Sayfalar

10 Mart 2022 Perşembe

20 yıl öncesinden bir röportajla Stüdyo FM yıllarına yolculuk



Geçtiğimiz ay Orhan Kahyaoğlu ile Roll dergisi'nde 2003 yılında yapılmış bir röportaja yer vermiştim.  Sağolsun bu röportajı yapan isimlerden Merve Erol izn vermişti. Şimdi o izinden yüz bularak Roll'un nisan 2003 tarihinde yayınlanan bir başka röportajdan daha alıntı yapacağım. Bu arada bana "be adam buldun eski dergileri kesip, biçip yayınlıyorsun" demeyin... Zaten bundan başka alıntı da yapmayacağım. Amacım değer verdiğim iki müzik insanına yer vermek isteğidir. Üstelik onlarla yapılan bu röportajlardan başkası da yok ve bunlar insanı bir zaman makinesine bindirip geçmişe yolculuk etmemizi sağlıyor. Buyrun bakalım...


 Roll dergisi nisan 2003  - Söyleşi Gökhan Pamuk

 

Yavuz Aydar 


Yavuz Aydar bir radyocu. 25 yıldır TRT’de Stüdyo FM’in yapımcısı. Roll’daki “40’ına merdiven dayamışlar” grubu olarak, pek çok akranımızdan farksız biçimde, Onun elinde büyüdük sayılır. İlk rock kasetlerimizi onun programlarından doldurduk, dev toplulukları ondan öğrendik, Steely Dan’dan tutun de Springsteen’a kadar bir dolu insanla  o programlar sayesinde tanıştık. .. Stüdyo FM hep yerinde kaldı, ama hayat hepimizi farklı limanlara, farklı zevklere sürükledi. Yine de konakladığımız her yerde iyi biliyorduk ki temelimiz sağlam atılmıştı!.. Aydar’la görüşmek için Ankara’ya gittik. İlkokul öğretmenimizin elini öpmeye gider gibi.


Dallas’ı Bırak Stüdyo FM’e Bak




Doğma Büyüme Ankaralısınız galiba?..

Yavuz Aydar: Doğum yerim Isparta aslında. Babam teknik ressamdı, su kanalları yapımı için orada çalışıyormuş. Üç-dört yaşlarımdayken Ankara’ya gelmişiz. Sonrası hep Ankara’da geçti.


Müziğe ilgi duymanızda ailenizin payı var mı?

Rahmetli babamın sekiz lambalı kocaman bir salon radyosu vardı, ailede müzikle ilgili en önemli olay odur. Öyle herkesin evinde bulunur bir radyo değildi. Hem gücü, hem de dinlenebilen istasyon sayısı bakımından üst düzeyde bir radyoydu. Şık, ahşap bir ambalajı da vardı, babam ara ara bakımını yapar, gözü gibi bakardı radyoya.  Benim yaptığım, çevire çevire istasyonları dolaşıp müzikleri keşfetmek oldu. Avrupa istasyonlarını dolaştıkça değişik değişik müzikler duyuyorum, neler olup bittiğini daha bilmiyorum. Ortaokul1’deyken, evimize bir pikap girdi. O zaman plaklar radyonun hoparlörüne bağlanır, sesler oradan çıkardı. Aşağı yukarı on plakta bir iğne değiştirilir, öyle dinlenilirdi.


78 devirli plaklar…

Tabii, taş plaklar. Evimizde galiba Muazzez Türing’in birkaç türkü plağını hatırlıyorum, sonra tango ve Zeki Müren plaklarını da. Derken günlerden bir gün bir İtalyanca  şarkı çıktı: “I found my love in Portofino…” (mırıldanıyor) Bir anda o kadar meşhur oldu ki, babamla Ulus’ta bir mağazaya gidip evimizin bu ilk Batı müziği plağını aldık. O zaman bizim radyolarda Batı müziği olarak Fransızca, İtalyanca, az biraz da olsa İspanyolca şarkılar çalıyordu. Favorim Little Tony diye bir İtalyan şarkıcısıydı. 


" O zamanın Ankarasında yeni yeni diskolar vardı, ama bugünküler gibi değil, bodrum katlarından izbe ortamlardı hepsi. Mesela Sakarya’da bir apartmanın alt katında “66” mı ne, öyle bir yer vardı. Karanlık, kötü kokulu filan…"

Arkadaşlarınız arasında sizin gibi meraklılar var mıydı?

60’larla birlikte derslerden kaytarıp müzik dinleme zamanını arttırmaya başladım. O 78’lik plaklarla arkadaşlar arasında uydurma partiler düzenledik, yaşgünleri gibi… Anneleri, babaları evden kovalamak için … Her gelen koltuğunun altında birkaç plakla gelirdi, sonra aramızda değişirdik. Bu partilerde müziğe iyice ısındım. Lise sonlarına doğru Ankara Radyosu’nde Batı Müziği İstekleri diye bir program vardı, oraya yazıp şarkı istiyordum. O sıralar İngiltere ve Amerika’da farklı bir popüler müzik başlamıştı, ama buralarda pek yaygın değildi. Mesela Elvis Presley 56’da ismini duyurdu, ama bizde flaş değildi. Aslında onun öncesinde, rock tarihinin başlangıcı sayılacak Bill Haley And The Comets’in “Rock Around The Clock” u dillere dolandı, fakat nedense arkası gelmedi. Bana göre rock tarihinde ilk başta  bu grubun adının yer alması gerekirken, ilk rock starı olarak Elvis Presley’in adı geçer. Elvis’in bizde tanınmaya başladığı  sıralarda bu sefer İngiltere’den bir başka ses çıktı, o da Cliff Richard… Zamanın gençleri bizim FB-GS gibi Elvis veya Cliff’i tutardı.



Siz hangisini tutardınız?

Güzel sözler, harika melodiler… Ben ikisine de eşit yaklaşırdım.


O zamanın Ankarasından bahsedelim. Müzik ortamı, gençliğin buluşma yerleri?..

Öyle aman aman bir müzik ortamı yoktu. Yeni yeni diskolar vardı, ama bugünküler gibi değil, bodrum katlarından izbe ortamlardı hepsi. Mesela Sakarya’da bir apartmanın alt katında “66” mı ne, öyle bir yer vardı. Karanlık, kötü kokulu filan… Yine de oralarda bizim istediğimiz müzikler çalınırdı. Sahipleri veya disk jokey’leri  müziği takip ediyorlardı mutlaka. En önemlisi de, Kızılay’dan Meşrutiyet’e doğru hat boyunca, boşluk bırakmaksızın açık hava kahveleri açılmaya başlanmıştı: Angora, Yaprak, Parizyen, Hülya… Hem Ankara hem de Türkiye için yepyeni bir şeydi bu. Hepsinde mutlaka 45’lik çalan bir jukebox bulunurdu…Meşrutiyet’in köşesindeki Parizyen’in jukebox’u en sevdiğimdi. İstediğim şarkıların yerini ezbere bildiğim için makineye bakmadan seçer, havalı havalı paramı atar, çekilirdim. 


Neydi jukebox favorileriniz?

Four Tops’un “Reach Out, I’ll  Be There”ı mesela… Aman allahım, o ne şarkı öyle!.. Cliff Richard, Elvis Presley’le başladık bir farklılık hissetmeye, bir yandan soul müzik akımı bambaşka bir renk getirdi müzik dünyasına. Blues vardı belki ortada, ama pek bilinmezdi. Sonra blues’un kilise korolarından taşan seslerle ve güçlü ritm duygusuyla birleşip meydana getirdiği rhythm and blues dalgası geldi. Aile grupları, vokal grupları, Partridge Family, Jackson 5… İnsanlar bu soul ve R&B gruplarıyla dansetmeye başladı. Otis Redding, Wilson Pickett… Temptations’ın çok daha zengin bir orkestrasyonu vardı. “Papa Was  A Rolling Stone” mesela… Onlardan bahsederken tüylerim diken diken olur hala.


Okul nasıl gidiyordu bu arada?

Liseyi bitirmiş, üniversiteye gitmeyi düşünüyordum, ama iki sene kaybettim lisede. İyi bir öğrenci değildim. Üniversiteye geç başladım, 1966’da. Puanım ona yettiği için Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne yazıldım. Bir liste asılır, sonra katılmayanlar olur, ikincisi asılır…Derken onbirincisinde çıktı adım. 


Radyoya üniversitedeyken mi girdiniz?

Devam mecburiyeti olmadığı için bir yandan da çalışsam mı diyordum. Uzun yıllar Amerika’da yaşayıp dönen bir amcam vardı, kadın doğum uzmanı…Çevresi genişti. Israrlarıma dayanamadı, beni Ankara Radyosu’ndaki arkadaşı Faruk Güvenç’e gönderdi. Babamın da arkadaşıymış Faruk Güvenç. Beni hemen tanıdı. O da tıp öğrenimini bırakıp Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda viyola sanatçısı olmuş. Aynı zamanda radyoda Batı Müziği bölümünün müdürlüğünü yapıyordu. “Bant muayene memuru” olarak benim işe alınmamı o sağladı. Şimdi hasbelkader Çoksesli Müzikler Müdürü olarak, bir bakıma onun yerinde oturuyorum. 


"Selda’yı çaldıkça satışlarını arttırıyorum diye soruşturmaya başlamışlar. Allahtan bu konuya bakan müfettiş beni iyi tanıyan biriydi de, olay kapandı. Yoksa “ticari işbirliği” zannedip işimi bitireceklerdi."


Müzik programı hazırlamak için girmediniz radyoya yani?

Hayır. Faruk bey beni işe başladıktan bir-iki gün sonra odasına çağırdı, ilk iş, her hafta CSO konserlerine gitmemi istedi. Radyoda da, bant halindeki klasik müzik programlarını diskotekten alıp dinleyecek ve yayın fişlerini kontrol edip listeyi hazırlayarak yayına verecektim. İşe giriştim. Meğer bir haftalık işi bir günde yapmışım. Bana kimse bir şey söylemememişti ki. Klasik müzik benim için yepyeni ve çok yabancıydı. Ama o konserlerden o kadar çok şey öğrendim ki, inanamazsınız. 



Pop müzik programlarına nasıl geçtiniz?

Bir sene sonra Faruk Bey’e gidip “ben pop seviyorum” dedim. Tam o sırada istek programı yapan arkadaşlarımızdan biri hamileydi, uzun süre gelmeyecekti. İtalyanca şarkılar programını hazırlayan arkadaş da , bursla İtalya’ya gidecekti. Bana o iki programı verdiler.: İtalya’dan Müzik ve Dinleyici İstekleri… Olur da becerebilirsem programda bir yenilik yapmayı düşündüm ve dinleyici istekleri arasına kendi isteklerimi de eklemeye başladım. O sıralar Türk pop müziği de kıvılcımlanmaya  başlıyordu zaten. 69-70’ler, Fikret Kızılok, Cem Karaca, Hümeyra, Selda… Çaldıklarımı bunlardan seçiyordum. Genellikle yabancı parçalar istenirdi tabii, ama arada Türkçe parçalar isteyen de çıkardı. Selda çalışım olay olmuştu mesela. Tanınmayan bir isim değil Selda. Eskiden Alpay’la da bir parça yapmış ve epey tanınmış, ama unutulmuş. Sonra “Mapushane İçinde Mermerden Direk”  de dahil, dört şarkı yapıp TRT’ye göndermiş ve hepsi de denetimden geçmiş. Selda o kadar etkili geldi ki bana, tam bizim dinleyicinin dikkatini çekecek bir ses.  O hafta çaldım bu parçayı. Bir mektup yığını oluştu, inanamadım. Sel gibi… Ertesi hafta “madem çok istediniz, buyrun bir tane daha” diyerek “Katip Arzuhalim”i çaldım. Yine dünya kadar mektup… Satışları da o kadar yükselmiş ki, Selda’nın bile dikkatini çekmiş, apar topar radyoya geldi,  nasıl oldu böyle diye… Onunla o zaman tanıştık ve dost olduk. Ama esas olay sonra oldu, beni TRT müfettişlerinin çağırdığını söylediler. Gidince öğrendim ki, Selda’yı çaldıkça satışlarını arttırıyorum diye soruşturmaya başlamışlar. Allahtan bu konuya bakan müfettiş beni iyi tanıyan biriydi de, olay kapandı. Yoksa “ticari işbirliği” zannedip işimi bitireceklerdi. 


Eserler denetimden geçtikten sonra ulaşıyor size, öyle mi?

Başka türlü olamaz zaten. Denetimden geçmiş sanatçılar da neredeyse TRT önünde kuyruğa giriyor, röportajlar yapmak, programlara çıkmak için…TV desen, daha. Anca günde bir-iki saat yayın var. Alpay’lar, Fikret Kızılok’lar, Barış Manço’lar, aklınıza ne kadar isim gelirse. Hepsiyle beraber yatıp kalkıyoruz. 


Hem İtalyanca, hem istekler programı devam ediyor…Arkası nasıl geldi?

Üstüne 60 dakikalık Hafif Batı Müziğinden Seçmeler diye bir program daha verdiler bana. O zamanlar, Ankara Radyosu dışında, Ankara Radyosu Üçüncü Program adı altında sadece Ankara’da dinlenen bir ikinci program postası açıldı. Bir taraftan Ankara Radyosu’nda eğitim, kültür, kırsal kesim vb. programlar yayınlanıyor, öbür tarafta da bu ikinci posta açılıyor. Yayın dalgası da UKW, ya da İngilizce deyimiyle FM… Radyo 1, uzun dalgadan yayınlanıyor. Dalga boyu ne kadar kısalırsa, kalitesi o kadar iyileşiyor, biliyorsunuz.  Bu ikinci postada pop ve klasik Batı müziği programları yayınlanacağı için, ayrıca bütün dünyada da böyle olduğu için, FM bandından yayına başlıyor. Ama o zaman sadece Ankara’da dinleniyor. Başlangıçta Ankara İl Radyosu olarak biliniyor, sonra 68 veya 69 gibi adı Ankara Radyosu Üçüncü Program olarak değişiyor. 


Hayatımıza FM bandı böyle girdi demek.

Evet, TRT 3 veya şimdiki adıyla Radyo 3 işte o zaman doğmuş  oldu. Benim bir saatlik program da burada yayınlanıyordu. 


Başka kimler var o dönem radyoda sizinle birlikte?

Kimler yok ki… “Transkripsiyon” denen, yani il radyolarına program çoğaltan serviste, benden altı ay önce işe başlayan İzzet Öz, spiker Çetin Çeki’nin eşi Yüksel Çeki, Nazan Çulha, Betül Kartay, Leyla Çakmakçı… İzmir’de Sebla – Bülent Özveren, Ümit – Hülya Tunçağ, Akın Ajlan Aksel… İstanbul’dan Ünal Üzmen, Nejat Çetinok ve daha nice arkadaşım…



İzzet Öz’le tanışıklığınız ta o zamanlara dayanıyor, birlikte program yaptınız mı hiç? 

Ankara Radyosu’nda yayınlanan Gençler İçin diye bir programımız vardı. O zamanki  radyo müdürümüz ikimizi yayına çağırdı, stüdyoya girip gençlere yönelik ve canlı yayınlayacağımız  bir müzik programı hazırlamamızı istedi.  O ana kadar canlı yayın yapmamıştık hiç. Kendimiz de konuşmuyorduk, spikerler anons ediyordu. İzzet’le radyoya girdiğim zaman tanışmıştık zaten, ben Batı Müziği servisindeydim, o Transkripsiyondaydı, aslında birer “memur”duk ve prodüktörler gibi program hazırlıyorduk. Sonra biz de prodüktör olmak istediğimizi söyledik. O da sınavla mümkündü. Sonuçta derslerini aldık, sınavlara girdik ve 70 yılında prodüktör olduk. İşte o sıralarda. İzzet’le birlikte bu canlı programı hazırlamaya başladık. 


Hala görüşüyor musunuz?

Çok yakın arkadaşımdır İzzet… Onunla çok güzel zamanlarımız oldu. Kendisine de çok söyledim, bence televizyona geçmemeliydi. Radyodaki gibi  müzik programları yapamayacaktı orada. Orası  televizyon. Nitekim programlarında fotoğrafçılar, ressamlar, dansçılar vardı hep, yani görsel unsurlar. Televizyona geçince, bütün o güzelim şarkıları, bunların arkasında fon olarak çalabildi. Görüntü kısa şarkı uzun diye, yedi dakikalık bir parçayı bölmek olmaz ki… Radyoda teknisyen, araya haberler girecek diye şarkının sonlarını kestiğinde birbirimize girerdik, ama orada kendisi yapmak zorunda kaldı.Bunları hatırlattığım zaman geçiştirdi hep. Bir yayıncı olarak ben de bir televizyon programı yapmak isterim, ama bunlarla uğraşmak istemem… İzzet çok iyi televizyon programları yaptı, ama hiçbir zaman dinleyicileriyle kendi zevki çerçevesinde paylaştığı müziği orada kullanamadı. Çok fazla Türk pop müziğiyle ilgilenmezdi, semtine bile uğramadığı sanatçılarla. Televizyon programlarınsa içli dışlı olmak zorunda kaldı. 


80’lerde bir ara siz de bir televizyon programı yapmıştınız.

Yaptım, yine isterim, radyoda çaldığım müziği görüntülü olarak da dinleyicilerle paylaşmak isterim, ama önemli olan şu: Bizim burada bir materyali  daha kolay bulabilme ve anında programa yansıtabilme şansımız varken, televizyonda bu asla mümkün değil. Kurumun görüntülü materyale bu kadar para ayırması imkansız… Benim 1986 ‘da yaptığıma gelince… Unesco o yılı Gençlik Yılı ilan etmişti. Genelkurmay Başkanlığı, TRT’den bu kapsamda bir gençlik programı hazırlamasını istemiş. Aralarında nasıl bir protokol vardı, bilmiyorum. O zaman Çocuk ve Gençlik Programları müdürü Tekin Özertem böyle  bir program hazırlayacaklarını, bir köşesini de bana vereceklerini söyledi. Açıkcası burada istediğim şeyleri çalamayacağımı, pek kolay materyal bulamayacağımızı söyledim.  “Hayır, ne istersen bulunacak” dediler. Önce yirmi dakikalık bir köşem vardı, Rod Stewart’lar, Tina Turner’lar çaldım… Plak şirketleri tek tük video bantları gönderiyorlardı, onlardan seçiyordum. Sonra baktım, bana ayrılan süre kısaldı, bantları da bulamıyorlardı, zaten rica üzerine yapıyordum, bıraktım. Bir çizgim var, onun altına inmek istemedim. 


Yine 70’lere dönelim… Ankara’daki müzik ortamını merak ediyoruz. Apple efsanesini duyarız hep.

70’lerin başlarında Kızılay, Ziya Gökalp caddesinde bir binanın altında  Club M veya Club Modern mi, şimdi tam adını hatırlayamadığım bir diskotek vardı. Sakarya’da da böyle bir yer vardı. Pek kayda değer diskolar değildi. Sonra Kavaklıdere Cinnah Caddesi’nin hemen başında Apple açıldı. Orası gerçekten Avrupai standartlarda girer girmez değişikliği fark edilen bir mekandı. Hem büyüklüğü, hem de dekoruyla çok dikkat çekiciydi. Biz de o sıralar az çok tanınan DJ’ler olduğumuz için oranın DJ’leriyle de tanışıyorduk, onlar da arada platoyu bize bırakıp plakları bizim çalmamızı istiyorlardı. İzzet’in de yakın arkadaşıydı sahibi. Oranın ilginç tarafı, insanlar sadece dans etmeye gelmezdi oraya. Müzik dinleme seansları da yapılırdı. Saatler ilerledikçe insanlar danstan yorulup köşelerine çekilir, sohbet ortamları oluşurdu. O esnada birimiz çıkar, hangi plağı dinlemek istiyorsak onu baştan sona çalardık koca diskoda. Gerçi periyodik çalınan bir konser mekanı değildi, ama zaman zaman Oksijen grubunu seyrederdik orada. Mazhar’lar da aynı şekilde gelip müzik yaparlardı. 


Kaygısızlar olarak mı, Mazhar ve Fuat olarak mı?

O zamanlar Özkan yoktu daha. 70’lerin ortalarında “Türküz Türkü Çağırırız” albümlerini programlarımızda çalardık, yakın arkadaştık zaten. Birlikte tatillere, özellikle Bodrum’a giderdik. “Bodrum” şarkısı da o zamanlarda bestelenmiştir. Bütün şarkılarını daha o yıllardan ezbere bilirdik.Hatta arada Mazhar’a takılırdım, “kardeşim, bu kadar güzel şarkılar yazıyorsunuz, ama kendi kendimize dinleyip duruyoruz, ne zaman dinleyecek insanlar bunu” derdim. Hiç umurunda olmazdı, “boşver abi ya” diye geçiştirirdi.

"Plak bulmak başlı başına bir olay. Yıllar geçtikçe müziksever çevreyle dostluklarımız arttı, her yurtdışına giden bize haber verir, istediğimiz plakları sorar giderdi, sağolsunlar. "


O zaman çaldığınız yabancı plakları nasıl temin ediyordunuz?

Plak bulmak başlı başına bir olay. Yıllar geçtikçe müziksever çevreyle dostluklarımız arttı, her yurtdışına giden bize haber verir, istediğimiz plakları sorar giderdi, sağolsunlar. Ayrıca radyoya da Billboard düzenli olarak gelirdi, hatta Cumartesi yayınlandığı halde bize iki gün  öncesinden gelmiş olurdu. Listedeki şarkılar da Kavaklıdere’deki Amerikan Haber Merkezi’ne, Voice Of America’dan bantlar halinde gelmiş olurdu zaten. Böylece Cumartesi günkü listedeki  ilk on şarkıyı, ben cuma akşamından çalabilirdim. O şartlarda  Türkiye için büyük bir lükstü. Amerikalıların sadece  bize değil, bütün dünya radyolarına yaptığı bir hizmetti bu. Sonra herhalde bütçe azaldı, bu materyal gelmemeye başladı. 



Zaman geçtikçe listelerin ağırlığı azaldı galiba… O zaman ilk yirmideki şarkıların çoğunu iyi biliyor  olurduk. Şimdiki Billboard “top twenty” eskisi gibi çekici değil sanki.

Müziğin değişimiyle paralel giden bir şey bu… 1970’de Beatles’in dağılmasıyla başlayan ve 1976’ya kadar süren dönem rock müziğin altın çağı olarak geçmiştir literatüre. 1963 yılında  o güne kadar görülmemiş bir müzik çıkıyor ortaya. Hürriyet gazetesinin arka sayfasında okuyorum: “Beatles diye bir grup”… Kimdir, nedir bilmiyoruz. Bir süre sonra “Love Me Do” 45’liğini duyuyoruz. Bu dört oğlanın çıkardığı ses, armoni olağanüstü bir etki yaratıyor hepimizde. Söyleşileri, her şeyleri bambaşka… O sıralarda Rolling Stones’un da bir 45’liği çıkıyor. Bir onları, bir bunları dinliyoruz. Stones da iyi, ama Beatles’la bambaşka bir şeyle karşı karşıya olduğumuzun farkındayız.Harçlıklarımızı buna yatırıyoruz haliyle. Her plak listebaşı, her plak 2.5 Lira… Savaş bitmiş, yokluklar, kıtlıklar  bitmiş, insanlar dünyaya farklı pencereden bakmaya başlamışlar. 1940’lı yıllarda doğmuş insaların üzerindeki birikimler müzik yoluyla açığa çıkmaya başlamış. Bu protesto gibi, İngiltere’de bir  dörtlü çıkıyor, ortalığı kasıp kavuruyor, derken  Amerika’ya sıçrıyor, ama biz Türkiye gibi bir ülkede aynı canlılığı, heyecanı yaşıyoruz.  Saçlarımızı uzatıyoruz, elbiselerimizi değiştiriyoruz, görüntümüzü hırpanileştiriyoruz. En önemlisi ebeveynle olan ilişkilerimiz farklı bir boyuta geçiyor, her söylediklerini kabul etmiyoruz, evet demiyoruz, bir anda daha asi bir hale geliyoruz. İlişkilerimiz, dünya görüşlerimiz değişiyor. Böyle bir efsanenin yok olabileceğini kimse düşünemiyor ama 1970’de bu da gerçekleşiyor 



Altın çağ böylece başlıyor, öyle mi?

O güne kadar Beatles yüzünden varlık gösteremeyen rock toplulukları, Beatles’ten boşalan tahta göz dikiyorlar. Kimler bunlar, Rolling Stones, Deep Purple, Led Zeppelin, Jethro Tull, Black Sabbath, Pink Floyd, 70’li yılların bütün süper rock grupları… Bunlar bir anda pıtrak gibi ortaya çıktılar. Fakat bu  gruplar birbirlerinden o kadar farklıydı ki, bir baktılar, birbirleriyle yarışarak o zirveyi yakalamaları mümkün değil, bu sefer kendileriyle başladılar yarışmaya. İşte altın çağ o zaman başladı. Her yeni albüm bir öncekinin ötesinde patlamalar yapıyor, biz onların arasında boğuluyoruz artık. Boğulma ki ne boğulma, bakın, anlatırken bile gözlerim yaşarıyor. 


Hep gruplar mı etkiliyordu sizi bu “altın çağ”da?

Bunlarla birlikte başı çeken iki isim var o dönem, Bob Dylan ve Joan Baez… Onlar da iki asi ruhlu genç. Ben onlara farklı yaklaşıyordum. Tamam, bunların dedikleri doğru da, mesela Dylan’ın inanılmaz kötü bir sesi var, bu adam müzik yapmasa, kitap yazsa diyordum. Sonra ne kadar yanıldığımı anladım. İlk albümlerinde, dikkat ederseniz, tek başına çalar ve söyler Dylan. Tıngır,  tıngır, tatmin etmeyen bir gitarın üstüne  o berbat sesiyle  şarkı söylüyor, dayanılmaz bir şey… O dönem böyle bir etki yarattı,  ama biraz daha  müzikalitesi değişip orkestrasyonu da geliştirdikten sonra müthiş bir Dylan müziği çıktı ortaya…


Dylan’ın hangi albümlerinde hissettiniz bunu?

“Planet Waves” ve sonrasında…


"3 Eylül 1978 günü Şebnem Savaşçı’yla beraber ilk Stüdyo FM’i sunduk. Ha, şunu ekleyeyim, daha önceki bant programlarımda sunucu olarak yüzde doksan Şebnem Savaşçı olurdu, programlarımı benim istediğim gibi sunabilen en iyi sunuculardan biriydi Şebnem."


Stüdyo FM’e gelelim artık isterseniz… İlk programı 1978’de yaptınız. Şebnem Savaşçı ilk programdan beri yanınızda… Nasıl doğdu Stüdyo FM fikri? Hep canlı yayınlanmış bir program, değil mi?


1976’da askere gittim. 1978 ortalarında da döndüm. Yılın son aylarında bir sonraki dönem için toplantılar yapılır, program prototipleri belirlenir. İşte o toplantıda “ben canlı program yapacağım” dedim. Nerden çıktı bu dediler. Yurtdışında nasıl oluyorsa öyle olacak dedim.  Bir plato buraya, bir tane de yanına koyacaksınız, ortasında mikser, bana da bir kulaklık vereceksiniz; öyle montaj filan değil, plağı biz çalacağız, o anda üzerine konuşacağız…Beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar yani.  İlk başta nerden bulacağız iki plato filan dediler, ama ısrar ettim. Yılbaşından itibaren haftada bir akşam, bir saatlik bir süre verdiler. Verdiler, ama yılbaşına kadar dünya kadar zaman var. Sonra bir öneri hazırlamamı istediler, daha erken başlayabilmek için. İsmini belirlemem de gerekiyordu. Uzun süre isim gelmedi aklıma. Baskı yapıyorlardı, ama bir türlü bulamıyordum. Sonunda tamam dedim. FM kanalından ve stüdyodan canlı yayınlanacağı için “Stüdyo FM” olacak!... Müdürümüz biraz burun kıvırmadı değil, ama sonuçta kabul edildi ve 3 Eylül 1978 günü Şebnem Savaşçı’yla beraber ilk Stüdyo FM’i sunduk. Ha, şunu ekleyeyim, daha önceki bant programlarımda sunucu olarak yüzde doksan Şebnem Savaşçı olurdu, programlarımı benim istediğim gibi sunabilen en iyi sunuculardan biriydi Şebnem.


İlk programda neler çalmıştınız? Hatırlıyorsunuzdur herhalde…

Hatırlamaz mıyım!... Stomu Yamachta, Airto Moreira, Weeather Report, Wings, Supertramp, Omega, Jethro Tull, Rolling Stones, Bee Gees…


Neden canlı yayın olsun istediniz?

Öncelikle bir metin olsun istemedim. Yazarsak okuyoruz, haber bülteni gibi oluyor çünkü. Bu okunacak değil, sunulacak bir şey, müzik programı. Bunun da canlı olması lazım. Notlarını, çalacaklarını yazarsın ufak bir kağıda, olur. Tabii sonra, sadece ilk programımız için bir metin hazırlamadan edemedik, ama sonrakilerde hiç olmadı. Sonuçta program çok beğenildi. Olağanüstü güzel mektuplar yağmaya başladı. Şebnem’le kendimizi uzayda gibi hissediyorduk. Demek ki insanlar susamıştı böyle bir programa. 


Beğenildiğinizi bu mektuplardan öğreniyordunuz herhalde… Başka bir “rating” bilgisi geliyor muydu size?

Sadece bu mektuplar. TRT programcıları olarak tavrımız, esprimiz, sunuşumuz filan donuktur, ciddidir, hiçbir zaman şimdiki radyolar gibi gırgır şamata yapamayız biz, ama canlı olunca dinleyiciye hitap şeklimiz kendiliğinden değişmiş ve biz konuşmuşuz onlarla. “Pop müzik programları  böyle olmalı” diyen bir mektup bombardımanı yla karşılaştık. Bir dönem yayın saati tam Dallas’a denk geliyordu, ama “bakın biz Dallas’ı izlemeyip sizi dinliyoruz” diyorlardı… İlk yıl Pazar akşamları yayınlanıyordu, ertesi yıl Stüdyo FM’i haftada yedi gün hazırlamak  üzere öneride bulundum.  Ses almak yok, montaj yok, kolayca yapıyoruz programı. Materyal bulmakta zorlanmadık değil,  ama yapıyorduk. Toplantıda yanımda Ümit Tunçağ vardı, “yadi gün”ü görünce şaşırdı ve “sen deli misin” dedi, “sağdan sola koşturup plak bulmaya vaktin kalmayacak”… Haklıydı. Hemen düzeltme yaptım ve “haftada beş gün” olsun dedim. 1979 başından itibaren haftada beş gün yapmaya başladık. Lokomotif gibi. Ama ekim-kasım gibi yelkenleri indirdik suya. İstediğim kalitede materyal bulamıyordum artık. Hostes arkadaşlar olsun, yurtdışına gidenler olsun, oradaki eş dost olsun, hepsi getiriyor ve gönderiyordu plaklarımızı ama yetmiyordu.


Plaklar TRT için mi geliyordu, sizin adınıza mı?

Hayır, bize geliyor, kendi imkanlarımızla satın alıyorduk plakları. Yavaş yavaş Türkiye’de de bizim çaldığımız gruplar tanınmaya başladıkça, İstanbul ve Ankara’daki plakçılar plak ithal etmeye başladılar. Mesela Sosyal Pasajı’nın altında Cemil Plak, Kızılay’da bir pasajın girişinde Tansel Plak veya başka kullanılmış plak satan plakçılar… Sonra bize danışmaya başladılar, neleri, kimleri getirelim diye… Bunun dışında plak şirketleri de paketler halinde İstanbul veya İzmir’deki radyo programcılarına plak gönderiyorlardı. 


Çok iyi arşivi olan  Ankaralıların olduğunu da duyarız hep… Sizin arşiviniz nasıl?

Kesinlikle doğrudur. Kendi arşivi için alan arkadaşlarımız da plaklarını bizimle paylaşır, hatta bazen kendileri bile dinlemeden bize verdikleri olurdu. Benim arşivim o kadar da büyük değil. Aşağı yukarı 600 tane long play, 300 kadar CD, 1500’e yakın da kaset var.

"Evet, mektuplarda yazarlardı hep. Ama bazen çok konuştuğumuzu, bu yüzden doğru dürüst kayıt yapamadıklarını söylerlerdi."

Dinleyicileriniz de programlarınızı kaydederek arşiv oluştururlardı…

Evet, mektuplarda yazarlardı hep. Ama bazen çok konuştuğumuzu, bu yüzden doğru dürüst kayıt yapamadıklarını söylerlerdi. Burası kaset kayıt stüdyosu değil, radyo istasyonu, mecburen böyle olacak. 


Stüdyo FM’in rekoru var bir de… 2500 programı geçtiniz, 3000’e yaklaşıyor. Ama hala Roy Plomley’in “Desert Island Discs’i görünüyor Guinness kitabında…

Bu konuda pek fazla konuşmak istemiyorum, ama anlatayım size… Guinness kitabına Plomley’in programı 1791 rakamıyla “en çok yapılan canlı pop müzik programı” diye geçmiş. Ama öldükten sonra başka birisi programı devam ettirmeye başlamış. Biz 1800’lere gelince, bir yazalım, bildirelim dedik. Tatminden uzak bir cevap geldi. “Sizinki rekora girmez, çünkü o program devam ediyor” dediler. İyi ama, başkası devam ettiriyor. Anladık ki başka hesapları var. Açıkcası pek umurumda da değildi… Aradan zaman geçtikten sonra bir de baktık ki, bizim program 2500 olmuş. Genel müdürümüz bize bunun için plaket verdi, bir kokteyl düzenledi. Ardından tekrar bir başvuralım dedik. Karşı taraf yine tatminden çok uzak bir cevap verdi. Türkiye’nin pop müzikle alakası olmaz, bunlar ne çalar, Arap müziği falan çalıyordur, bu da bizim kategoriye girmez diye düşünüyorlardı herhalde. 


 İngiltere’de BBC Radio 1’de, John Peel 60’lardan beridir mikrofonun başında. Onun programlarını dinleme fırsatınız oldu mu hiç?

İsmini sıkça duyduğum bir yapımcı, ama yabancı radyoları dinleme olanağımız yok burada. Yurtdışına da pek fazla çıkmadım, hiç dinlemedim kendisini.



Başından beri aynı cingılı kullanıyorsunuz, hiç değiştirmeyi düşündüğünüz veya o değil de keşke bu olsaydı dediğiniz oldu mu?

Evet, Bob James’in “Bizet” yorumu, o da programlar kadar tanınıyor artık… Değiştirmeyi hiç düşünmedim.


Senelerdir süren bir canlı program… Hiç yayındayken zor durumda kaldığınız oldu mu?

Olmaz mı, hem de kaç defa… Özellikle yeni çaycı geldiği zamanlar sık olur bu. Adam yeni başlamış, yayında olduğumuzu farketmiyor, pat odaya dalıyor, biz de dilimiz kurumuş, arada bir şeyler istiyoruz içmek için. Hop, aman, sus, sesini çıkarma diye işaret ediyoruz adama… Şebnem’le de arada olur, bizi çok güldüren bir dil sürçmesi veya başka bir şey, şarkıyı yayına verip kendimizi zor dışarı atarız…


Bir keresinde Elton John’un bir BBC kaydını dinlemiştik sizin programda. Böyle plak olarak yayınlanmamış kayıtlara nasıl ulaşırdınız? Diğer radyolardan da materyaller gelir miydi?

Avrupa Yayın Birliği’ne üye olduğumuz için bütün radyolarla program alışverişimiz var. Bu çerçevede BBC’den gelen bantlar vardı epey. Diziler yapmıştım o bantlar sayesinde. Birkaç program süren Who ve Rolling Stones dizileri… En önemlisi de 11 saatlik BBC belgeseliydi.


"1976 sonrasında rock müziğin altın çağı bıçak gibi kesildi. Neden? İşte bu disko sound’u yüzünden."


70’lerin ilk yarısı için rock’ın altın çağı demiştiniz… Stüdyo FM’de o dönemin albümlerine, ayrıca pop, caz rock gruplarına yer verdiniz… 70’lerin sonlarına doğru ortaya çıkan punk’ı veya sonrasında punk’ın ortaya çıkardığı akımları, grupları programınızda hiç göremedik.

Bende hiç olmayanlar: Bir, punk, ikincisi disko sound’u dahilindeki şeyler… Tabii disko daha olağanüstü bir sound… Neden yer almadılar derseniz, bakın: 1976 sonrasında rock müziğin altın çağı bıçak gibi kesildi. Neden? İşte bu disko sound’u yüzünden. Peki, disko sound’u niye çıktı? Rock müziğin 70’lerdeki o büyük patlaması, zaman geçtikçe müzikseverlerde bu müziği daha yüksek ve tatmin edici teknolojiyle dinleme ihtiyacını doğurdu. Müzikler o kadar geniş hacimlere ulaştı ki, daha iyi duyulan, daha güçlü sesler veren aletlere gereksinim duyuldu. Kabinler büyümeye başladı, watt’lar yükseldi, evlere sığmaz hale geldi. İnsanlar bunu paylaşmak arzusu içine girdiler ister istemez.  Diskotek endüstrisinin doğuşu buna dayanıyor. 70’lerde diskotek endüstrisi çığ gibi yayıldı. En çok soul müzikle dans edilir, ama zamanın müziği buna yetmiyor. Bütün eski şarkıları aldılar, elektronik aletlerle dakikada 75 vuruş ekleyip yepyeniymiş gibi sundular. Öyle bir noktaya geldi ki, insanlar şu an duyduklarını dünya popüler müziği sanıyor. Onun hangi aşamalardan geçtiğini bilmiyor. Bunun için onları kınamıyorum. 70’li yılları yaşayan bir müziksever olarak çok çaresiz olduklarını düşünüyorum.



Punk’a ne diyorsunuz?

70’lerde rock’ın altın çağı bitti, sonrasında disko da bir yerlerde tıkandı. Yine bir şeyler yapılması lazımdı, ortalık boş kaldı. Beğenilen bir şeylere benzemeliydi, belki oralardan bir şeyler kapılabilirdi. Yeni bir tür yaratmak, kabul ettirmek o kadar kolay değil. Ne yapıyorlar, bir isim takıyorlar hemen. Ne dediniz demin, “punk” mesela… Veya birileri de hiç sıkılmadan o kelimeyi kullanıp “alternatif rock” diye bir laf çıkarıyor ortaya… Şimdi “punk” dediğimiz şeyin içinde ne var? Birikimi, kapasitesi, yaratacak bir şeyi olmayanların yaptığı bir müzik… Roger Waters neden öyle şeyler yazdığını, yazabildiğini, nelerden, ne kadar çok etkilendiğini anlatmadı mı? Bunların anlatacak bir şeyi yok ki… Ama dikkat edin, görüntüye çok önem verirdi onlar. Görüntüyü değiştirebilirsin, ama önemli olan, yaptığın şeyin değeri.


70’lerin ortalarından sonra hiç dikkate değer kimse çıkmadı mı peki?

1976’dan bu yana çıkan tek bir önemli grup var, o da Dire Straits… Yıl 1978. Altın çağın üzerinden iki yıl geçmiş, disko sound’u bütün dünyayı kasıp kavuruyor ve 1978 yılında bir gitar sesi duyuyorum, ama bu gitar sesi bugüne kadar duyduklarımdan çok farklı. O an hiç tanımadığım Mark Knopfler’ın parmaklarının o gitarla cebelleştiğini hissettim. Daha önce onu ne gördüm, ne duydum. Bütün bunları ilk defa “Sultans Of Swing” de duyuyorum. 



İlk şarkılarıydı zaten.

Evet, sonra izlediğimde hakikaten gitarıyla cebelleştiğini görünce, doğru hissettiğimi anladım… Aynısını bir de Miles Davis’te yaşadım. .. Plaklarını dinlerken, bu adam şimdi bir köşeye çekilmiş çalıyordur derdim… Buradaki konserinde de öyle yaptı, ortada synthesizer’ler, Klavyeler, baslar, kan gövdeyi götürüyor, o köşesinde sakin sakin çalıyor…


Başka hangi konserler var sizde iz bırakan?

O kadar çok ki… 1984’te Paco de Lucia var mesela. Geniş bir ekiple gelmişti, perküsyonistler, gitaristler, şarkı söyleyenler… Nasıl bir konsantrasyon, nasıl bir ritm duygusu, takip edemiyorsunuz yaptıklarını… 1998’de “bu bir Eric Clapton konseri değildir” diye anons ettikleri konser de olağanüstüydü… Marcus Miller, Joe Sample, David Sanborn, Steve Gadd’le birlikte… Yıllarca beraber çalmış gibiydiler. Sonra bizim küçücük Arı Stüdyosu’ndaki Jethro Tull konseri de öyle… Wembley’de Pink Floyd’u izlemiştim bir de … Yıl 1988. Konsere gittiğimde beni ilk şaşırtan ne bir kuyruğun, ne bir sıranın olmasıydı. Herkes konsere az zaman kala gelip giriyordu içeri. Biz tabi epey önceden gittik. Konser muhteşemdi. Stadın. Bir ucundan bir ucuna çelik tel gerilmişti. Sonra ekranda o “Momentary Lapse Of Reason”ın kapağındaki yatak göründü, görüntü yaklaştı, yaklaştı sonra görüntüden fırlayan dev, canlı bir yatak, çelik tel üzerinde bir ucundan öbürüne ilerledi. Müthiş bir görsellik vardı konserde. Işıklar, lazer şovlar… İki tane dev, şişme domuz da vardı tabii…

"Türkiye’ye gelen ilk büyük rock grubu Omega’ydı bana göre. Bir Macar grubuydu, iyi bir rock grubuydu. Rolling Stones’lar, Elton John’lar, Jethro Tull’lar hayaldi o zaman bizim için. "


Daha o zaman Türkiye’ye böyle bir süper grup gelmemişti hiç…

Nerede! Türkiye’ye gelen ilk büyük rock grubu Omega’ydı bana göre. Bir Macar grubuydu, iyi bir rock grubuydu. Rolling Stones’lar, Elton John’lar, Jethro Tull’lar hayaldi o zaman bizim için. Ama hep söylerim, İstanbul Festivali çok büyük bir festival. Dünyanın sayılı büyük festivallerinden. 




Pink Floyd’un burada konser vermesi için imza kampanyası anons etmiştiniz bir programda.

Birkaç öğrenci vardı bu girişimi başlatan. Gerçi sonra kendileri de dağılmışlar farklı şehirlerde okudukları için… Yapabileceğimiz tek şey, o zaman şöyle binlerce imza toplansa, bu imzaları festivali düzenleyen arkadaşlarıma verip onların sponsorlarla görüşmesini sağlamak olabilirdi belki, ama olmadı… Patara’da bu müziksever arkadaşlardan bazıları dolaşırlarken David Gilmour’la karşılaşmışlar. Bir yatla dolaşıyormuş Gilmour. Hemen koşup yanına gitmişler. Şaşırmış, nasıl tanıdınız beni diye. Bu olaydan bahsetmişler. Bizim belli standartlarımız var, onlar yerine geldiği takdirde neden gelmeyelim demiş. 


Özellikle 80’li yıllarda, programlarınızda hem iyi bir dinleyici oluşmasını sağladınız, hem de dolaylı yoldan, ileri de müzisyen olacak insanları teşvik etmiş oldunuz… Vega grubu ilk albümlerinde TRT 3’ün radyo programlarına teşekkür ediyordu.

Çok memnun oldum. Aynı şeyleri bazı müzisyen arkadaşlarım da söylüyor bana, gerçekten çok onur verici bir şey.


Bir kuşak için bir “radio star”ısınız sonuçta… Ama bir de “Video Killed The Radio Star” durumu var… 80’lerle birlikte MTV de yayına başlıyor.

Türkiye’de radyo starları Avrupa veya Amerika’daki gibi olmuyor. Sonuçta birer devlet memuruyuz. Böyle bir star formatında olamdık, ihtiyaç da duymadık açıkçası. Müzikle ilgili bir toplantı veya konser olduğu zaman, müzikseverler çevremizi sarar, en fazla o olur. Tabii eskiden daha çok olurdu bu. Bir ara o kadar çok basında yer aldık ki, yüzümüzü de tanıdılar. 


Yeni “Stüdyo FM”lere gelelim… 80’lerdekinden çok fazla bir çeşitlilik var çaldıklarınızda…Punk’a prim vermediğiniz söylemiştiniz, ama Lou Reed, Patti Smith gibi isimleri çalmışsınız. Sonra Bon Jovi, Madonna, Michael Jackson… Hatta Fazıl Say, Pekinel’ler bile var bu seneki programlar içinde…

Bon Jovi son yıllarda dikkat çeken rock gruplarından biri. Madonna ve Michael Jackson’a gelince açıkçası fazla itibar etmediğim starlardan ikisidir. Ama ikisinin de albümlerinde beğendiğim şarkılar olabiliyor. Bu durumda, bakın bu sanatçılar böyle farklı şeyler de yapabiliyorlar diyerek çalarım. Patti Smith’i de eskiden duyduğum, dinlediğim gibi buldum konserde. Fazla değişmemiş, bütün klasını koydu ortaya. Lou Reed de öyle. Konsere geldikleri için yer verdim programda. Arada biraz formatın dışına da çıkabiliyorum tabii. Fazıl Say ve Pekinel’lerin albümü öyle. Benim için de dünyada iki tür müzik var: İyi müzik ve kötü müzik… Ben iyi müziğin her türlüsüne yer verebiliyorum.


Ama daha çok eskiden beri çaldığınız isimlerin yeni albümlerine yer veriyorsunuz.

Evet çoğunlukla öyle…Elime Billboard’u alıyorum, önünü arkasını çeviriyorum, Hot 200’e bakıyorum, 150 tanesini tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. Çünkü artık az çok ne olduğunu biliyorum. Bunun için gözümü dört açmış, Tina Turner, Elton John veya Rod Stewart’ın yeni albümü ne zaman çıkacak diye bekliyorum. 


Bir noktadan sonra belki artık plaklara ulaşma imkanı arttı, ama bu sefer de sevebileceğiniz müzikler bulmakta zorlanmaya başladınız.

80’lerin sonrası müzikte teknolojinin fazlalaştığı, synthesizer kullanımının çok arttığı bir dönem. O bakımdan yeni çıkan plakların pek beğenilerimize hitap etmediğini görüyorduk. Müzisyenlerin kendisinden duyuyordum artık. Müzik yapmak için insanın nota bilmesine, müzik dinlemesine, müziği sevmesine bile gerek yok diyorlardı. O makinenin başına geç, sen de müzik yapabilirsin. .. Hayretler içinde kalmamak mümkün değil.


Elektronik müzik bahsine hiç girmeyelim o zaman.

Müzik insanoğlundan çıkan bir şey. İnsan ya kendi sesini çıkaracak veya enstrümanından bir ses çıkaracak. Eric Clapton’a niye “slowhand” demişiz? Makinayla olmaz ki bu.


Söyleşi : Gökhan Pamuk

Roll dergisi 2003

 fotoğraflar:

 www.studyofm.com  

İzzet öz web sitesi

Roll dergisi'nden taranmış olarak.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder