Sayfalar

30 Aralık 2022 Cuma

Ayşe Gencer'in Ardından.




 
Çok küçük yaşlarda bir plakta duyduğum sesle büyülenecek ve bu yıllarca sürecek bir tutkuya dönüşecekti. Bu 1973 yılında Sanremo'da yapılan, İtalyanların şarkı yarışmasında üçüncü gelen Milva'nın şarkısı "Da troppo tempo"nun Türkçe sözler yazılarak yorumlanmış haliydi. Ben o yıllarda ilkokula gidiyor olsam da bu hassas bilgiyi biliyordum... çünkü Sanremo yarışması o dönemde TRT'den naklen yayınlanırdı ve bizde cümbür cemaat ülkece izlerdik. O yarışmada kazanan parça bir hafta sonra ülkemizde Türkçe sözler yazılarak bir şarkıcımıza okutulur ve 45'lik plak olarak çıkartılırdı. İşte 1973 yılındaki üçüncü gelen parça da "Tek Başına" ismiyle Ayten Alpman tarafından seslendirilecekti. 

O günden sonra aklımda ne Milva kalacaktı ne de parçası ama o Türkçe yorumundaki "Uzun zamandır hasret kaldım yüzüne..." diye başlayan şarkıdaki ses beni etkisi altına alacaktı. Hala bugün bile Ayten Alpman'ın o yorumunu duyunca işi gücü bırakırım. 

O günlerde ne caz ne de rock ayrımındayım, zaten ülkemizde hepsi Hafif Batı Müziği diye adlandırılırdı. Sonra biraz daha büyüdüm ve Ayten Alpman'ın caz müziğinden geldiğini öğrendim. 

Zuhal Focan'ın editörlüğünü yaptığı Jazz dergisinde 2000'li yılların başında Ayten Alpman ile yapılan bir röportajda okumuştum; Ayten Alpman ilk plağını caz olarak yapıyor ve klüplerde de bu tarz söylüyor. 1963 yılında da caz alanında kendini geliştirmek için İsveç'e gidiyor ve burada üç yıl boyunca Kuzey cazının oluşum sürecinde dünyaca ünlü müzisyenlerle çalışıyor. Sonra bu birikimlerini ülkesinde sunmak için dönüyor. O günün plak yapımcıları ona, "Sen o öğrendiklerini kendine sakla, biz şimdi yabancı parçalara Türkçe söz yazıyoruz ve iyi gidiyor." demişler. Yani caz yapma düşüncesi hayal olup gidiyor. Jazz dergisinde yapılan o röportajda Alpman, "Caz yapılan bir mekana girdiğimde evime girdim sanırım." diyerek bu sevgisini belirtecekti. Ayten Alpman'ı hep caz yapacak diye bekledim. Ölümünden kısa bir süre önce bu tipte bir albümü neyse ki çıktı. 

Ayten Alpman'ın "Tek Başına" plağını ilk duyduğum on yaşımdan sonra o plak elimden hiç düşmeyecekti. Tabi onun diğer plaklarını da dinleyecektim. Artık büyümüştüm ve rock, caz gibi türler hayatıma girecekti. Gene o günün tek kanallı TRT televizyonunda Erol Pekcan'ın caz programlarını kaçırmayacaktım. Bunu 80'lerin başında radyoların FM kanalına geçmesi ile TRT 3 radyosundaki klasik, caz ve rock yayınlarıyla beslenecektik. İşte o sıralarda İzzet Öz'ün televizyon programında duyduğum bir ses ile yeni bir büyülenmeye girecektim. Hangi parçaydı  o programda seslendirilen parçayı hatırlamıyorum ama o şarkıcını adı aklıma çıkmayacak biçimde kazınmıştı. Ayşe Gencer ismiyle böyle tanıştım ve onun Ayten Alpman'ın kızı olduğunu öğrenecektim.  Açıkcası o gün Ayten Alpman'ın caz hayalinin gerçekleşeceğine dair umutlarım artmıştı. O günlerin tarihi ya 1977 ya da 78 gibi bir şeydi ama caz ve rock benim hayalimdeki gibi gidemedi buralarda, hiç bir şey olmadı demiyorum ama hep kapının dışında kaldı. Son yıllarda caz yapılan mekanlar ve bu alanda albümler çıkıyor neyse ki. İşte bu ümitle Ayşe Gencer'i bir konserde dinlerim dedim ama ancak TRT Caz Orkestrası'nın radyoda yayınlanan bir konseri dışında hiç birini izleyemedim. Albüm kaydı olarak da Ozan Musluoğlu'nun albümündeki tek parçalık vokaliyle hafızama kazınacaktı. 

2023'e girmemize bir gün kala Ayşe Gencer'i kaybedecektik. 

Böyle bir ses gelir mi? Tabiki gelmez. 

Aptulika


Don't Explain

Vokal: Ayşe Gencer

Trompet: İmer Demirer



How do you keep the music playing

TRT Caz Orkestası ile 

2002




İstanbul

Ozan Musluoğlu ile






29 Aralık 2022 Perşembe

Renaissance plağı ile bayram çocuğu haline dönmek...



 Bu sabah kendime bir yılbaşı hediyesi almaya karar verdim. Haklısınız, insan kendine değil, eşine dostuna arkadaşlarına hediye alır. Ancak kendinizden başka kişiye aldığınız armağan o kişiyi mutlu etmeye bilir, yani zor iştir. Oysa ben kendimi tanıyorum ve beni mutlu edecek şeyin plak olduğunu biliyorum. Karşıma da Renaissance plağı çıkınca, yapacak bir şey yoktu hani. 

Bu arada sabahtan beri bayram arifesinde alınmış bayramlık ayakkabılarını yaştığının altına koyup öyle uyuyan çocuk gibiyim.



1970'li yılların güzide progresif rock grubu Renaissance'ın double (ikili) konser plağı "Live at Carnegie Hall"ı sabah sabah karşımda görmemle gün değişecekti. Albümün A ve B yüzünü neredeyse plakçıda dinledim desem yalan olmaz. Grubun 1975 Haziran'ında New York'ta bulunan Carnegie Hall salonunda verdiği konserin kayıtlarından oluşan bu albümün toplam süresi 103 dakika olduğu düşünülürse plakçıda albümü hiç yoksa bir saat boyunca dinlemişim. Bu arada plağı aldığın yerin hem plakçı hem de kafe olmasının yanısıra Kuzguncuk'ta devamlı uğrak yerim Off The Record olmasının da payı var hani. Açıkcası her gün oraya uğrayıp, aziz dostum Yaşar ile hem laflar hem de plak dinleriz. 



İngiliz progresif harikası bu grubunun bu konser albümünü Off The Record'un güzel ses sisteminde dinlerken kendimi o 70'li yıllardaki o konserin içinde hissedecektim.  Eve gelince bir kez daha dinlemeye koyuldum. Şu anda saat gece 22:53'ü gösterirken ben hala dinlemeye devam ediyorum. 


İlk plakta A yüzünde "Prologue", "Ocean Gypsy", "Can You Understand?"  yer alırken; B yüzünde de "Carpet of the Sun", "Running Hard" , "Mother Russia"  parçaları bulunuyor. Diğer plakta ise C yüzünde 28:50 dakikalık süresiyle "Song of Scheherazade" ve D yüzünde de 23:50 dakikalık süresiyle gene tek


parça olarak "Ashes Are Burning" yorumu yer alıyor. 

Yazıyı burada noktalamam gerekiyor, çünkü albümü dinlemeye ve gözlerimi kapayıp 1975 yılının Carnegie Hall'üne gideceğim. 

Aptulika













24 Aralık 2022 Cumartesi

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 202

Haldun Taner
 "Yaşasın Demokrasi"
Yapı Kredi Yayınları
  (3. Basım Mart 2022)

Haldun Taner'in tiyatro oyunlarından sonra şimdi de öykü kitaplarına başladım. Öyküleriyle yeni yüzleşmiş olsam da, tiyatro oyunları mı? öyküleri mi? Yani hangi taraf ağır basar sorusunu aklıma getirdim. Açıkcası bu iki kefe de öyle dengeli ki, biri birinden ne bir milim aşağıda ne de yukarda. Ancak iyi öykücü olduğu için bu kadar güzel oyunlar yazmış diyebiliriz ama bunun tam tersini de söylemek mümkün. 

"Yaşasın Demokrasi" kapağının güzelliğinden ilk albenisini gösteriyor. Buradaki öyküler 76 yıl önceki ilk demokrasi deneyimimiz yani çok partili döneme geçiş sürecinde yazılmış. Bu  çalışmanın bir diğer özelliği de, Taner'in ilk öykü kitabı olması. 

10 öykünün bulunduğu bu kitap, o dönemin insanlarının hayatlarından bir dönemin politik ve sosyal durumuna ışık tutuyor. Bir emekçinin hayatına girdiği "Yağlı Kapı", sınıfsal bakışıyla dikkat çekiyor. "Dairede Islahat" ile devlet dairesindeki bürokratik işleyişin içinde politikanın rolü mizahi bir bakışla sunuluyor. 

"Heykeli dikilecek adamsın" sözü bizim memleket her ne kadar heykelle sorunluysa da biraz gururumuzu okşar. Ya insan kendi heykelini dikmeye kendi karar verirse ne olur? Haldun Taner'in "Heykel" öyküsünde bunu görüyoruz. Okurken hicivsel anlatımıyla güldüğüm bu öyküde ülkemizin kasabalı yeni zengininin sosyolojik durumu da sergileniyor. "Beatris Mavyan" da ise İstanbul'da yaşayan gayri müslim vatandaşlarımıza ve 1940'larda yaşanan varlık vergisi sürgünlerine gidiyoruz. 

Kitaba adını veren öykü "Yaşasın Demokrasi" ise çok partili hayata geçişteki çıkar hesaplarını karşımıza getiriyor. O dönemden bu döneme pek değişen bir şey olmadığını öyküyü okurken anlayacaksınız. 

"Geçmiş Zaman Olur ki...", ilk gençlik aşkının unutulmazlığı üzerine ama sonucundaki durumuyla şaşırtıcı ve bir o kadar da mizahi. İstanbul'un eski zamanlarında Maltepe şehirden uzak bir banliyo ve "Sebati Bey'in İstanbul Seferi"nde orada yaşayan eski zaman insanının gözünden modernleşen şehir anlatılıyor.

"Harikliya" öyküsünde 2 Rum vatandaşımızın aşkı işlenirken gelen Amerikan Missouri zırhlısıyla aşklarının nasıl bir karmaşaya döndüğüne şahit oluyoruz. 

Her öykü o dönemin sosyal, kültürel, politik hatta sınıfsal açılarıyla işleniyor ama bu "Toplumcu Gerçekçilik'te olduğu gibi ya da kuru bir anlatımla göze sokarcasına değil. Öyleki her okuduğunuz öyküde insana dokunarak yaşamı hissediyorsunuz. Bugün bir başka dönemdeyiz ama her öyküde yakınlık kurmanın ötesinde yaşamaya başlıyoruz. Haldun Taner öyküleri sadece bize değil 50 yıl sonra yaşayacak insanlara da dokunabilecek güçte. 

 Aptulika


Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 201

Haldun Taner
 "Günün Adamı / Dışardakiler"
Yapı Kredi Yayınları
  (2. Basım Mart 2021)

Şu ana kadar Haldun Taner'in 9 oyunu ile birlikte bir de öykü kitabını okudum. Şu anda baskısı olan iki oyunu daha var, onları da ısmarladım. Bana ne oldu derseniz; her şey iki ay önce elime bir Haldun Taner kitabı almamla başladı. Ondan sonra kendimi bir kaptırdım gitti. Hatta şu sıralar okuduklarımı tekrar okuyacağım diye korkuyorum. 9 oyununu okudum ama keşke daha yazsaymış demekten kendimi alamıyorum. Bu arada Haldun Taner'in bazı kitaplarının şu anda baskısının tükendiğini de üzülerek öğrendim, bu kriz döneminde yayınevleri kitap basmaya korkarken bazı kitapları tarihe karışabilir. 

Geçen yazıda da dediğim gibi, tiyatro oyununu metin halinde okumak yorucudur. Kimi zaman kafanızda dekoru tasarlayamazsınız, kimi zamanda tipleri takip etmekte zorlanırsınız. Oysa Haldun Taner'in oyun metnini okurken sanki tiyatroyu izliyormuş gibi oluyorsunuz. 

Kitapta iki oyun yer alıyor. Bunlardan ilki olan "Günün Adamı", Haldun Taner'in yazdığı ilk tiyatro oyunu. 1952 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu için sahneye konulmak için hazırlanmış, provaları yapılmış ama sahnelenememiş. Temsil o dönem "zararlı" bulunarak yasaklanmış. O dönem dememe  bakmayın zira bu dönem olsa repertuara bile alınmaz. On yıl boyunca sahnelenemeyen bu oyun ancak 1961 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu'nda ilk kez sahnelenebilmiş. 

"Günün Adamı" oyunu çok partili hayata geçiş serüvenimizin başladığı yıllarda geçiyor. 1946 seçimleriyle demokrasiye geçiyoruz ve bugün de aynen süren 'seçim kazanmak uğruna her çeşit namussuzluğun yapılabildiği, bireysel çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçtiği,...'gibi konuları işliyor. Demokrasinin doğru dürüst benimsenemediği o yılların komik durumu anlatılırken gülemiyoruz... çünkü aradan onca yıl geçmesine rağmen her şeyin aynen sürdüğünü hatta daha da akla getiremeyeceğimiz şeylerin de olabileceğini düşünüp komediyi duyumsamamızın yerini adeta bir trajedi alıyor. Aradan 70 yıl geçmiş ama oyun metninin tek kelimesi, noktasıyla değiştirilmeden şu an sahneye koysan, herkes bugün için yazılmış bir oyun sanır. 

Bu arada "Günün Adamı" bugünü de anlatıyor dedim diye aklınıza hemen iktidar gelmesin. İster iktidar olsun, ister muhalefet bunun hiç bir önemi yok, oyunda verilen demokrasiye geçişte geçerlilik kazanan yanlış değerleri yansıtıyor. Yani demokrasiyi bir değer olarak doğru dürüst benimsemeden yozlaştırılmış bir yönetim biçimi haline getirmek. İşte üniversitede başarılı bir profesörken basına verdiği bir demeçle günün adamı haline gelen bu kişiyi kendi saflarına çekmek için iki parti yarışa girer. İki arada bir derede kalan profesör partinin teklifini kabul eder, işte ondan sonra bir anafora doğru sürüklenir. 

Kitaptaki ikinci oyun, "Dışardakiler" ise Haldun Taner'in yazdığı ikinci oyunuymuş, demekki bir başka açıdan da bakarsak, ilk oynanan oyunu diyebiliriz. İlk kez 1957 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen oyunda 1950'lerde topluma egemen olan hür teşebbüs ( şimdilerde serbest piyasa oldu) anlayışının getirdiği kültürel yozlaşma harika bir şekilde sunuluyor. 

Aptulika


21 Aralık 2022 Çarşamba

Seksenlerin İmaj Ötesi Sahicisi: Cyndi Lauper



1990 yılında Doğu ve Batı Almanya birleşecek ve Berlin Duvarı yıkılacaktı. Bu olayın ardından Pink Floyd'un The Wall albümü Roger Waters'ın öncülüğünde bol konuklu bir şekilde Berlin'de bir konser ve gösteriyle sunulacaktı. O dönem TRT'den de bu konser canlı olarak yayınlanmıştı. 

O yıllarda yabancı grupları ülkemizde konserde görme hasretimiz yoğundu. Hoş konser için gelen gruplar oluyordu ama yılda bir konser oluyordu. Bu sebeple konserin canlı yayınlanacak olması her türden rock dinleyicini ekran başına mıhlamıştı. 

Gorbaçov, perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) derken yeni bir dönem başlamıştı ama etrafı bir anda sosyalizm kötülemesi ve kapitalizm güzellemesi saracaktı. Bu sebeple Berlin'de verilecek The Wall konserine  sosyalist bir dönemin sona ermesi sebebiyle biraz mesafeli olsam da televizyon başına oturup, izlemeye koyulacaktım. Roger Waters'a da bu olaya hemen atladı diye biraz kızıyordum... 

'Yahu be adam her b.ka maydonoz olmak zorunda mısın!' 

diyecektim. 

Öyle ya Berlin Duvarı yıkılmasının gündemin en başına oturmasını fırsat bilerek, isminde "Duvar" var diye albümü buraya yamıyordu. Ancak konserden önce Roger Waters'la yapılan bir röportaj yayınlanacaktı. Orada Waters, 

"Benim albümde hedeflediğim Berlin Duvarı değildi, olsa olsa finans merkezi Wall Street olur" 

demesi içime bir anda su serpecekti.   

Bu konserle Waters, günümüze dek sürecek olan görkemli sahne gösterilerine adım atacaktı. Devasa dekorların yanısıra konsere katılan konuklar da bir hayli görkemliydi.  Scorpions,  Sinéad O'Connor,  Joni Mitchell, Bryan Adams, Kızıl Ordu Korosu, Van Morrison gibi isimler konuk olarak albümdeki parçaları seslendiriyorlardı. O gün o konseri izledim ama heyecan duyamadım, hatta Scorpions'a o konserden sonra ilgim azalacak, hatta son bulacaktı. Bu arada o sıralarda yaptıkları "Winds Of Change"in temcit pilavı haline gelmesi gına getirtecekti.

O konserde konuk olan isimlerden biri de, 1980'lerin ikonlarının başında gelen Cyndi Lauper'dı ve o konserde beni en fazla heyecanlandıran kişi oydu. "Another Brick in the Wall (Part 2)" parçası başladığında sahneye bir fırladı ki, o anda konsere bir heyecan ve  tat gelecekti. O konserden aklımda kalan ve bugüne kadar da silinmeyen performans Cyndi Lauper'ın ki olacaktı. 

1980'lerin ikon isimleri boldur ve imajın öne çıktığı  bir dönemdir. İşte o zamanların pop starları arasında benim için ayrıcalıklı tek isim Cyndi Lauper olmuştur. Müziğine yakınlık duymam dışında rengarenk saçları, punk ile 1950'lerin rock'n roll gençliğini birleştiren görüntüsü beni cezbetmişti. Ama o 1980'lerdeki görüntüsünde çılgın ama hanım hanımcık kız tavrını da taşıyordu. Ancak Berlin'de yapılan "The Wall konserinde sahnede AC/DC'den Angus'u hatırlatan görüntüsü ve yerinde durmaz punk asiliği ile rock yıldızı olarak karşımdaydı. O konserdeki performansını hatırladığımda bugün hala heyecanlanırım. Hatta ileri gidip, (hatta haddimi aşma sınırlarını zorlama cüretine rağmen) bana göre en güzel "Another Brick in the Wall (Part 2)" yorumu olduğunu bile söyleyebilirim.

O konserden sonra Lauper'ı rock içerikli çalışmalar yapacak sanırken, olmadı. Belki de müzik sanayinin efendileri ona biçilen imajın bozulmasına izin vermeyeceklerdi. Duvar sahnede yıkılıyordu ama efendilerin ördüğü duvar kolay yıkılmıyordu. 

O konserden sonra Cyndi Lauper'la rast gelemedim. Sonra bir ara, 2003 yılında caz yaptığı "At Last" albümüyle tekrar buluşacaktım. 13 caz standartının yer aldığı bu albüm harikaydı ve dinlemeden duramaz olmuştum. Artık o eski görüntüsüyle değildi ama caz vokali olma özelliğini çok güzel taşıyordu. Pop sahnesinde nasıl bir ruh katıyorsa aynısını rock'ta da başaran Lauper, caz tarzında da kendi gibi olarak farkını ortaya koyuyordu.   

Aradan 7 yıl geçecekti ve 2010 yılında onu blues coverlarını seslendirdiği "Memphis Blues" albümüyle görecektim. Etkisi gene aynıydı... yani ruhu olan bir çalışmaydı. Bu albüme BB King de konuk olmuştu ve "Early in the Morning'i birlikte seslendirmişlerdi. Eğer bulabilirseniz dinleyin derim.

2016'da çıkardığı "Detour" albümünü de bu yazıyı hazırlarken gördüm. Burada da country coverlarını seslendirmiş. Yazıyı bitirdikten sonra dinleyeceğim, zira bu merakı ve keyfi kaçıramam. Belki bir rock albümü gelmedi (gelmeyebilir de) ama o 1980'lerin en anlamlı ismi Cyndi Lauper tutkum hiç bitmeyecek.  

Aptulika

 


   




20 Aralık 2022 Salı

Sarper Özsan



Liseye gittiğim yıllarda Timur Selçuk'un Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda verdiği bir konserde ilk kez duymuştum, "Günlerin bugün getirdiği baskı , zulum ve kandır..." diye başlayan 1 Mayıs Marşı'nı. Piyano ve vokal olarak seslendirilen bu marşı öyle sevmiştim ki, o sevgi hiç bir zaman azalmayacaktı. Sonrasında daha görkemli ve büyük orkestrasyonları yapıldı ama benim için hep Timur Selçuk'un piyanoyla seslendirdiği yorumu ayrıcalıklı kalacaktı. 

Sonraları Cem Karaca bu marşı seslendirdi, çok görkemliydi. 45'lik  (şimdilerde ona single ya da tekli diyorlar) olarak çıkan bu plağı da sevmiştim ama arka yüzünde yer alan "Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Seli" parçasını daha çok sevecektim. Bu parça Berthold Brecht'in şiirinden bestelenmişti ve bir epik tiyatro tutkunu olarak bunu daha çok sevmiştim. Bu parçayı da "1 Mayıs"ı yapan kişi bestelemişti. Bu kişi Sarper Özsan'dı ve Cem Karaca'nın bu iki yorumunun olduğu plaktaki orkestrasyonu ve düzenlemeleri de o yapmıştı. Böyle olsa da Cem Karaca'dan bu plak beni pek mutlu etmemişti, itiraf etmem gerekirse bana çok militanca gelmişti. (1) 

"1 Mayıs" üzerine yapılmış bu marş üzerinden bunca zaman geçse de önemini yitirmediği gibi her geçen gün kuşaktan kuşağa etkisi büyüyor. 1 Mayıs için yapılmış, belki de dünyada başka bir örneği olmayan bu güzel besteyi yapan Sarper Özsan'ı dün (19 Aralık 2022), 78 yaşındayken kaybettik. 

Sarper Özsan ismini hep 1 Mayıs marşı ile biliriz ama o çok sesli müziğe gönül vermiş bir akademisyendi. Özsan, müziğe Kemal Eroğlu’dan aldığı mandolin dersleriyle başlamış, lise öğrenimi sırasında pop ve rock müziğiyle ilgilenmiştir. 1969’da Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kompozisyon bölümününden mezun olan sanatçı, buradaki öğrenim hayatı boyunca Necil Kazım Akses ile armoni, kontrpuan, füg, orkestrasyon ve kompozisyon, İlhan Usmanbaş’la müzik formları ve müzik tarihi, Metin Öğüt’le solfej, Adnan Saygun’la modal müzik, Selçuk Gündemir, Tulga Cetiz ve Gülay Uğurata ile piyano çalışmış, ayrıca Kemal İlerici’den iki yıl Türk Müziği makamları, dil örgüsü, ölçüleri, biçimleri ve armonileme dizgesi dersleri almıştır. Ayrıca 1967’de TRT’in düzenlediği halk müziği derleme çalışmalarında Burdur yöresinde derlemeler yapmıştır. 1970’te TRT'de çalışmaya başlayan Sarper Özsan, sosyalist görüşlerinden dolayı  1971’de tutuklanacak ve 20 ay boyunca hapis yatacaktı.  Daha sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyeliği yapacaktı. (2)

Sarper Özsan ile 2009 yılında tanışmıştım. Onun müziğe bakışındaki titizliği ve müzikologluğu ilk dikkatimi çeken şey olacaktı. O sıralarda onun 8 bölümlük  müzik tarihi sunumlarına katılmıştım. İnsanlığın ilk çağlarından günümüze kadar gelen serüvenini müzik örnekleriyle anlattığı o etkinlikleri takip etmek çok ufuk açısıydı. 2 ay boyunca her hafta sonu sabahtan kalkıp, hiç aksatmadan o sunumları izlemeye ve dinlemeye koşuyordum. (3)

  Sarper hocam, bize kattıkların için binlerce teşekkür. 

Aptulika


(1) Böyle yazdım ama Cem Karaca'nın o plağının çıktığı yıl hemen alıp, defalarca dinlemiştim. Ama daha sonra "Safinaz" albümü çıkınca, beklentilerim daha farklı olacaktı. Ama ne gam, ondan sonra da 12 Eylül geldi ve Cem Karaca vatandaşlıktan çıkartıldı. İşte benim bu beklentilerim de yerle yeksan oldu. 

(2) Vikipedia

(3) O sunumları kaçırmadan takip edenlerden biri de Akın (Eldes)'ti. 


17 Aralık 2022 Cumartesi

"Nasıl yani !...Savoy Brown gibi mi? "

 



Def Leppard grubunun fırtına gibi estiği yıllarda yapılan bir söyleşide, grubun tanınmadığı dönemlerden bir anıyı okumuştum. 1979 yılında kendi halinde takılan grubu keşfeden Peter Mensch, onlarla ilgileneceğini söyler. Böylece grubun menejerliğini üstlenen Mensch, ilk iş olarak AC/DC konserinin öncesinde alt grup olarak çalmalarını sağlar. Bu konuda grubu motive etmek için ve onlarda ışık gördüğünü belirtmek için, "İlerde Def Leppard olarak büyük bir grup olacağınıza inanıyorum." diyecekti. Bunu duyan ve o zamanlar 15 yaşında olan davulcu Rick Allen heyecanla atılarak, "Nasıl yani Savoy Brown gibi mi? " diyecekti. 



Bunu okuduğum yıllarda grubun "Hysteria" albümü çıkmış ve ününe ün katıyorlardı. Allen'in o günkü heyecanı aklıma geldi. Savoy Brown o günlerde eski dönemin bir grubu olarak az kişi tarafından biliniyor olsa da yola çıkarken Rick Allen'in "büyük grup" tanımı olarak ilham veriyordu. 

Savoy Brown'ın kurucusu ve gitaristi Kim Simmonds'u bu hafta kaybettik. Kansere yenik düşen usta müzisyen, Savoy Brown'ın kuruluşundan bugüne kadar kalan tek elemandı. Haberi duyar duymaz buradan hemen duyurdum. Yazı topu topu 15 kişi tarafından tıklandı. Sonra bir daha twitter ve facebook'tan duyurdum bir kişilik ( o da her ikisinde de aynı kişiydi)  beğeni aldı. O sinirle oturdum ve 1967 tarihli ilk plağı "Shake Down"ı dinlemeye başladım. 


Savoy Brown ya da ilk kuruluştaki ismiyle Savoy Brown Blues Band, İngiliz Blues'unda bir dönüm noktasının ismi. Sadece blues değil ilerki yıllarda hard rock'ın temellerini de oluşturacak plaklar yapacaklardı. İlk albümleri olan "Shake Down", John Lee Hooker, Willie Dixon, BB King klasiklerinden oluşan bir blues cover albümüydü. Genelde grupta Chris Youlden'in sesine alışkın olduğum için bu ilk albümdeki vokal bana değişik gelecekti. Bu ilk albümde vokal bölümünde Brice Portius ismini görecektim. Bu kişi bir İngiliz rock grubunda yer alan ilk siyahi elemanmış. İlk albümden sonra Portius gruptan ayrılmış ve ondan sonra da ne yaptığını bilemiyoruz... ama müzik yapsaymış harika bir sesi dinlemenin zevkine doyamayacaktık. 

Sonrasında 1968 yılında "Getting to the Point" albümü gelecek ve vokale Chris Youlden geçecekti. Onu bir yıl sonra  çıkan "Blue Matter"  takip edecekti.  Hepsini tekrardan birbiri ardına dinledim. Tabii grubun muhteşem konser kayıtları da gecenin içinde akıp gitti. 

Savoy Brown ve unutulmayacak gitaristi Kim Simmonds hayatımıza notalarıyla öyle güzellikler kattı ki... hala da katmaya devam ediyorlar. 

Aptulika



Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 200



 Haldun Taner

Yapı Kredi Yayınları
 

  Haldun Taner ismini 1970'li yıllarda Milliyet gazetesinde yazdığı "Devekuşu'na Mektuplar" köşesindeki makalelerinden ve tiyatro oyunlarından bilirdim. Bizim eve Milliyet alınırdı ve liseye giderken köşe yazarlarının  neredeyse hepsini okurdum ama Haldun Taner'inkileri nedendir bilinmez hep es geçmişimdir. Bu arada Milliyet Sanat dergisindeki yazdıklarını okumuştum ama gazetedeki köşesini okumazdım. Kim bilir belki de politikadan bahsetmiyor zannettiğimden okumamış olabilirim. Kuruluşunda da büyük çabası olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu'na mektup yazan biri gibi de gelmiş olabilir, bilemiyorum ama çok şey kaçırmış olduğumu şimdi gayet iyi anlıyorum. 

Tiyatro oyunlarına gelince çoğunun ismini duydum ama bir tekini bile izleyemedim. Açıkcası tiyatroya lise yıllarında tutku derecesinde meraklıydım. Ancak Haldun Taner oyunlarına ya yaş nedeniyle rast gelemedim ya da bir kaçını Devekuşu Kabare'den hatırlarım ona da pahalı olduğu için gidememiş olabilirim. (Devekuşu Kabare'nin "Yasakları" falan oynadığı büyük mekan zamanları değil, Beyoğlu Sıraselviler'deki sahnesinden bahsediyorum) Ha bu arada o sıralar bazı oyunları da Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oynuyor olabilirdi. Yani bir türlü rast gelememiştim. Ancak şimdi bunları kitaptan okuduğumda bir ikisini TRT 'nin TV'de Tiyatro programından biliyor olabilirim. Ha bu arada 1964'te oynanan ve en meşhur eseri "Keşanlı Ali Destanı"nı 1980'lerin sonunda TV'den izlemiştim.

İki ay önce Metin Akpınar'ın hayatını anlatan kitabı okuduktan sonra bir de belgeselini izledim. Sonrasında Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nun 1970'lerde kapalı gişe oynayan oyunu "Vatan Kurtaran Şaban"ın kitabını alacaktım. Bu arada tiyatroyu çok sevsem de oyunu okumak bana zor gelir. Kimi zaman tipleri birbirine karıştırırım kimi zaman da isimleri. "Vatan Kurtaran Şaban"ı okumaya başladığımda tipleri, isimleri karıştırmaktan eser kalmadı. Dekorundan ışığına kadar her şey gözümde canlandı. Okurken sanki o gece tiyatroya gitmişim gibi kitabı bitiriyordum. Ertesi gün yeni bir oyuna gidiyordum. 


Bir büyük tutkuyla "Vatan Kurtaran Şaban"ı "Ayışığında Şamata", "...Ve Değirmen Dönerdi", "Lütfen Dokunmayın", "Huzur Çıkmazı", "Fazilet Eczanesi" takip edecekti. Bu yazıyı hazırlamadan kısa bir süre öncede "Eşeğin Gölgesi"ni bitirdim. Bu arada bir müzikli oyun olan "Eşeğin Gölgesi"ndeki şarkı bölümlerini okurken neredeyse müziği bile duyar gibi oluyordum. Bu arada oyun ilk kez 1965 yılında sergilenirken müziklerini Yalçın Tura yapmış. Bundan 12 yıl sonra ikinci sergilenişinde müzikleri Cenan Akın yaparken, müzisyenlerin bulunduğu kadroda da basgitarıyla Harun Kolçak yer alıyormuş. 


Şimdi elimde okunmadık olarak, bir tiyatro oyunu bir de öyküleri olmak üzere 2 kitabı kaldı. Haldun Taner'in oyunları bu yedi kitapla bitmiyor, en yakın zamanda onları da edineceğim. Tiyatro oyun yazarlığında bu kadar usta olabileceğini tahmin edemezdim. Keşke yaşımın yettiği zamanlarda o oyunları izleyebilseydim. 

Haldun Taner'in bu tiyatro oyunları 1960'lı ve 70'li yıllarda oynanmış. Üzerinden bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen oyun metninin noktasına bile dokunmadan bugün sahneye konsa inanın bana hiç yabancılık çekilmez. Keşke bu oyunları birileri yeniden sergilese. Tabi ben bunları diyorum ama kıçımı kaldırıp, üşenmeyip tiyatroya gitsem. 

Aptulika


16 Aralık 2022 Cuma

Objektif "Hey Sen" ile Şaşırttı.



Bir yıllık bir aradan sonra Objektif'in "Hey Sen" ismiyle çıkacak olan yeni single'ının haberini geçen hafta duyduktan sonra merakla bekledim. Merakım bugün son buldu ve merak yerini şok ediciliğe bıracaktı. Parça alışılmışın dışındaydı ama Objektif soundundan vazgeçilmiyordu. Grubun hard rock tavrı Ortadoğu motifleriyle birleşiyordu. Hadi, daha fazla içimde tutmayıp söyleyeyim; müziği ilk duyduğumuzda "arabesk" diyebiliyorduk. Her ne kadar bu yargıyı koymuş olsak da sözler tam bir tezat oluşturarak umudu körüklüyordu. 

Şaşırtıcılık dediğim şey sadece müzikal yönden kaynaklanmıyordu... Bir iki gündür İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yapılan hukuk darbesine karşı karşı verilen bir ses gibiydi. Tabi bunun olmasına imkan yok ama parçanın içindeki "Yaşanacak güzel günler var, ..." bölümü gündeme yeniden oturan "Her şey Güzel Olacak!" sloganı gibiydi. 

Objektif, "Hey Sen" isimli bu yeni şarkısında alışıldık rock formatına keman, perküsyon ve klarnet ekleyerek bizi şaşırtan bir deneye girişmişti. “Hey Sen”in kayıt sürecinde gruba, klarnette Göksun Çavdar, yaylılarda İstanbul Strings ve Ömer Öcal, vurmalı çalgılarda ise Mehmet Akatay eşlik ediyordu.

Bir hafta önceden sosyal medya üzerinden verilen duyurularda parçanın çok kısa bir bölümünü duyup, ilk tepki olarak içimden, "Ne yapıyor be bu adam!" diyecektim. Tabi her ne kadar Objektif grubundan bahsediyor olsak da benim "Adam" diye şarladığım kişi grubun kurucusu ve solisti Vecdi Yücalan'dı. İşte bu ilk tepki ile parçanın çıkışını bekledim. Tümünü dinlediğimde tepkim yerini şaşkınlığa bıraktı. Aklımdan ilk geçen de "bu yeni bir konsept albümün ilk çalışması" gibisinden bir beklentiye kapıldım. Vecdi ile böyle bir görüşmemiz olmadı ama ben parçayı ilk dinlediğimde bu hisse kapıldım. Buna sebep olan da doğu ezgileri ve enstrümanların katılmasıyla grubun tehlikeli bir deneye girişmiş olması. Hatta işi daha da zorlaştırmak için, "Bu şarkı arabesk yahu" denilme riskini de üstüne almış. 

Rock grupları parçalarına doğu ezgileri ya da arabesk etkilerini müziklerine katmayı, genellikle pazar alanını genişletmek ve popüler piyasaya göz kırpmak için yaparlar. Objektif'in "Hey Sen" isimli parçasında böyle bir şey olmadığı gibi, var olan rock dinleyicisini de kaybetme riski var. 

Objektif'in yeni çıkan "Hey Sen" single'ındaki bu yeni bakış beni rahatsız etmedi, tam tersine heyecanlandırdı. 35 yıla ulaşan müzik geçmişinde 5 stüdyo, 2 konser olmak üzere 7 albüm yapmış Objektif geçmişten yemek yerine yeni bir yol açıp, denemeye girebilecek cesareti gösteriyor. Bu arada aklıma yıllar önceki Deep Purple sounduna giren oryantal etki geliyor. Purple'ın müziğine klasik müzik etkisinin girişi kadar değerliydi bu katılım. 

Objektif ilk andan bu yana kadar kendini defalarca yenilemiş ama o hard rock soundundan hiç ama hiç ödün vermemiştir. Benim kafama takılan, "Hey Sen" ile başlayan bir yeni süreç mi yoksa kısa bir deneme mi? Bakalım onu da zaman gösterecek.    

Aptulika




 

 

Savoy Brown'ın kurucu gitaristi Kim Simmonds Öldü



 Savoy Brown grubunun kurucu gitaristi Kim Simmonds 75 yaşında hayata veda etti. 

Bir yıldır kanserle mücadele eden müzisyen, erken saptanamadığı için iyileşme imkanı olmayan kolon kanserinin nadir görülen bir türüne yakalanmıştı. 


Tedavileri başladığı sırada Simmonds şu açıklamayı yapmıştı:

"Kemoterapi nedeniyle konserlerde çalmam imkansızlaştı. Tedavinin yan etkileri sonucu periferik nöropati denilen bir durum yaşıyorum...yani parmaklarım ve ellerimdeki  sinirler ölmüş durumda, bu da gitar çalmamı engelliyor."  

Salı günü (13 Aralık 2022) ölen Kim Simmonds, 1947 yılında Galler'de dünyaya gelmişti. Simmonds, 1965 yılında, 18 yaşındayken, şarkıcı Brice Portius, klavyeci Trevor Jeavons, basçı Ray Chappell, davulcu Leo Manning ve  armonikacı John O'Leary'nin de yer aldığı kadroyla Savoy Brown Blues Band'ı kurdu. Çok geçmeden grup, Londra'da Cream ve John Lee Hooker gibi performansların yanı sıra İngiltere'de modern blues hareketinin başlamasına yardımcı olan konserler verirken bulundu .

1960'ların sonundan bugüne kadar (2020'de "Ain't Done Yet" ve bir de konser albümü yapmışlardı) aralıksız müzik yapan Savoy Brown'ın kuruluşundan bu yana değişmeyen tek sabit elemanı Kim Simmonds'du. 

 





14 Aralık 2022 Çarşamba

Progresif Tost !


Eskiden çoğu grubu plaklardan dinlerken, yazı ve görsel olarak bilgi kaynağımız o plakların kapağı olurdu. Oradaki bit kadar yazıları bile okumaya çalışırdık. 1970'lerin hatta 1980'lerin başında bile video vesaire hak getire, zamanın dergilerinde en popülerlerin haberleri ve posterleri olurdu. Yani bir çok grup hakkında bilgimiz plak kapağında gördüğümüz kadardı.

 Atomic Rootster grubunu dinlemem de plaktan bile olmamıştı. Seksenlere doğru bir karma kaset sayesinde dinlemiştim. Sonradan gruba tutuldum ve takip ettim. Oradaki vokal acayip bir sesti. Kimdir?.. derken daha sonralarda isminin Chris Farlowe olduğunu öğrenecektim.

 Aradan bir hayli zaman geçti, hem de ne zaman hani... değil video, CD... neredeyse mp 3 devrinde bu adam ile görüntülü tanışacaktım. 2000'lerin ortalarına kadar beklemişim Chris Farlowe'u görmek için, anlayın yani. 

Bir arkadaşımın CD'ye kaydettiği videoda Atomic Rooster'ın 1972'de bir TV çekiminde canlı olarak seslendirdiği "Black Snake" şarkısını dinleyip, seyredecektim. Görüntüde Chris Farlowe karşıma çıkıveriyor. Önce kolonun üzerinde tabak içine koyduğu tostundan bir parça ısırıyor ve ardından tavşan dişleriyle biraz mahçupça sırıtarak parçaya başlıyor. Söz konusu tost parçanın orta bölümüne doğru bir ısırıp daha alınmak suretiyle Chris Aga'nın tavşan dişlerinin arasından ikinci yolculuğuna devam ediyordu.

Tost çift kaşarlı mıydı? Artık orasını bilemem ama hayranlık duyduğum bir müzisyenle ilk fiziki tanışmam böyle olacaktı. 

Bu usta vokalist bugün 82 yaşında ve hala müziğe devam ediyor. Onun Atomic Rooster  dışında bir başka efsane grubu daha var. Rock ile cazı buluşturan progresif grup Colosseum ile yaptığı çalışmalar da dinlenilesidir. 

APTULİKA

 


 






11 Aralık 2022 Pazar

Jon Lord'un Rock Grubu İçin Konçertosu Bruce Dickinson'un solistliğinde



Çok sesli klasik müzik alanında rock grubunu konçerto formuna taşıyan "Concerto for Group and Orchestra", Deep Purple'ın katılımıyla The Royal Philarmonic Orchestra tarafından ilk kez 1969 yılında seslendirilmişti.  Plak olarak da aynı yıl çıkan bu çalışma Deep Purple'ın klavyecisi Jon Lord'un bestesiydi. 

Bu yapıt ikinci kez 40 yıl sonra seslendirilecekti. Bu bir yıldönümü tekrarı falan değildi, eserin orijinal notaları kaybolmuştu. Grubun ve tabi Lord'un hayranı olan klasik müzik bestecisi ve müzikolog olan Marco de Goeil, eserin kayıp partisyonlarını tekrar yazma konusunda Lord'a öneride bulundu. Böylece notaları yeniden elden geçirildi ve kırk yıl sonra büyük orkestra tarafından yorumlanabilme imkanına kavuşturuldu. Böylece eser yıllar sonrası da klasik müzik repertuarında yorumlanabilecek hale geldi. Tekrar kazanılan bu eser, 25 ve 26 Eylül 1999 tarihlerinde Paul Mann yönetimindeki Londra Senfoni Orkestrası tarafından ikinci kez seslendirilecekti. 


40 yıl sonraki bu ikinci konserde Deep Purple elemanları gene vardı. Eserin bestecisi Jon Lord'du ama eserin söz bölümlerini yazan Ian Gillan'dı. Yani klasik orkestra eserine bir rock grubu adapte olduğu gibi rock vokalinin de önemi bu klasik eserin vazgeçilmezidi. Elbetteki orada gene Deep Purple vokali olarak Gillan'ı görecekti ama bu yeni konserde usta rock vokalisti Ronnie James Dio da konuk olmuştu. 

Daha sonra eser bir kaç daha yorumlandı.  Jon Lord'un ölümünden kısa bir süre önce bir daha John Lord'un ve konuk müzisyenlerin katılımıyla yorumlanmıştı. İşte o yorumlanışta Iron Maiden'ın vokalist Bruce Dickinson yer almıştı. 

Önümüzdeki yılın bahar aylarında Jon Lord'un "Concerto for Group and Orchestra" yapıtı Sao Paulo Senfoni Orkestrası tarafından yeniden seslendirilecek. 2023'ün Mart ve Nisan aylarında yapılacak bu konserlerde Iron Maiden'ın  şarkıcısı Bruce Dickinson  yer alacak.  

Brezilya'da gerçekleşecek bu konserlerde Grup olarak şu müzisyenler yer alıyor:

Bruce Dickinson – vokal (Iron Maiden)

John O'Hara – klavye (Jethro Tull)

Tanya O'Callaghan – bas (Whitesnake)

Kaitner Z Doka – gitar  

Bernard Welz – davul  

Mario Argandonia – perküsyon  



Bu haberin ardından aklıma bir hayal takıldı. Durun bir anlatayım... Bundan yıllarca sonra, hatta bizler hayata çoktan veda etmişiz bile. Hadi diyelim tarih 2053 falan olsun... Dünyanın bir çok yerinde Klasik müzik konser salonlarında  Jon Lord'un "Concerto for Group and Orchestra" eseri konserlerde seslendiriliyor. Belki de İstanbul'da ve o dönemin rock müzisyenleri, klasik orkestrayla sahnede. Neden olmasın. Hatta abartayım belki ben bile yakalayabilirim.

Hayal ama gerçek olan bir şey var ki, Rock yapıtları geleceğe kalacak işleri bıraktı. Bunu bilmek insana kıvanç vermez mi? 

Aptulika

Hard Rock'ta bir klasik müzik kompozitörü ve Konçertoya taşınan rock grubu



"Concerto for Group and Orchestra", Deep Purple'ın 1969 Aralık ayında piyasaya çıkan bir konser albümü. Grubun konser albümleri hem çok hem de efsaneleşmiştir ama bu oldukça farklı bir çalışma olarak diğerlerinin arasından sıyrılır. 24 Eylül 1969'da Londra'daki Royal Albert Hall'de sahneye çıkan grubun arkasında Malcolm Arnold'un maestroluğunda kocaman bir klasik orkestra vardı. 

Zaman içinde bugüne kadar bir çok rock grubunun parçaları klasik orkestra ile seslendirilmiş olduğu gibi konsere klasik orkestrayla çıkan topluluklar da olmuştur. Hele son 20 yıldır bu neredeyse bir furyaya bile dönmüştür. Ancak Deep Purple'ın yaptığı bu çalışma rock ile klasik müziğin sentezlenmesi gibi bir şekilde değil, kelimenin tam anlamıyla klasik formlarda çağdaş bir beste ile karşımıza geliyordu. Bu eserin bir başka önemi de konçerto biçimine büyük bir yenilik getirerek, bir ilki başarıyor olmasıydı. Genelde bir enstrümanın solo olarak yeraldığı  orkestrayla birlikte karşımıza çıkan konçerto, keman ve piyano başta olmak üzere enstrümanlar için yapılır... keman konçertosu, obua konçertosu gibi. Hatta Türk Beşleri'nden Hasan Ferit Anlar'ın Kanun Konçertosu vardır ki, Türk Musikisi'nden bir enstrümanı klasik müzik konçerto repertuarının içine dahil etmiştir. Deep Purple da, klasik müzik normlarında bir beste ile bir enstrüman yerine bir rock grubunu  koyarak konçerto formunda bir ilki oluşturuyordu. 

"Concerto for Group and Orchestra", Deep Purple'ın klavyecisi Jon Lord'un bir bestesiydi. Klasik müzik kökenli bir piyano eğitiminden gelen Lord'un bu beste dışında bazı bale süitleri de vardır... Hatta bunlardan biri 1980 sonunda İstanbul Festivali'ne gelen Kanadalı bir modern bale ekibi tarafından da sahnelenmişti. 

Bu eserin bestecisi John Lord'dur ama vokal bölümleri için şarkı sözlerini yazan da Ian Gillan'dır. Tümüyle grubu ele aldığımızda nefis sololarda bir hard rock grubu konçertonun içinde ilk kez kendini buluyordu. 

Jon Lord'un 1969'da yaptığı bu çalışmadan sonra gruptan ayrı yaptığı, 3 solo albüm vardır ki bunlar da da onun klasik müzik etkileşimli besteleri orkestra ve rock birleşimiyle nefis örnekler olarak yerini alır. 1971 yılında plak olarak çıkan "Gemini Suit", Lord'un klasik müzik formundaki bestelerinden şekillenmektedir ama bu beş bölümlük eserde rock grubundaki enstrümanlarda davul, gitar, bas, piyano vokal üzerine düzenlenmiş 5 eserden oluşmaktadır. Eser orkestra ile seslendirilmek üzere klasik formda yapılmış olmasına karşın ilhamını Deep Purple'ın kurulumundan almıştı. Ancak bu solo çalışmada Purple'dan sadece baterist Ian Paice ve bas gitarist Roger Glover konuk oluyordu.  Piyano ile Jon Lord ikinci parçada yer alırken son bölümde de orguyla  katılırken, gitarıyla Albert Lee.  vokalleriyle Yvonne Elliman ve Tony Ashton katkıda bulunmaktaydı. 

"Gemini Suit"ten üç yıl sonra Lord, ikinci solo albümü olan "Windows"u yayımlayacaktı. Canlı olarak Almanya'da kaydedilen bu çalışmada Eberhard Schoener'in yönettiği Münih Oda Orkestrası yer almaktaydı. 1 Haziran 1974 yılında verilen bu konserde  Progresif rock ile orkestral yapı kaynaştırılırken, bestelerde geç romantik dönem klasik müziği modernist yapıyla bütünleşiyordu. 

Bir yıl sonra da Lord'un gene Almanya'da Eberhard Schoener'in yönettiği Macar Filarmoni Orkestrası'yla yaptığı "Windows" albümü çıkacaktı.  

John Lord'un klasik müzikle bağı bu üç albümde yansımakla kalmayacak, Deep Purple çalışmalarında da kendini hissettirecekti.Ancak John Lord sadece klasik müzikle sınırlı biri değildi onun evreninde blues'ın izleri British Blues'un kuruluş yıllarına şahitlik edilen zamanlara dayanıyordu. Deep Purple müziğinin içine yansıyan blues etkisini Jon Lord'un son döneminde kurduğu blues grubuyla yaptığı çalışmalarla da görecektik.  

Jon Lord'un klasik müzikle ilgisi hakkında bir yazı burada biter mi... elbetteki bu mümkün değil ve daha yazılacak çok şey var. Zaten Lord'un bu alanda yaptığı çalışmalar daha sonraki yıllarda ve tabi Deep Purple'dan ayrıldıktan sonra daha da  gelişmiş bir repertuara erişecekti. Hatta bu yazıyı hazırlarken hem o üç albümü hem de daha sonraki çalışmalarından kaçırdıklarımı söyle bir toparladım. Ortaya uzunca bir dinleme serüveni çıktı ki, okuduğunuz bu yazı olsa olsa kısa bir girizgah olabilir. 

Deep Purple ile yapılan "Concerto for Group and Orchestra" zaman içinde sınırlarını ve dönemini aşarak bir klasik müzik repertuarına dönmüştür. Bir sonraki yazı da da onunla ilgili bir konser haberini vereceğim. 

APTULİKA




10 Aralık 2022 Cumartesi

Bu Bir Jon Lord Değildir - 2

 


Bir önceki yazımda John Lord çizimimin Barış Manço'ya benzetilmesinden yakınmıştım. O yazıyı yazarken aklıma derhal bir fikir geldi ve facebook sayfamdan da bu çizimi paylaşayım dedim ve yanına da şu notu kattım:

"Blues Perişan blog'da bir yazıya başlamadan önce paylaşayım dedim. Kimin hakkında olacağını anladınız her halde. Ama bu çizimim o kadar farklı kişiye benzetildi ki... artık ben de kuşkuya düştüm. Siz yoruma kimin çizimi olduğunu yazın da ben de kuşkudan kurtulayım."

Facebook'ta bu resmi ve mesajı yayınlar yayınlamaz hemen yorumlat birbiri ardına düşmeye başladı. Eh hani benim facebook sayfamdaki insanlar rock müzik dinleyicisi ve bu yüzden de ilgiliydi. Öyle her uzun saçlı ve bıyıklıya Barış Manço demezlerdi tabiki. Ancak bu sefer işler daha da çetrefilli hale gelecekti. 

Nasıl mı?

Dinleyin hele...

İlk önce gelen mesajlarda Jon Lord ismi yoğunluklu olarak gelmeye başladı. İçim bir anda rahatlamıştı. Eh hani ne de olsa rock dinleyen insanlar başka oluyor derken bir anda Frank Zappa diyenler oldu. Bu sefer de Zappa diyenlerle Lord diyenler arasında tartışma başladı. "Yok onun dudak altında ufak sakalı var"... "Yok gözünün üstünde kaşı var" derken tartışmaya Tommy Iommi diyenler katıldı.  Tommy Iommi ile işin işine Black Sabbath girince Gezer Butler diyenlerde, Iommi'midir... Hayır Butler'dır türünde yeni bir kavgadır başladı. 

Peki Barış Manço diyen oldu mu? İnanın bana gene oldu. Facebook'ta bu anketi yaparken bir önceki yazıyı daha yayınlamamıştım. Dolayısıyla profilde bu çizimi insanlar ilk kez gördü ve Barış Manço diyenler az da olsa oldu. Böyle algılanmasına, Jon Lord olarak tanıyan bir arkadaşım yanına şöyle bir not düşerek açıklık getirecekti: "Hocam tam Anadolu Rock Star kıvamında olmuş."

Ama gene de ağırlıklı olarak Jon Lord denilmişti ama daha ne isimler vardı derseniz, şöyle sıralanıyordu:

Behzat Ç'nin metalik hali...

Turhan Selçuk...

Bülent Ecevit'in uzun saçlı hali... (Üstelik Ecevit'e iki kişi benzetmiş.)

Led Zeppelin'den John Bonham...

John Lord'un Timur Selçuk hali...

Bu en sondaki dört benzetmeye açıkcası ilk önce şaşırdımsa da bir süre sonra benim çizimim bana da Behzat Ç, Turhan Selçuk gibi geldi doğrusu. Rene Magritte'in "Bu Bir Pipo Değil" resminin asıl adı gibi "İmgelerin İhaneti" böyle bir şey olsa gerek. 

Bunların hepsi güzeldi de gene gelen yorumlardan birinde, "Alırsın Ford Olursun Lord" tekerlemesi vardı. Aklıma Nazareth'ten yola çıkarak yapılan "Nazar etme ne olur çalış senin de olur" lüzumsuzluğu geliverdi. Daha önce Nazareth'i yazdığım yazıya yorumlarda gene bu tekerleme yazılınca bir arkadaşımızda şu notu düşmüştü: "benim kıza yapıyorum bu esprileri, baba 90'larda güzel yaşamışsınız ama esprileriniz bok diyo" Ne diyeyim z kuşağına bir kez daha güveniyorum. Bizi kim bu sözcük esprilerine musallat etti anlamıyorum. 

Her neyse, yazıyı noktalamaya yakın çizimime bir kez daha bakıyorum... Bana da ciddi ciddi Behzat Ç, Turhan Selçuk hatta Timur Selçuk gibi görünüyor ama inatla vurguluyorum ki Barış Manço'ya uzaktan yakından benzemiyor. 

İmgelerin İhaneti işte böle bişi.

APTULİKA


Bu Bir Jon Lord Değildir - 1

 


Pandemi dönemine girmeden kısa bir süre önce "Cem Karaca'dan Zappa'ya" adında bir karikatür sergisi açmıştım. O sergide yukardaki çizim de yer almaktaydı. Bu Deep Purple'ın org, klavye, piyano ustası Jon Lord'un çizimiydi ve ben bu çizimimi çok seviyordum ama sergi sonunda satılmayanlar arasındaydı ve eve götürecektim. İstanbul sergisinin ardından Ankara'daki sergide beğenen çıkacaktı umudunu taşıyordum ki, olamadı... O malum Covid 19 salgını salgını geldi ve Ankara sergisi iki kere ertelendi. 

Pandemi döneminde karantina sonrası Kuzguncuk Sahaf'ta durmaya başladım. Dükkanın sahibi İstanbul dışına taşındığı için bir başka akadaşı ile ben aralıklı (dört gün o, üç gün ben gibi dönüşümlü) olarak duruyorduk. Pandemi sürecinde ise evim yakın olduğu için dükkanda devamlı takılmaya. başlamıştım. Sahafın sahibi olan arkadaşım Bahadır, "Abi dükkana kendi çalışmalarından da koy, satılır." dedi. Hatta bir ara yasaklar ufaktan aralanınca İstanbul'a gelen Bahadır, "Abi ben dükkanı senin işlerle dolacağını sanmıştım, bir iki şey çizip koysana, bak şurada boş çerçeveler de var. Onlara çerçeveleyip duvara asarsın." diye zorlayınca bir iki işi koymaya başladım. Tabi sergiden kalan bu Jon Lord çizimim de vardı. 

Bu çizimlerle ilgilenen çok oldu, hatta bir çoğu satın alınmaya da başladı. Bu Jon Lord çizimiyle de ilgilenenler oluyordu ama satın alan olmuyordu. Zaman içinde bu çizimle ilgilenen çok olmaya başladı. Ancak her bakan, "Bu Barış Manço çizimi orijinal mi"  ya da "ne kadar" diye soruluyordu. Ben de üşenmeden "O Deep Purple'ın klavyecisi Jon Lord" diye düzeltiyordum. Bir ara "klavyeci" demem anlaşılmaz sanarak, "keyboardçısı" ya da "orgcusu" demeye başladım. Bir gün daha da anlaşılsın diye "Piyanisti" demiştim, karşımdaki adam bana şaşkın şaşkın bakarak, "Böyle piyanist şantör mü olur" dedikten sonra, "Bana bunu Ümit Besen diye yutturacağını mı sanıyorsun" gibisinden suratıma bakıp, çıkıp gidecekti. 

Bir gün dükkana iki Fransız turist kız girdi. Dükkandaki tablolara , objelere ve heykellere bakıp aralarında Fransızca konuşuyorlardı. Bir ara benim o çizime bakıp aralarında "Bu kim olabilir" diye konuşmaya başladılar. Biri "ben bunu tanıyorum acaba kimdi... dur hatırlayacağım" gibisinden bir duruma girdikten sonra, Barış Manço'nun "Arkadaşım Eşek" melodisini, "tamam buldum" dercesine mırıldanmaz mı... Yahu 20 yaşındaki Fransız bile Barış Manço'yu hem de şarkısını melodisiyle mırıldanacak kadar biliyor da Jon Lord'u tanıyamadı şaşkınlığıyla atılarak, İngilizce "O Barış Manço değil, Deep Purple'ın orgcusu John Lord" diye düzeltecektim. 

Bu diyaloglar bitmiyordu. Gene bir gün biri resme bakıp, "Bu Barış Manço resmini siz mi..." demesini tamamlatmadan yandaki kırtasiyeciye koşup siyah fon kağıdı ve makas alıp dükkana geldim. Müşteri daha lafını bitirememiş halde dururken fon kartonunu kesip Çizimdeki bıyıkları Barış Manço gibi uzattım ve "İşte böyle olursa Barış Manço" dedim. O da yetişmez diye bıyık eklemesi olan iki parça kağıdı aldıktan sonra fon kağıdından siyah gözlük yaparak gözlerin üzerine yerleştirdim ve "İşte bakın Jon Lord" diyerek bilgiç bilgiç durdum. Ama karşı taraftan "A ! evet bu Deep Purple'ın klavyecisi Jon Lord" onayını beklesem de nafileydi, tabiki.

Bu sorularla boğuşurken bir ara kara gözlüklü Jon Lord çizimi de yapıp koydumsa da değişen bir şey olmadı, gözlüksüz bu çizime gene de "Barış Manço" diyorlardı. Baktım olacak gibi değil, bir Barış Manço çizimi yaptım ve çerçeveleyip, dükkanın en görünen yerine astım. Artık bu sorulardan kurtulurum diye beklemeye koyuldum. Bu arada o Jon Lord çizimi öyle dükkanın duvarında falan asılı da değildi, bir biri ardına dizili tabloların arasında görüyorlardı. Yani bu kadar belirgin bir yerde duran Barış Manço çiziminden sonra böyle bir soru gelmez artık diye bekliyordum. O sıralarda dükkana biri girdi tek tek tablolara baktı, bizim Jon Lord'u da gördü ama neyse ki o malum "Bu Barış Manço tablosu..." diye başlayan soruyu sormadı. İçimden "oh be neyseki" derken adam duvardaki Barış Manço'yu gördü ve bana "Bu Barış Manço'ya hiç benzememiş" diyecekti.

Sonra o Barış Manço çizimi de satıldı. Bir ara siyah gözlüklü Jon Lord çizimi de gitti. Ancak o gözlüksüz Jon Lord çizimi kaldı. Bir ara onunla ilgilenip almak isteyen oldu ama satmadım. Neden mi? Çünkü almak isteyen kişi, "Bu Barış Manço tablosu ne kadar, almak istiyorum." demişti. Bende hemen, "O Barış Manço değil, Deep Purple'ın klavyecisi..." diye giden düzeltmemi yapacaktım. Ardından , "Bakınız bu duvarda asılı olan Barış Manço" dedimse de adam inatla, "Ama ben onu değil bu Barış Manço çizimini sevdim, bunu almak istiyorum" demez mi? Ben gene o malum düzeltmeyi yapacaktım. Ama adam, "Olabilir ben gene de bu tabloyu almak istiyorum." diye ısrar edecekti. Sonra ne mi oldu? Aynen şöyle bir diyalog geçti aramızda:

- Beyfendi, o çizim Barış Manço değil, Deep Purple'ın klavyecisi Jon Lord'a ait.

- O Lord, mord değil... Barış Manço ve satın almak istiyorum.

- Yahu anlatamıyorum galiba, Bu Barış Manço çizimi değil. Deep Purple grubunu bilmiyorsunuz sanırım.

- Nasıl bilmem onların "Smoke on The Water" parçası vardır...hatta "Child In Time"ı da çok severim.

- İyi ya beyfendi onların orgcusu

- Jon Lord tabiki biliyorum.

- Madem öyle işte bu onun çizimi.

- Olabilir ama ben bu Barış Manço çizimini sevdim ve almak istiyorum.

...

Bu konuşmalar sürdü ve en sonunda adama o tabloyu satmadım. "Yahu sana ne adam Barış Manço diye alsaydı..." diyebilirsiniz ama iş inada binmişti bir kere.

Geçtiğimiz yazın başında Kuzguncuk Sahaf kapandı. Aradan geçen bu sürede gene bu Jon Lord çizimim aklıma geldi. Peki ne mi oldu derseniz. En sonunda dükkandayken bir gelip, satın aldı. Yok yok... Barış Manço diye değil, harbiden John Lord diyerek satın aldı.

Fakat ben bunca olayın ardından Rene Magritte'in sürrealist resmi "Bu bir Pipo değildir" gibi "Bu bir Jon Lord değildir" diyorum, bu çizime.

Bu arada bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, çizimi facebook'tan yayınlayıp, yanına da :

"Blues Perişan blog'da bir yazıya başlamadan önce paylaşayım dedim. Kimin hakkında olacağını anladınız her halde. Ama bu çizimim o kadar farklı kişiye benzetildi ki... artık ben de kuşkuya düştüm. Siz yoruma kimin çizimi olduğunu yazın da ben de kuşkudan kurtulayım."

notunu düştüm. Yorumlara baktım ve bu yazının ikinci bölümü olacak dedim. O yorumlar da neler vardı derseniz... Onları da bir sonraki yazıya bırakalım.

APTULİKA


8 Aralık 2022 Perşembe

Nazareth'in Güzel Abisi Dan McCafferty



Nazareth, benim için ayrıcalıklı rock gruplarından biridir. Eh hani biraz da hak ettiği yeri bulamamış olduğuna inanmak gibi bir fikri sabitim de vardır hani. 

Onların her hangi bir parçasını sanal ortam da bir şekilde paylaşsam, hemen altında  "Nazar etme, çalış senin de olur" türünden bir geyiği yorum bölümünde mutlaka bulurum. Çoğu kere, "Yahu bu grubu niye kimse ciddiye almaz!" diye bağırasım bile gelir. 

Oysa Nazareth, bir döneme damgasını vurmuş ve daha sonra gelecek gruplara ve müzikal akımlara ilham verici olmuştur. İşte bunların başında da AC/DC gelir. Nazareth'in vokalisti Dan McCafferty de İskoç kökenlidir ve Bon Scott gibi milli çalgıları gaydayı rock müziğine katmıştır. Ama hepsinden önemlisi de bu Britanya adasındaki İskoçların akıl almayacak şekildeki vokal tarzları olsa gerek. Bu sesi doğa mı sağlıyor yoksa viski mi, gerçekten bilemiyorum ama başka yerde bulunamayacak bir ses lezzetidir bu. Konuya bütün Britanya'ı da katarsam bu ses yaklaşımları tamamen rock'a oturur başka müzik tarzlarında aynı etkiyi yapamaz gibi gelir bana. 

Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Nazareth'in vokalisti Dan McCafferty, rock tarzında kelimenin tam anlamıyla bir ekoldür... yani bizdeki tanımıyla bir ustadır. Onun vokal tekniği bir çok rock müzisyenine ilham kaynağı olmuştur. İşte bunlardan biri de AC/DC'nin vokalisti Brain Johnson'dur. Dan McCafferty ekolünden geldiğini saklamayan  Brian Johnson, BBC ile yaptığı bir röportajda Dan McCafferty'nin  kendisi için ilham kaynağı olduğunu açıklayacaktı. 

 "Dan gibi şarkı söylemek istedim ve onu örnek aldım." diyen Johnson, eski grubu Geordie yıllarında geçen bir anısını da anlatacaktı. "Geordie grubuyla yeni çıkış yaparken Nazareth grubu bizi desteklemişti. Onların Glasgow'daki bir konserindeydik. Bizden sonra onlar asıl konseri başlatacaktı. Bir köşeden onları izlemeye başladım ve   'Ne grup!' diye düşündüm. İşte o an  Geordie'nin yaptığı pop şeylerden daha rock'a yönelmesini düşünmeye başladım. Bu aynı zamanda benim için de yeni bir başlangıç olacaktı."

Aynı gece konserden sonra McCafferty, Johnson'ı yanına çağırarak ona Nazareth'in yeni çıkacak  single'ı Broken Down Angel'ın demosunu dinletecekti ve nasıl bulduğunu soracaktı. Yeni yola çıkmış bir vokaliste hayranı olduğu bir rock kahramanın böyle fikir sormasından etkilendiğini anlatan Brain Johnson, konuk olduğu radyo programında bu şarkıyı "Bunu, iyi arkadaşım Dan McCafferty'nin ve tüm ailesinin anısına çalabilir miyim?" diyerek programı bitirecekti. O zaman biz de yazının sonunu Nazareth'in 1973 yılı çalışması "Broken Down Angel" ile noktalayım. 

APTULİKA


 


6 Aralık 2022 Salı

Deep Purple'ın ilk kurucu kadrosundan bugüne kalan kim?



Yarım asırdır rock tarihine oturmuş efsane bir grup, Deep Purple. 1976 ile 1984 yılları arasında dağılması ve 8 yıllık bir sessizliğe bürünmesinin haricinde kurulduğu günden bu zamana kadar çalışmalarını sürdüren grup, albümler ve konserlerini aralıksız sürdürüyor. 

Peki hiç aklınıza geldi mi, bilememem ama Deep Purple'ın ilk kadrosundan bugüne kalan, yani kurucu elemanları kimler olabilir?

Bir çoğunuzun aklına hemen vokalist Ian Gillan ismi ya da basçı Roger Glover isimleri gelebilir. Onların ardından da davulcu Ian Paice.

Şimdi bu sorunun cevabını bulmak için grubun kuruluşunda olan ve ilk üç albümde çalan Deep Purple kadrosuna bir bakalım: 

Mark I

(Mart 1968 - Temmuz 1969)

Rod Evans - vokal

Ritchie Blackmore - gitar

Nick Simper - bas, geri vokal

Jon Lord – klavyeler, geri vokaller

Ian Paice - davul, perküsyon


Deep Purple'ın ilk kadrosu yani grubun alameti farikası olan tanımıyla Mark 1 kadrosu bu şekilde. Geçen 54 yıllık zaman içinde Deep Purple kadrosu 9 defa yenilenmiş ve en son haliyle şu şekilde:

Mark IX

(Nisan 2022 - günümüz)

Ian Gillan -  vokal

Simon McBride – gitar, geri vokal

Roger Glover - bas

Don Airey - klavyeler

Ian Paice - davul, perküsyon

Bu yılın Nisan ayından itibaren grubun gitaristi Steve Morse karısının rahatsızlığı nedeniyle grubu bırakınca onun yerine Simon McBride geçince Deep Purple'ın Mark IX kadrosu oluşacaktı. 
Böylece sorumuzun cevabını buluyoruz. 

Grubun ilk kadrosundan bugüne kalan tek eleman usta davulcu Ian Paice olmakta. 



Deep Purple içinde nice efsane isim gruptan ayrı kalmıştır. Bunlardan biri de Ian Gillan'dır. Grupla 70'li yıllarda efsane albümler yapsa da gruptan ayrı kaldığı zamanlar olmuştur. Kurucu eleman ve gitarıyla bir otorite gibi duran Ritchie Blackmore bile 1993'ten sonra gruptan ayrıldığı gibi 1976'da da yerine Tommy Bolin gelmişti. Uzun lafın kısası... Deep Purple'da başından bugüne kadar her albümde yer alan tek eleman olma özelliği de Ian Paice'e ait. 



Deep Purple'ın kuruluşundan bugüne kalan tek eleman olmakla kalmayıp, bütün Deep Purple albümlerinde de çalmış olan tek eleman olma özelliğini taşıyan Ian Paice'e buradan bir selam gönderelim.

APTULİKA


Objektif'in basgitaristi Murat Tükenmez'in ilk solo teklisi



1992 yılında Galatasaray Lisesi bahçesinde verilen belki de tek konseriydi Red grubunun, o dönemde yaptıkları "Future we Saw" isimli kaset demolarının bazı özel arşivlerde hala saklandığına eminim. Red grubu Progresif metal yapan özel gruplardan biriydi. Yıllar içinde grup elemanlarından gitarist Can Atacan'la dostluğumuz sürdü. Can, müzik ilgisini hiç koparmasa da akademik hayatla haşır neşir olarak yaşamını sürdürecekti. Ancak grubun basgitaristi Murat Tükenmez, müziğin içinde faal olarak kalan tek Red elemanı olacaktı.  

Red dağıldıktan sonra Murat'ı, Engin Yörükoğlu Abinin Jazz Stop isimli mekanında Moğollar ile çalarken görecektik. Bir ara gözden kaybolan Murat, 1990'ların sonunda  Cem Karaca'nın bar konserlerinde görünecekti. Sonrasında Bulutsuzluk Özlemi'nde çalışan basgitarist, Cool Green, Malabadi,  Garaj Band, Sustain, Serkan Civelek, Serdar Öztop, Haluk Levent, Bertuğ Cemil, Cem Özkan, CINS, Fish&Chips, Sünger, Laika69, Eren Dutlu Trio, Rockzen, Karışık Kaset, Repertuar Köpekleri, Rockustika  gibi bir çok grup ve sanatçı ile sahneye çıkacaktı.

Şimdilerde Objektif ve Tuncer Tunceli Blues Band  ile müzik hayatına devam eden Murat Tükenmez bu hafta solo olarak ilk single'ı da çıkardı. 

"Seninle" ismini taşıyan bu ilk Murat Tükenmez çalışması bugünlerde dijital müzik platformlarında dinlenilebilir. 

Murat'ı ses olarak ilk defa dinliyorum... Yumuşak ve sıcak tonda vurgu yapan vokalin arkasında o dolgun ve güzelim bas gitar sesi harika bir uyumda. Objektif'in konserlerinde sert rock düzeninde bas gitarın güçlü tınısı gümbürderken Murat'ın suratındaki hafiften gülümseme ile kendinize gelirsiniz. O gülüşün samimiyetinden kuşku duymanıza imkan yoktur. İşte çıkan bu ilk solo tekli "Seninle" de böyle bir şey. 


APTULİKA