik çeyrek asrı geçen
bir zaman diliminde daha da artarak sürmektedir. Bütün bunlara rağmen “The
Wall”, Pink Floyd elemanlarını birbirinden ayıran albümdür de. Roger Waters dışındaki elemanlar, grubun bu
yeni denizlere yelken açışını benimsememişti. Ardından gelen "The Final
Cut" albümünden sonra da grupla Roger Waters'ın yolları ayrılacaktı.
"The Final Cut"
albümü de "The Wall"ın devamı niteliğindeydi ve bir konu etrafında
oluşuyordu. Üstelik ana konu da Roger Waters'ın babası ve 2. Dünya Savaşı
örgüsünde ilerliyordu. Bu albümden sonra yoluna solo olarak devam eden Roger
Waters'da bu dizinin takipçisi niteliğinde olan “The Pros and Cons of Hitch
Hiking (1984),”Radio K.A.O.S.” (1987) gibi albümleriyle müzikal yolculuğunu
sürdürecekti.
Birçok insan için Pink Floyd
ile Roger Waters’ın ayrı ayrı yollarına devam etmeleri duygusal açıdan üzücü
geliyordu. Kabul etmek gerek ki bir çok insan için Pink Floyd “The Wall” ile
başladı. Daha önceki albümler bilinmedi. Bilenlerde geçmişin hatıralarına “The
Wall”ı ekleyerek duygusal bir yaklaşımla “Pink Floyd tekrar birlessin” dedi.
80’lerden sonra bugünlere kadar da bu kafa karışıklığı sürdü.
Üç Dönem Pink Floyd
60 sonlarında grubun ilk
yıllarında yaratıcılık açısından Syd Barrett’in etkisi büyüktü. Grubun bu
dönemini Saykodelik Rock çizgisi diye
nitelendirebiliriz. Bugün en baba Pink Floyd hayranıyım diyenlerin bile nufuz
etmekte zorlanacağı bir
Syd Barrett (sağdaki)'li Pink Floyd |
Ses ve Işık Gösterisine Dönen Konserler
“The Dark Side of the Moon”un
ardından 1975’te “Wish You Were Here” gelecekti. Her iki albümde de Pink Floyd
müziğindeki deneyselliği anlaşılabilirliğe
taşıyacaktı. Gittikçe artan efektler
ve ses mühendislerinin üzerinde hala kafa yorabileceği kolajlar grubu yeni bir
noktaya taşıyordu. Müzik dinlenirken gözleri kapayıp, tablolar
oluşturabiliyordunuz. Bu müzikal tavır gittikçe artan renk cümbüşü ve ışık
oyunları ve bir gösteri isteğini arttırıyordu. İşte bu grubu 1977 yılında
çıkacak olan “Animals” albümüne taşıdı. Bu albüm yeni bir dönemin ilk müjdesini
veriyordu. O sene yapılan “Animals” turnesinde sahnede konser veren bir rock
grubunun yanısıra sahneyi dolduran uçan domuzlar ve ışık gösterisi olayı
konserden bir başka yere taşıyordu. Bu gösterinin içine bir de sahne tasarımı
girecekti ki bu da Pink Floyd’un ayrı bir yanını oluşturacaktı.
1977 "Animals" albümü konserlerinden biri |
"The Wall" Bir Efsaninin Doğuşu Veya Ayrılan Yollar
Sahne şovları
Pink Floyd’u ayrıcalıklı bir yere getirmişti ve Roger Waters’ın bunda payı
büyüktü. Ama bu döneme kadar grubun bu fikirleri ortak ürettiğini ve benimsediğini
görüyoruz. Taa ki 1979 sonuna gelene kadar. Bu tarihte çıkan “The Wall” albümü ve
ötesi yani üçüncü dönem artık iyiden
iyiye Roger Waters’ın öne çıktığı dönemdi. O yüzden “The Wall” albümünden
sonrasına ben kendi açımdan daha ziyade Roger Waters’ın solo dönemi diye
bakarım. Hatta Roger Waters son Pink Floyd albümü “Final Cut”ta bütünüyle
İkinci Dünya Savaşı’nda kaybettiği babasının izlerini taşıyan bir konudaydı. Ki
zaten de Pink Floyd’dan ayrıldıktan sonraki solo albümlerinde de Roger Waters,
“The Wall”da başlayan diziyi devam
ettirdi. 1984’de çıkan Bir otostopçunun
izini süren konusuyla gene bir serüvenin peşine takılan albümü “The Pros and
Cons of Hitch Hiking” nedenini asla anlatmayı
başaramam ama bana “The Wall”a nazaran daha Pink Floyd albümü gibi
gelirdi. Kimbilir belki de tek bu albümde Roger Waters bir ortak çalışma yapma
isteğinde bulunmuştu. Kendini biraz daha geriye çekip, hadi şu albümü de “Keşke
David (Gilmour)le yapsaydık.” diye düşünmüş gibi, gitara fazlaca yer bıraktığı bir
çalışmayı ortaya çıkarmıştı. Ama oradaki bu beklentiyi bir konuk müzisyenle kotararak,
bu görevi Eric Clapton’a verecekti. Böylece albüm bir yol hikayesi ve blues
tınılı bir hale gelecekti. Diger cephede ise Pink Floyd’da 1975’teki “Wish You Were Here”in izlerini
süren iki albümle 1994’de kadar kariyerini sürdürecekti. 34 yıl Sonra
“The Wall” albümü çıkalı 34
yıl gibi bir zaman olmuş. Bu kadar aradan sonra Pink Floyd değil de Roger
Waters konserinde büyük bir gösteri ile izleyeceğiz. Bu da en doğrusu, çünkü
“The Wall” Pink Floyd değil, Roger Waters albümüydü. Belki de yıllardır “Pink
Floyd konsere gelse” isteğinin hatta “Tekrar birleşseler” anlamsızlığından
vazgeçmiş olsaydık. Çünkü bu isteklerde bulunurken Pink Floyd değil “The Wall”
dinlemek istiyorduk. Oysa ki “The Wall’ı asıl sahibinden (şimdi otuz küsur yıl
sonra olduğu gibi) dinleseydik. Pink Floyd’u da Pink Floyd olarak konserde
görebilseydik. Hatta 2006’daki David Gilmour solo albümünün turnesinde verilen bir konserde
görebilseydik. Ama olmuyor. Bu bizim seçimimizden çok müzik endüstrisinin
pazarlama oyunlarının bir parçası. Biz de bu oyunu seviyoruz. Yani alan razı
veren razı, bize ne oluyor ki.
Peki ya müzik?
Belki de o da “Gezi Parkı
direnişi”nin sonucunu bekliyor…
“Diren Müzik”
veya
“Diren Sanat”
az biraz o günlerde kendini
hissettirmedi mi?
Ne dersiniz?
Bu yazıdan algıladığınız,
güzel bir konser öncesi çomak sokmak gibi bir şey ise yazıyı bir daha okuyun
derim.
Eger yazı size “Pink Floyd,
Roger Waters’ı döver” ya da “Roger Waters Pink Floyd”dur gibi bir etki veriyor
ise yapabileceğim bir şey yok. Asla öyle bir şey değildi çünkü.
Bir konser heyacanında bu
yazı aklınızı karıştırdı ya da konserin heyacanını öldürdü gibi geliyorsa önce
ben üzülürüm. Zira ben acayip bir heyacan içindeyim.
Bilmem neden içimde Pink
Floyd ve Roger Waters’la ilgili çok yazı yazma isteği var. Onları da
paylaşabilirim.
APTÜLİKA