Bu başlık kapsamında iki yazı yazmıştım. Erkin Koray'ın verdiği telif hakları - eser hakları mücadelesini ölümünden sonra tekrar irdelemekti amaçlanan. Bu konuya şöyle bir girdik mi aslında bunun sadece Erkin Koray ile sınırlı olmadığını ve eser üreten herkesle alakalı olduğunu fena halde anlayacaktım. Dolayısıyla o iki yazıyı kendi yaşadıklarımdan örneklerle kaleme aldım. Açıkcası devam edecek ve farkındalık oluşturmaya çalışacaktım ama açıkcası kimsenin fazla da umrunda olmadığını farkedecektim. Üstelik bu ilgisizliğin daha çok da sanat eseri üretenler, müzisyenler, çizerler ve diğerleri tarafından geldiğini görecektim. Eh o zaman yapacak bir şey yok, her ne haltları varsa görsünler deyip, yazı yazmamaya karar vermiştim. Açıkcası insanlar duymak istediklerinin yazılmasını istiyorlar, hele bir de anılar yumağından geyik yaptınız mı...neredeyse ballı börek.
Bu hafta sonu, cumartesi günü cep telefonuma WhatsApp'tan bir mesaj geldi. Mesajı atan sevgili dostum Cenk Akyol'du. Mesajında damdan düşer gibi, " Üstad selam, yazıdaki tiyatro oyunu hangisi?" diyordu, Cenk. Tabi cumartesi sabahı "Ne tiyatrosu ne oyunu !" vaziyetinde bir abandone durumdayım o an. Kısa süre kaldığım bu durumdan sonra o "Bir Tutam Öfke" yazısının ikincisi olduğunu anlayacaktım. Böylece toparlandım, zira yazıma ilk kez tepki verilmişti hemen Cenk'i cevapladım. Ardından Cenk, her iki yazıyı da okuduğunu söyledikten sonra bu sefer de yazıda geçen yayınevini soruyordu. Ve şöyle bir ek yapmayı da ihmal etmiyordu: "Bu ülkede geri olanlar, gaddar olanlar toplumun alt seviyesi değil sadece yönetici. 'elit' kesim de çok ahlaksız, vicdansız ve riyakar." Sonra Cenk'in diğer sorusunu yanıtladım ve yazıda geçen yayınevini söyledim. Gelen yanıt aynen şöyleydi: "Yuhhh" ve ekliyordu, "Zaten solcuyum diyenden kork." Şu an bile sola laf edildi diye içimde bir şeyler gene de kopuyor ya neyse. Ama emek mücadelesinde olan insanların emeğin hakkını vermemesi de ilginç değil mi?
Dünyaya soldan bakan insan elbetteki emeğin hakkının verilmesi için mücadele eder ama sanatçının emeği çoğu zaman dikkate alınmaz (ne dikkate alınması hatta yok gibidir.) . Sanatçı da bir emekçidir. O da ürettiği ile bu dünyada yaşar. İşte bunlardan biri de Orhan Kemal'di. O okuduğumuz ve sevdiğimiz romanların, öykülerin yazarı yazdıklarıyla evine ekmek götürüyordu. O başyapıtları yazarken bir yandan da ekmeğini peşinden takipte olmak zorundaydı. Bu koşunun birini Fikret Otyam ile Orhan Kemal Mektupları kitabında okumuştum. İsterseniz size onu aklımda kalanıyla anlatayım.
Orhan Kemal "72. Koğuş" isimli bir tiyatro oyunu yazıyor. Bu oyunu AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) sahnelemek için alıyor. Tabi sanatçıya da gelen seyirci (hasılat) üzerinden bir telif verecekler. Oyun sahneye koyuluyor ve Orhan Kemal o sıra hayat gailesinde bir hayli sıkıntı da, dolayısıyla oyundan gelecek bir şeyleri bekliyor. Ama bekleyiş nafile. Orhan Kemal, oyun tutmadı her halde diye düşünüyor ama o sıra dostu Fikret Otyam Ankara'dan gönderdiği mektupta oyunu izlediğini, çok sevdiğini söylüyor. Tabi çok seyirci topladığını da söylüyor. Bunu okuyan Orhan Kemal, Otyam'a tiyatrodan gereken hasılat olmadığı için pek bir telif gönderilmediğini yazıyor. Sonra ne mi oluyor? Fikret Otyam her gece oyuna gidiyor gelen seyirdi sayısını tespit ediyor. O da yetmiyor Orhan Kemal Ankara'ya gidiyor ve tebdili kıyafet oyuna seyirci olarak giriyor ve bir de ne görsün oyun kapalı gişe oynuyor. Tabi hem Fikret Otyam hem de Orhan Kemal olunca taşlar yerine oturuyor ve telif alınıyor.
Yazının başlığına eşlik eden fotoğrafta Orhan Kemal'in Ankara'ya gittiği o dönemde çekilmiş, Fikret Otyam'la birlikte tiyatro afişinin önünde böyle poz vermişler. "72. Koğuş" bir tiyatro başyapıtı ve hala da önemli ama öyküsü böyle. Bu arada AST adamın telifini vermedi diye "Bu nasıl devrimcilik... solculuk" demeyin hemen. Bundan tam 50 ya a 60 yıl öncesi ve o dönemde telif yasası falan bugünkü gibi değil, hatta adamlar hiç bir şey ödemeden bile oynarlar... bir senet imzalatmaya bakar. Oysa AST olayı gişe hasılatına bağlamış, oysa ufak bir meblağ vererek oyunu alabilirdi ve Orhan Kemal belki bir aylık kirasını öder iş biterdi. İşte 60 yıl öncesinden bugüne değişen bir şey yok gene de... İşin özeti şu olaki, eser üreten eserinin hakkının peşinde koşmak zorunda hala. Ürettiğin işin peşinde dedektif olacaksın sevgili ülkem anlıyor musun.
Kusura bakmayın... ya da bakarsanız bakın devam edeceğim. Erkin Koray ülkemizin önemli bir ismiydi ama olay sadece goy goyla, geyik anılarla bitmiyor. Bu arada devam edecek yazılarda plak şirketleri vesaire falan telaşlanmasın ben resmin o bölümüne değil tablonun büyük bölümüne bakıyorum, zira bu benim de hayatım hatta benden sonrakilerinde. Orada mısın ülkem. İyi o zaman devam edeceğiz.
Aptulika
👏👏
YanıtlaSil