Sayfalar

31 Temmuz 2013 Çarşamba

“THE WALL” İLE AYRILAN YOLLAR

"The Wall" çıktığı yıllarda inanılmaz bir ilgi toplamıştı. Hatta Pink Floyd'u rock dinleyicisinin dışındaki insanlara da ulaştırmıştı. Bu albüme olan ilgi ve popülerlik çeyrek asrı geçen bir zaman diliminde daha da artarak sürmektedir. Bütün bunlara rağmen “The Wall”, Pink Floyd elemanlarını birbirinden ayıran albümdür de.   Roger Waters dışındaki elemanlar, grubun bu yeni denizlere yelken açışını benimsememişti. Ardından gelen "The Final Cut" albümünden sonra da grupla Roger Waters'ın yolları ayrılacaktı.

"The Final Cut" albümü de "The Wall"ın devamı niteliğindeydi ve bir konu etrafında oluşuyordu. Üstelik ana konu da Roger Waters'ın babası ve 2. Dünya Savaşı örgüsünde ilerliyordu. Bu albümden sonra yoluna solo olarak devam eden Roger Waters'da bu dizinin takipçisi niteliğinde olan “The Pros and Cons of Hitch Hiking (1984),”Radio K.A.O.S.” (1987) gibi albümleriyle müzikal yolculuğunu sürdürecekti.
Birçok insan için Pink Floyd ile Roger Waters’ın ayrı ayrı yollarına devam etmeleri duygusal açıdan üzücü geliyordu. Kabul etmek gerek ki bir çok insan için Pink Floyd “The Wall” ile başladı. Daha önceki albümler bilinmedi. Bilenlerde geçmişin hatıralarına “The Wall”ı ekleyerek duygusal bir yaklaşımla “Pink Floyd tekrar birlessin” dedi. 80’lerden sonra bugünlere kadar da bu kafa karışıklığı sürdü.

Üç Dönem Pink Floyd

60 sonlarında grubun ilk yıllarında yaratıcılık açısından Syd Barrett’in etkisi büyüktü. Grubun bu dönemini Saykodelik Rock  çizgisi diye nitelendirebiliriz. Bugün en baba Pink Floyd hayranıyım diyenlerin bile nufuz etmekte zorlanacağı bir
Syd Barrett (sağdaki)'li Pink Floyd
müzikal yapı. Anlatımcılıktan çok soyutlamalara önem veren bir müzikal yapı. Daha sonrasında ise 70’lere oturan yeni bir dönem ki bunda da gruba katılan gitarist David Gilmour’un saykodelik tarzdan uzaklaşması görülür. Pink Floyd tarihi ile ilgili kitap yazanların kaynak eserlerine baktığımızda bu dönemde "Roger Waters’ın liderliği ele geçirdi"ği zikredilir. Oysa bana göre Roger Waters’ın fikirlerinin hakimiyeti için “The Dark Side Of The Moon”u beklememiz gerekecekti. 1973’de çıkan bu albümde tam anlamıyla Waters hakimiyeti  oluştu diyemeyiz. Sadece “The Wall”a giden yolun ufak tiyoları veriliyordu denilebilir. Sözü uzatmayalım 70’lerde oluşan bu ikinci dönemde Pink Floyd bütün grup elemanlarının içine sinen bir müziği oluşturmuştu, Bu döneme de Progressive Rock dönemi diyebiliriz. Bu tarzdaki gruplar gibi onlar da Batı Senfonik müziğinin etkilerini rock ile buluşturdularsa da ayrıca deneysel, elektronik müzik ögelerini de müzik potalarında eritmeleri de onların ayrıcalıklı yönünü oluşturuyordu.

Ses ve Işık Gösterisine Dönen Konserler

“The Dark Side of the Moon”un ardından 1975’te “Wish You Were Here” gelecekti. Her iki albümde de Pink Floyd müziğindeki deneyselliği anlaşılabilirliğe
1977 "Animals" albümü konserlerinden biri
taşıyacaktı. Gittikçe artan efektler ve ses mühendislerinin üzerinde hala kafa yorabileceği kolajlar grubu yeni bir noktaya taşıyordu. Müzik dinlenirken gözleri kapayıp, tablolar oluşturabiliyordunuz. Bu müzikal tavır gittikçe artan renk cümbüşü ve ışık oyunları ve bir gösteri isteğini arttırıyordu. İşte bu grubu 1977 yılında çıkacak olan “Animals” albümüne taşıdı. Bu albüm yeni bir dönemin ilk müjdesini veriyordu. O sene yapılan “Animals” turnesinde sahnede konser veren bir rock grubunun yanısıra sahneyi dolduran uçan domuzlar ve ışık gösterisi olayı konserden bir başka yere taşıyordu. Bu gösterinin içine bir de sahne tasarımı girecekti ki bu da Pink Floyd’un ayrı bir yanını oluşturacaktı. 

"The Wall" Bir Efsaninin Doğuşu Veya Ayrılan Yollar

Sahne şovları Pink Floyd’u ayrıcalıklı bir yere getirmişti ve Roger Waters’ın bunda payı büyüktü. Ama bu döneme kadar grubun bu fikirleri ortak ürettiğini ve benimsediğini görüyoruz. Taa ki 1979 sonuna gelene  kadar. Bu tarihte çıkan “The Wall” albümü ve ötesi  yani üçüncü dönem artık iyiden iyiye Roger Waters’ın öne çıktığı dönemdi. O yüzden “The Wall” albümünden sonrasına ben kendi açımdan daha ziyade Roger Waters’ın solo dönemi diye bakarım. Hatta Roger Waters son Pink Floyd albümü “Final Cut”ta bütünüyle İkinci Dünya Savaşı’nda kaybettiği babasının izlerini taşıyan bir konudaydı. Ki zaten de Pink Floyd’dan ayrıldıktan sonraki solo albümlerinde de Roger Waters, “The Wall”da başlayan diziyi devam
ettirdi. 1984’de çıkan Bir otostopçunun izini süren konusuyla gene bir serüvenin peşine takılan albümü “The Pros and Cons of Hitch Hiking” nedenini asla anlatmayı  başaramam ama bana “The Wall”a nazaran daha Pink Floyd albümü gibi gelirdi. Kimbilir belki de tek bu albümde Roger Waters bir ortak çalışma yapma isteğinde bulunmuştu. Kendini biraz daha geriye çekip, hadi şu albümü de “Keşke David (Gilmour)le yapsaydık.” diye düşünmüş gibi, gitara fazlaca yer bıraktığı bir çalışmayı ortaya çıkarmıştı. Ama oradaki bu beklentiyi bir konuk müzisyenle kotararak, bu görevi Eric Clapton’a verecekti. Böylece albüm bir yol hikayesi ve blues tınılı bir hale gelecekti. Diger cephede ise Pink Floyd’da 1975’teki “Wish You Were Here”in izlerini süren iki albümle 1994’de kadar kariyerini sürdürecekti.

34 yıl Sonra

“The Wall” albümü çıkalı 34 yıl gibi bir zaman olmuş. Bu kadar aradan sonra Pink Floyd değil de Roger Waters konserinde büyük bir gösteri ile izleyeceğiz. Bu da en doğrusu, çünkü “The Wall” Pink Floyd değil, Roger Waters albümüydü. Belki de yıllardır “Pink Floyd konsere gelse” isteğinin hatta “Tekrar birleşseler” anlamsızlığından vazgeçmiş olsaydık. Çünkü bu isteklerde bulunurken Pink Floyd değil “The Wall” dinlemek istiyorduk. Oysa ki “The Wall’ı asıl sahibinden (şimdi otuz küsur yıl sonra olduğu gibi) dinleseydik. Pink Floyd’u da Pink Floyd olarak konserde görebilseydik. Hatta 2006’daki David Gilmour  solo albümünün turnesinde verilen bir konserde görebilseydik. Ama olmuyor. Bu bizim seçimimizden çok müzik endüstrisinin pazarlama oyunlarının bir parçası. Biz de bu oyunu seviyoruz. Yani alan razı veren razı, bize ne oluyor ki. 
Peki ya müzik?
Belki de o da “Gezi Parkı direnişi”nin sonucunu bekliyor…
“Diren Müzik”
veya
“Diren Sanat”
az biraz o günlerde kendini hissettirmedi mi?
Ne dersiniz?

Bu yazıdan algıladığınız, güzel bir konser öncesi çomak sokmak gibi bir şey ise yazıyı bir daha okuyun derim.
Eger yazı size “Pink Floyd, Roger Waters’ı döver” ya da “Roger Waters Pink Floyd”dur gibi bir etki veriyor ise yapabileceğim bir şey yok. Asla öyle bir şey değildi çünkü.
Bir konser heyacanında bu yazı aklınızı karıştırdı ya da konserin heyacanını öldürdü gibi geliyorsa önce ben üzülürüm. Zira ben acayip bir heyacan içindeyim.
Bilmem neden içimde Pink Floyd ve Roger Waters’la ilgili çok yazı yazma isteği var. Onları da paylaşabilirim.
APTÜLİKA




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder