Sayfalar

31 Temmuz 2013 Çarşamba

“THE WALL” İLE AYRILAN YOLLAR

"The Wall" çıktığı yıllarda inanılmaz bir ilgi toplamıştı. Hatta Pink Floyd'u rock dinleyicisinin dışındaki insanlara da ulaştırmıştı. Bu albüme olan ilgi ve popülerlik çeyrek asrı geçen bir zaman diliminde daha da artarak sürmektedir. Bütün bunlara rağmen “The Wall”, Pink Floyd elemanlarını birbirinden ayıran albümdür de.   Roger Waters dışındaki elemanlar, grubun bu yeni denizlere yelken açışını benimsememişti. Ardından gelen "The Final Cut" albümünden sonra da grupla Roger Waters'ın yolları ayrılacaktı.

"The Final Cut" albümü de "The Wall"ın devamı niteliğindeydi ve bir konu etrafında oluşuyordu. Üstelik ana konu da Roger Waters'ın babası ve 2. Dünya Savaşı örgüsünde ilerliyordu. Bu albümden sonra yoluna solo olarak devam eden Roger Waters'da bu dizinin takipçisi niteliğinde olan “The Pros and Cons of Hitch Hiking (1984),”Radio K.A.O.S.” (1987) gibi albümleriyle müzikal yolculuğunu sürdürecekti.
Birçok insan için Pink Floyd ile Roger Waters’ın ayrı ayrı yollarına devam etmeleri duygusal açıdan üzücü geliyordu. Kabul etmek gerek ki bir çok insan için Pink Floyd “The Wall” ile başladı. Daha önceki albümler bilinmedi. Bilenlerde geçmişin hatıralarına “The Wall”ı ekleyerek duygusal bir yaklaşımla “Pink Floyd tekrar birlessin” dedi. 80’lerden sonra bugünlere kadar da bu kafa karışıklığı sürdü.

Üç Dönem Pink Floyd

60 sonlarında grubun ilk yıllarında yaratıcılık açısından Syd Barrett’in etkisi büyüktü. Grubun bu dönemini Saykodelik Rock  çizgisi diye nitelendirebiliriz. Bugün en baba Pink Floyd hayranıyım diyenlerin bile nufuz etmekte zorlanacağı bir
Syd Barrett (sağdaki)'li Pink Floyd
müzikal yapı. Anlatımcılıktan çok soyutlamalara önem veren bir müzikal yapı. Daha sonrasında ise 70’lere oturan yeni bir dönem ki bunda da gruba katılan gitarist David Gilmour’un saykodelik tarzdan uzaklaşması görülür. Pink Floyd tarihi ile ilgili kitap yazanların kaynak eserlerine baktığımızda bu dönemde "Roger Waters’ın liderliği ele geçirdi"ği zikredilir. Oysa bana göre Roger Waters’ın fikirlerinin hakimiyeti için “The Dark Side Of The Moon”u beklememiz gerekecekti. 1973’de çıkan bu albümde tam anlamıyla Waters hakimiyeti  oluştu diyemeyiz. Sadece “The Wall”a giden yolun ufak tiyoları veriliyordu denilebilir. Sözü uzatmayalım 70’lerde oluşan bu ikinci dönemde Pink Floyd bütün grup elemanlarının içine sinen bir müziği oluşturmuştu, Bu döneme de Progressive Rock dönemi diyebiliriz. Bu tarzdaki gruplar gibi onlar da Batı Senfonik müziğinin etkilerini rock ile buluşturdularsa da ayrıca deneysel, elektronik müzik ögelerini de müzik potalarında eritmeleri de onların ayrıcalıklı yönünü oluşturuyordu.

Ses ve Işık Gösterisine Dönen Konserler

“The Dark Side of the Moon”un ardından 1975’te “Wish You Were Here” gelecekti. Her iki albümde de Pink Floyd müziğindeki deneyselliği anlaşılabilirliğe
1977 "Animals" albümü konserlerinden biri
taşıyacaktı. Gittikçe artan efektler ve ses mühendislerinin üzerinde hala kafa yorabileceği kolajlar grubu yeni bir noktaya taşıyordu. Müzik dinlenirken gözleri kapayıp, tablolar oluşturabiliyordunuz. Bu müzikal tavır gittikçe artan renk cümbüşü ve ışık oyunları ve bir gösteri isteğini arttırıyordu. İşte bu grubu 1977 yılında çıkacak olan “Animals” albümüne taşıdı. Bu albüm yeni bir dönemin ilk müjdesini veriyordu. O sene yapılan “Animals” turnesinde sahnede konser veren bir rock grubunun yanısıra sahneyi dolduran uçan domuzlar ve ışık gösterisi olayı konserden bir başka yere taşıyordu. Bu gösterinin içine bir de sahne tasarımı girecekti ki bu da Pink Floyd’un ayrı bir yanını oluşturacaktı. 

"The Wall" Bir Efsaninin Doğuşu Veya Ayrılan Yollar

Sahne şovları Pink Floyd’u ayrıcalıklı bir yere getirmişti ve Roger Waters’ın bunda payı büyüktü. Ama bu döneme kadar grubun bu fikirleri ortak ürettiğini ve benimsediğini görüyoruz. Taa ki 1979 sonuna gelene  kadar. Bu tarihte çıkan “The Wall” albümü ve ötesi  yani üçüncü dönem artık iyiden iyiye Roger Waters’ın öne çıktığı dönemdi. O yüzden “The Wall” albümünden sonrasına ben kendi açımdan daha ziyade Roger Waters’ın solo dönemi diye bakarım. Hatta Roger Waters son Pink Floyd albümü “Final Cut”ta bütünüyle İkinci Dünya Savaşı’nda kaybettiği babasının izlerini taşıyan bir konudaydı. Ki zaten de Pink Floyd’dan ayrıldıktan sonraki solo albümlerinde de Roger Waters, “The Wall”da başlayan diziyi devam
ettirdi. 1984’de çıkan Bir otostopçunun izini süren konusuyla gene bir serüvenin peşine takılan albümü “The Pros and Cons of Hitch Hiking” nedenini asla anlatmayı  başaramam ama bana “The Wall”a nazaran daha Pink Floyd albümü gibi gelirdi. Kimbilir belki de tek bu albümde Roger Waters bir ortak çalışma yapma isteğinde bulunmuştu. Kendini biraz daha geriye çekip, hadi şu albümü de “Keşke David (Gilmour)le yapsaydık.” diye düşünmüş gibi, gitara fazlaca yer bıraktığı bir çalışmayı ortaya çıkarmıştı. Ama oradaki bu beklentiyi bir konuk müzisyenle kotararak, bu görevi Eric Clapton’a verecekti. Böylece albüm bir yol hikayesi ve blues tınılı bir hale gelecekti. Diger cephede ise Pink Floyd’da 1975’teki “Wish You Were Here”in izlerini süren iki albümle 1994’de kadar kariyerini sürdürecekti.

34 yıl Sonra

“The Wall” albümü çıkalı 34 yıl gibi bir zaman olmuş. Bu kadar aradan sonra Pink Floyd değil de Roger Waters konserinde büyük bir gösteri ile izleyeceğiz. Bu da en doğrusu, çünkü “The Wall” Pink Floyd değil, Roger Waters albümüydü. Belki de yıllardır “Pink Floyd konsere gelse” isteğinin hatta “Tekrar birleşseler” anlamsızlığından vazgeçmiş olsaydık. Çünkü bu isteklerde bulunurken Pink Floyd değil “The Wall” dinlemek istiyorduk. Oysa ki “The Wall’ı asıl sahibinden (şimdi otuz küsur yıl sonra olduğu gibi) dinleseydik. Pink Floyd’u da Pink Floyd olarak konserde görebilseydik. Hatta 2006’daki David Gilmour  solo albümünün turnesinde verilen bir konserde görebilseydik. Ama olmuyor. Bu bizim seçimimizden çok müzik endüstrisinin pazarlama oyunlarının bir parçası. Biz de bu oyunu seviyoruz. Yani alan razı veren razı, bize ne oluyor ki. 
Peki ya müzik?
Belki de o da “Gezi Parkı direnişi”nin sonucunu bekliyor…
“Diren Müzik”
veya
“Diren Sanat”
az biraz o günlerde kendini hissettirmedi mi?
Ne dersiniz?

Bu yazıdan algıladığınız, güzel bir konser öncesi çomak sokmak gibi bir şey ise yazıyı bir daha okuyun derim.
Eger yazı size “Pink Floyd, Roger Waters’ı döver” ya da “Roger Waters Pink Floyd”dur gibi bir etki veriyor ise yapabileceğim bir şey yok. Asla öyle bir şey değildi çünkü.
Bir konser heyacanında bu yazı aklınızı karıştırdı ya da konserin heyacanını öldürdü gibi geliyorsa önce ben üzülürüm. Zira ben acayip bir heyacan içindeyim.
Bilmem neden içimde Pink Floyd ve Roger Waters’la ilgili çok yazı yazma isteği var. Onları da paylaşabilirim.
APTÜLİKA




30 Temmuz 2013 Salı

"THE WALL" Konserine Doğru ROGER WATERS Çizimleri

Roger Waters'ın İstanbul konserine az bir şey kaldı. 4 Ağustos, Pazar gecesi, yani şunun şurasında 5 gün. 


80'li yılların başlangıcına bir abide gibi oturan Pink Floyd albümü "The Wall"ın 30 küsur yıl sonraki Roger Waters turnesi olacak bu. 
 Bir konser ötesinde büyük bir görsel gösteri de olacak bu etkinlik 4 Ağustos gecesi İTÜ Stadyumu'ndaki bu konseri beklerken Blues Perişan blogu olarak bizde o tarihe kadar ağırlıklı olarak Roger Waters'a yer vereceğiz. İlk olarak Roger Waters çizimlerinden bir sergi oluşturalım dedik. İyi Seyirler.
BLUES PERİŞAN

Çizimler APTÜLİKA
bluesperisan@gmail.com
bluesperisan@rockfm.com.tr

28 Temmuz 2013 Pazar

ŞARKILARI KENDİNDEN ÜNLÜ OLAN ADAM J.J. Cale

Bu yazı 2005 ya da 2006 tarihinde Vatan gazetesinin bünyesinde çıkan "Haftalık"isimli dergide yayınlanmıştı. JJ Cale'ın o dönem çıkan “To  Tulsa And Back” isimli albümüyle ilgili kaleme alınmış bir yazıydı. Şimdi JJ Cale agayı kaybettiğimiz şu günlerde bir kez daha sizlerle paylaşmak istedim. Yazıyı umarım seversiniz. 

J.J. Cale
Çizim Aptulika


Nasrettin Hoca bir gün saz çalar ama hep aynı notaya basar. Etrafındakiler “saz çalanlar diğer notalara da basar, oysa senin parmağın hep aynı yerde.” Hoca ise onlara söyle bir bakıp “Onlar benim bastığım notayı arıyorlar ama bir türlü bulamadıkları için öyle yapıyorlar.” diye cevap vermiş. Bu fıkra bana hep J.J. Cale sadeliğini hatırlatır. Birçok müzisyenin güzele ulaşmak için binlerce oyuna başvurmasının aksine onun parçalarındaki duruluk (hatta basitlik) ve sadelik olağanüstü baş yapıtlar çıkarmıştı. Otuz yılı aşan müzik hayatı içinde imaja ve üne meyil vermek aklına bile gelmemiş olan Cale, kendinden çok besteleriyle öne çıkan hayret verici bir isim. Sekiz yıl önce yaptığı “Guitar Man”den sonra işini yapıp sessizliğe gömülen besteci ve yorumcu geçen haftalarda çıkan “To  Tulsa And Back” albümüyle tekrar karşımızda.
40 yıllık müzikal kariyerinde tipi bile bilinmeyen J.J. Cale’in yapıtlarını sıradan bir dinleyici bile bilir. O yıllar boyu üne ve şöhrete burun kıvırsa da birçok isim onun parçalarıyla efsaneleşmiştir.
J.J. Cale 1965’de Liberty firması adına bir kayıt yapmıştı. Piyasaya albüm olarak çıkmamış bu kayıtlar arasında “After Midnight” adlı efsanevi şarkı da vardı. Bu deneyimden sonra Los Angeles’dan ayrılıp, Tulsa’ya dönen Cale, ufak kulüplerde kafasına göre müziğini yapmaya devam edecekti. Aradan üç yıl geçmiştir ve Cale bir gün arabasıyla giderken, radyoda bir şarkı duyar. Eric Clapton’un okuduğu parça, kendi şarkısı “After Midnight”dır. Hemen aklına annesi geliyor. Annesinin Clapton’a bu kayıtları göndermiş olacağını düşünür. Ancak hikayenin aslı söyle gelişiyor. J.J. Cale’ın eski grubu Delaney & Bonnie’de çalışan Carl Radle, bu parçayı Clapton’a dinletiyor. Eric Clapton’da parçayı beğenip, alıyor.
“After Midnight”, Eric Clapton’un solo kariyerine büyük bir hız verip, listelerde bir numaraya yükselecekti. Artık zamanın geldiğini düşünen Cale’ın çocukluk arkadaşı Audie Ashworth, Tulsa’ya telefon ederek albüm çıkarmasını teklif eder. Bu konuşmanın üzerinden iki, üç ay sonra parçaları hazırlayan Cale köpeği Foley’le birlikte Vosvos’una atlayıp, Los Angeles’a geliyor.Eski dostları Leon Russel ve Ashworth şarkıları dinleyince J. J. Cale’ın kendini bulduğuna kanaat getiriyorlar. 1971 Haziran’ın da ilk single’lı olan “Crazy Mama”yı piyasaya çıkartıyorlar. Ancak pek büyük ses getirmiyor. Bu plağı sadece bir radyo çalacaktı. Küçük bir radyo istasyonunda yayınlanan “Little Rock” adlı programı yapan DJ bu plağı çalıyordu ama “A yüzünü değil, “B” yüzünü yayınlıyordu. Hatta Ashworth, istasyonu arayıp, “Yanlış yüzü çalıyorsunuz” diye uyarmıştı ama nafile, DJ  45’liğin ‘B’ yüzünü öyle sevmişti ki “Nuh” diyor başka bir şey demiyordu.
Çıkış için ilk girişim böyle bir tökezleme yaşansa da ilk albüm “Naturally” adıyla yayınlanacaktı. Albüm beklenenden fazla ilgi gördü. Rolling Stone dergisi hemen arayıp bile isteyecekti. Diğer yandan da Traffic grubunun turnesine katılacaktı. Yani durum bayağı iyiyken Cale bunları pek umursamadan, boş kalınca Tulsa’ya dönmeyi tercih ediyordu. Ashworth’dan gelen telefonlara da “Sen parayı bana gönder, ünü de daha genç olanlara ver.” diyordu.
1972’de çıkan ilk albüm “Naturally”, ismindeki gibi doğal bir çalışmaydı. Ardından gelecek albümlerde de aynı özellik sürecekti. Hatta üçüncü albümde yer alan bir parçasının kaydı sanatçının evindeki verandada kaydedilecekti. Bunca basitliğe rağmen onun bestelerinde blues, country, caz ve rock’n roll’un özündeki bileşim “J.J.Cale”istampasıyla çıkacaktı. Lynyrd Skynyrd, Deep Purple, The Allman Brothers, Santana, Eric Clapton, The Band, Johnny Cash gibi grup ve müzisyenler onun bestelerini yorumlayıp, plak yapmışlardı. Hepsi kendi yorumlarında müzikal renklerini katıp, parçayı ilmik ilmik işlerken, aynı parçayı J.J. Cale’den dinlerseniz şaşkına dönerseniz. O yorumlardakinin aksine oldukça rafine edilmiş bir sadelikle karşılaşırsınız. Ama o sadelik, nice şaşalı solonun, işlemenin alt yapısını oluşturuyordu.  Dire Straits’in beyni Mark Knopfler onun izinden gittiğini, Eric Clapton da onun dehasını saklamaz. Eric Clapton, ustanın sadece “After Midnight”ını değil birçok bestesini de yorumlamıştır. “Cocaine” de bunlardan biridir.
“To Tulsa And Back”, J.J. Cale’ın en son çıkan albümü. İçinde 13 parçanın yer aldığı albümün ismi Tulsa’ya geri dönüşü simgeliyor. Oysa Cale buradan zaten hiç ayrılmamıştı ki. Albümde de hiçbir yenilik yok, otuz yıl önce ne yapmıssa aynısı. Ama günümüz gruplarından yeniyi hedefleyen birisi bunlardan birini yorumlasa çağımızın en ilerici ve yenilikçi işini çıkaracağından eminim. “To Tulsa And Back” de Blues For Mama”, “Chaihs Of Love”la kendi dünyasından izler verirken, “Homeless”, “The Problem”, “Stone River” ile politik yaklaşımlara girebiliyor. “Rio”da ise kendini Tulsa sınırları dışına atarken “Another Song”da banjosunu da duyabiliyoruz. Bu albümün bir başka özelliği de sanatçının yola çıkarken birlikte olduğu müzisyenlerin de kendisine eşlik ediyor olması.
J.J. Cale’ı daha fazla merak ediyorsanız size bir tiyo vereyim. Yolunuz Oklohama’ya düşerse Tulsa’ya mutlaka uğrayın. Orada kime sorsanız gösterir.
APTÜLİKA

27 Temmuz 2013 Cumartesi

JJ CALE’i Kaybettik


Eric Clapton’u hafızalara kazıyan “Cocain” ve “After Midnight parçalarının bestecisi JJ Cale’i cuma gecesi 74 yaşındayken yitirdik. Kaliforniya Scripps hastanesinde kalp krizi sonucu ölen sanatçı  Eric Clapton’unun yanısıra Lynyrd Skynyrd’ın da ünlü şarkısı "I Got the Same Old Blues" ile Kansas grubunun seslendirdiği “ Call Me Braze”in da bestecisiydi.
Besteciliğinin yanısıra yorumculuğu da ayrıcalıklı olan JJ Cale, bunca ününe rağmen yıllar yılı Oklahama’nın Tulsa kasabasındaki  mütevazi yaşamına geri dönmeyi yeğlemişti.
İlk plak kaydını 1965 yılında “after Midnight” 45’lik plağı ile yapan JJ Cale, bugüne dek 14 stüdyo albümü yapmıştı. 1977 yılında “Cocain” parçasıyla Grammy ödülü alan  sanatçı 2008’daqe de bir kez daha bu ödüle layık görülecekti.

70'li YILLARDA ARNAVUTKÖY'DE YAZLIK AÇIK HAVA SİNEMASI

60'ların sonu ve 70'lerin ilk yarısı... yani hayatımıza siyah beyaz teylevizyonun girişine kadar İstanbul'da her mahallenin bir yazlık sineması vardı. Boğaz'da bizim semtimiz olan Arnavutköy'de de iki tane yazlık açık hava sineması vardı. 
Ha bir de buna bir üçüncüsü daha eklenirdi ki o da kışlık sinemaydı. 
Bu pazar günü şimdi o günlere dönüyoruz. 
Yer Arnavutköy ve bizler Dayının Sineması diye bilinen yazlık Açık hava sinemasındayız. 
Şimdilerde bu sinemanın olduğu yer hala aynı boyutu ile duruyor ama otopark, oto yıkama servisi olarak varlığını sürdürüyor. Oradan her geçişimde mahzun olup,dururum. 
O yılları yaşarken "bir an önce büyüyelim" derdik. Büyüyelim ki bizde bu sinemaya afilli genç abi olarak gelelim diye imrenir, dururduk. 
Aynı şekilde Akıntıburnuna doğru denize nazır çay bahçeleri vardı. Sinemadan çıkışta oralara gidilir, oturulur çay içilirdi. Oraya gidince de iflah olmaz bir şekilde bir an evet bir an evvel hatta hemen büyümek isterdik. O afilli abiler gibi oralarda oturup, havalı havalı biralarımızı içmek isterdik.
Sonra bir an geldi. Evet gelen o beklenen"bir an"dı. Artık abiydik ama afilli miydik bilinmez. Ama bilinen şu idi ki, 80'ler olmuştu yazlık açık hava sineması kalmamıştı. 
Çay Bahçesi mi? Orasınının olduğu yer artık denize nazır değil, arabaların geçtiği yola nazırdı. Çünkü kazıklı yol yapılarak deniz doldurulmuştu. Çay Bahçesi kalmamıştı. Hoş olsaydı da zaten ortam değişmişti. Hayatımıza "Aile Çay Bahçesi" diye bir  kavram girmişti. Yani o çay bahçeleri "aile " diye ayrı bölümlerle sınırlanmıştı. 
Bira mı? Yıl 80'lerdi ve artık çay bahçelerinde bira satışı yasaktı. 
Keşke o beklenen "bir an" gelmeseydi de büyümeseydik. 
Afilli genç olamadıktan sonra genç olmanın da bir anlamı yoktu. 
Aptülika

HYDE PARK’A AVM YAPILACAKMIŞ


26 Temmuz 1943 tarihinde Dartfort’da dünyaya bir rock efsanesi gelecekti. Dünyanını en büyük markası Rolling Stones’ın vokalisti, armonikacısı Mick Jagger’dı bu kişi. Dün tarihler gene 26 Temmuz’u gösteriyordu ve Mick Jagger tamı tamına 70 yaşına basıyordu.  Ha bu arada grubun gitaristi Keith Richards Aga  da farklı değil onu da 70’ine merhaba demesi için Aralık ayına kadar bekleyeceğiz. Aslına bakarsanız grubun davulcu (ve tabi her daim en olgun agası  Charlie Watts yaş olarak çoktan 72 oldu da ötesine varmaya çalışıyor. Bütün bunlar gayet normal. Doğuyoruz, büyüyoruz, hatta efsane oluyoruz ya da efsanelerin peşine takılıyoruz ve tabii yaşlanıyoruz. Ama Rolling Stones da bir fark sözkonusu. Adamların daha 60’a adım attıklarındaki sahnede ordan oraya koşmalarına bakarak şaşırırkan şimdi 70 yaşında hala Hyde Park’ı inletmelerine akıl sır ermiyor hani. Kısacası “40’ın dan sonra azanı” lafının anlamı bile kalmadı “Yaş Yetmis iş bitmiş” in hükmü kalmamış gibi .
Mick Jagger dün 70 yaşına girdi. Hala emekli değil ve olmayacak gibi. Jagger, 7 çocuk  ve de iki torun sahibi bir dede aynı zamanda.
Ne olur insanlar yaşlanır tabi ama Rolling Stones elemanları 70 ve 70’in üzerinde sahneleri sallıyor ve yuvarlıyorlar. Bu ayın başında onları 44 yıl sonra Hyde Park konserlerinde gördük. Artık işler bir hayli hızlandığı için konser albümü de bir anda çıkıverdi.
Yıl 2013 HYDE PAR'ta dev konser platformu kurulmuş ama ağaçlar dimdik ayakta. 

Grup bundan 44 yıl önce 5 Temmuz 1969’da efsane olan bir konseri Londra’nın meşhur Hyde Park’ında vermişlerdi. Gitaristleri Brain Jones’ın hazin ölümünden iki gün sonra yapılan bu konseri 150 binin üzerinde insan izlemişti.  Bu ayın başında buraya 44 yıl aradan sonra tekrar gelip, o günleri yadeden Rolling Stones’un konser kayıtları da şu günlerde piyasaya çıktı. 
Bu da 44 yıl önceki Rolling Stones Hyde Park konserinden bir kare.

Aklıma bir anda  şu geldi. Adamlar yıllar önceki efsanevi bir konserin 44 yıl sonraki anma konserini verdiklerinde  aynı yeri, aynı şekilde, aynı büyüklükte buluyorlar. Bizde olsaydı acaba o alanı bulabilirmiydik. Ya AVM ya Otel ya da deve olmuştu.
Yaştı, çoluk çocuk torba, yıldönümü derken hep sayılarla gittik yazıyı da gene bir sayı hesabıyla bitirelim. Efendim Rolling Stones’ın kuruluşundan bu yana tam 50 yıl doldu bile.  Ne diyelim Rock’n Roll’a akıl sır ermiyor. İnsanı hep genç bırakıyor.

APTÜLİKA



İzleyici kamerasından konserin açılışı

Profesyonel çekim ile konserden bir kare

26 Temmuz 2013 Cuma

JIMI HENDRIX - “People, Hell And Angels”

Geçtiğimiz yılın Kasım ayında Jimi Hendrix’in yeni bir albümünün çıkacağı haberi gündeme “yılın olayı” nevinden oturmuştu. Aslında Hendrix’in daha önce yayınlanmamış kayıtları bir araya getirilip 40 küsur yıldır yayınlanır. Bundan iki yıl öncesi de “Valley Of Neptune” ismiyle böyle bir album çıkmıştı. Ancak bu seferkinin farkı neredeyse başlıbaşına bir stüdyo albümü özelliğini taşıyor olması. Yanısıra albümde Hendrix’i nefeslilerle , keyboard’la ve ikinci bir ritm gitarın katılımıyla da dinleme bahtiyarlığına erişebiliyoruz.  
Hendrix hayatta olsaydı 70 yaşına  gireceği gün olan 27 Kasım 2012’de basına yapılan açıklama ile büyük gitaristin daha önce yayınlanmamış kayıtlarından oluşan “People, Hell And Angels” isimli albümünün çıkacağı duyurulmuştu. Aradan üç ay geçti ve çıkacağı tarih olarak belirtilen 5 Mart günü de albüm yayınlandı. Dinlenildiğinde insanı bir hayli şaşırtıyor. Bu sefer eski yayınlanmamış stüdyo ve konser kayıtlarının bir araya getirilmesinden farklı bir durum söz konusu. Zira bütünlüklü bir albümle karşı karşıyayız.   
1968 güzünde grubu Experience  ile  “Electric Layland” albümünü çıkaran Hendrix ilerki yeni fikirleri için de 69 baharında eski grubu (dostları) Band Of Gypys elemanlarıyla stüdyoda tam anlamıyla takılmış. Bu kayıtlardan sonra da Woodstock ve 1970’deki hazin ölümü gelecekti. Yani sözün özü elimizdeki bu albüm yaşarken 3. Stüdyo albümünden sonrasını yapabilseydi ne gibi fikirleri olduğunu bize yansıtan bir çalışma diyebiliriz.
Hendrix’i müzik yaşamında 2 grup ile gördük. Bunlardan biri beyaz ve İngiliz müzisyenlerden oluşan Experience’di, diğeri ise siyah müzisyenlerden oluşan “Band Of Gypsy’di. Bu her iki topluluk da trio yani Hendrix de dahil olmak üzere üç kişiden oluşuyordu. Bu yeni yayınlanan  “People, Hell And Angels”da ise Jimi Hendrix’I ikinci bir (Ritim) gitar katılımıyla 4 kişilik bir kadro ile  dinleme olanağı bulduğumuz gibi ekibe saksofon, piyano, perküsyon katılımıyla da değişik bir lezzette bulabiliyoruz. Enstruman katılımındaki bu zenginleşme  bazı parçaların yorumlarında funk, soul,  gibi tarzlarla da renklendiğine şahit oluyoruz. Albert Allen’in vokal yaptığı “Mojo Man” de nefeslilerin bir big band tavrında katılımıyla harika bir yorum elde edilmiş.
“People, Hell And Angels” albümü için bas , gitar , davul’dan mürekkep üçlü anlayışından vazgeçildiği tamamen söylenemez. Jimi Hendrix (gitar/ Vokal), Buddy Miles (davul), Billy Cox ((bas) ile klasik Band Of Gypsy üçlüsünü bozmadan diğer enstrümanlar konuk özelliği ile katılmış gibi. Band Of Gypsy’den davulcu Buddy Miles 3 parça haricinde her parçada yer alsa da Billy Cox’un yerine bir parçada (Somewhere) o dönem Buffalo Springfield daha sonrada Crosby, Stills, Nash And Young’dan tanıdığımız Stephen Stills bas gitarı çalmış. Albümün 9. Sırasında yeralan “Inside Out” da da Hendrix’i bas gitarda dinliyoruz. Perküsyonu ile albüme değişik bir tat veren Juma Sultan’ın yanısıra Hendrix’in eski dostu saksofoncu Lonnie Youngblood’un yeraldığı “Let Me Move You” da Jimi Hendrix kendini bir hayli geride bırakmış.  Vokalleri de üstlenen Youngblood, yanısıra saksofonuyla da solist durumunda. Parçanın sonuna doğru vokal, gitar  ve klavye heyecanı üst düzeye çıkarıyor. (Benim kendi adıma defalarca dinlemeye doyamayacğım parça bu olacak gibi)
Hendrix’in “Her zaman en büyük favorim” dediği Elmore James klasiği “Bleeding Heart”, orijinalinden biraz farklı ve funk etkide yorumlanan “Earth Blues”,  Hendrix’in gitarının Buddy Miles’ın ritminde aktığı “Hey Gypsy Boy”,  finale oturan “Villanova Junction Blues”un yer aldığı “People, Hell And Angels” albümünde 12 parça yer alıyor.   Sahnede ve kayıtlarda hep tek gitar olarak görmeye alıştığımız (zaten başka türlüsü de akla gelmez) Hendrix, bu yeni kayıtlarda “Easy Blues” ve  “Izabella“ da  ikinci bir gitaristle birlikte çalıyor. İlk kez Woodstock Festivali’nde duyulan bu parça Larry Lee’nin ritm gitaristliğinde yeni zevkli bir yorumun çıkmasına neden olmuş.

Jimi Hendrix’in kardeşi Janie Hendrix’in de denetiminide Eddie Kramer ve John Mc Dermottprodüktörlüğünde oluşan “People, Hell And Angel” yepyeni bir albüm gibi dinlenebiliyor. Bir anlamda “Electric Layland”den sonra çıkmış bir stüdyo albümü gibi. En azından yaşasaydı tasarladığı ve ilk eskizlerini attığı bu çalışmanın izlerini takip edecekti. Jimi Hendrix’in doğumunun 70’inci yıldönümünde gelen  bu 44 yıl öncesinin kayıtları onu sevenlere iyi bir armağan oldu diyebiliriz.