Sayfalar

28 Kasım 2020 Cumartesi

Caz Rock gitaristi Eylül Biçer'den ilk albüm: Byblos



Caz gitaristi Eylül Biçer, bu cuma günü ( 27 Kasım 2020 ) ilk albümü "Byblos"u çıkardı. SiMU Records etiketiyle çıkan bu albümden ilk çalışma "Aslankara"yı 20 kasımda dijital platformlarda sunan Biçer, caz rock ve elektronik etkili bir tarza sahip olan 10 orijinal bestesinden oluşan "Byblos" ile karşımızda. 




15 yıllık bir müzikal geçmişe sahip olan Eylül Biçer, lise yıllarında müziğe başladı. YTÜ Müzik Toplulukları Programından mezun oldu. Bahçeşehir Üniversitesi Caz Yüksek Lisans programını tamamladı. Okul yıllarında ve özel olarak Mümtaz Solmaz, Şevket Akıncı, Önder Focan, Kalle Kalima ve Dave Allen gibi gitaristlerle çalışma fırsatı buldu. Kendi kurduğu ve dahil olduğu gruplarla birçok festivalde defalarca yer aldı. Gitarist olarak önemli isimlerin albümlerinde yer aldı. Ülkü Aybala Sunat’ın “Artiz Kahvesi” albümünde prodüktörlük ve aranjörlük görevlerini üstlendi; aynı albümde besteleri de yer aldı. Eylül Biçer, yurt içinde ve yurt dışında performanslarına devam ediyor.

Albümün adı "Byblos"... peki nedir bu? derseniz onu da şöyle açıklayalım:   Bu isim, geçmişi yedi bin yıl öncesine uzanan Beyrut'un yakınlarında denize kıyısı olan, Beyrutluların Jbail dedikleri antik bir şehrin adı. Oldukça güzel olan bu yer şimdilerde de turistik özelliği ile dikkat çeken bir yermiş. 

Albümü dinlerken ilk dikkatimi çeken parça, "İki Ara" oldu. Ancak bu parçanın süresi 2 dakika ile sınırlı olması bana yetmedi diyebilirim. Belki de benim kulağa daha bir rock tadında gelmiş olmasından biraz daha uzatılmasını istemiş olabilirim. Bu arada dinledikçe diğer çalışmalar da kendini belli etmeye başlıyor. 

Albümden not düşeceğim ilk izlenimlerden biri de kapağı oldu.  Ebru Ceylan'ın deseninden oluşan kapak sadeliği ve  doğallığı ile dikkatimi çekti. Bu dijital ortamda müzik iyi güzel de o eskilerin elle tutulu materyallerinde kapağın taşıdığı önem bir başka güzellikti. Şimdi o kapaklar dijital ortamlarda bit kadar haliyle biraz tadı bozuyor. Teknoloji güzel ama buna da bir çözüm düşünseler derim. (İsterlerse akıl vermeye hazırım. Biraz kafa yormakta fayda var hani)  

Albümle ilgili kısa bilgiler ise şöyle:

Gitarlar : Eylül Biçer

Rhodes, Synth ve Piyano : Can Çankaya

Davullar : Berke Özgümüş

Recorded at Hayyam Studios, İstanbul

Recording Engineer : Sinan Sakızlı

Recording Assistant : Ceylan Akçar

Mixing Engineer : Emre Malikler

Mastering Engineer : Mike Nielsen

Cover Illustration : Ebru Ceylan

Produced by : Eylül Biçer

SiMU Records - 2020

Ülkemizde her yeni caz albümü yayınlandığında içimi umut dolu bir sevinç kaplıyor  ve buna yanısıra bir korku da eşlik ediyor. Sevinci anladık da korku neyin nesi derseniz... Bizim o malum popülizmimiz (halk dalkavukluğu da diyebiliriz) gene pişmiş aşa su katacak endişesi diyelim hani. Bu sefer de endişem de yanıldığımı belirteyim. Bakalım zaman neler gösterir. 

Aptulika

28 Kasım 2020

23:34



Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 153



Stephen Crane
 "Canavar"
Uzun Öykü (Novella)
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri: Osman Çakmakçı
 (2020)

Yeni tanıdığım ve sevdiğim bir yazar olunca, bir biri ardına diğer kitaplarını da okumaya başlarım. Stephen Crane için de böyle oldu. Bu yazarın şu anda dilimize çevrilmiş iki eserini buldum... işte onlardan biri. 

"Sokak Kızı Maggie"de New York'un arka sokaklarını bize yansıtan Crane bu seferde ABD'nin ırk ayrımına el atmış. Yazar 1898 yılında yazdığı "Canavar" isimli novellasında, ABD'de hala yansıması süren siyahi insanlara ayrımcılık farklı bir bakışla eleştirel bir şekilde sunulmuş. 

Deri rengi, kökenleri ile insanları ayırmak insanlığın bitmeyen belası. ABD'de siyahi insana yapılan ayrımcılık bugün her ne kadar azalsa da hala sürmediğini söylemek de olanaksız gibi. Stephen Crane, bu konuyu yüzyıl öncesinden ele almış ve bizi de tedirgin edecek ( kendimizi sorgulayacağımız ) bir noktaya taşımış. 

 Stephen Crane, "Canavar" isimli eserinde New York yakınlarında yer alan Whilomville adlı kurgusal bir kasabada ırk ayrımına farklı bir bakış getirerek bu ayrımcılığa meydan okuyor. ABD'nin tarihinde siyahilerin ikinci sınıf vatandaş sayıldığı bilinir. Ayrımcılığın, ırkçılığın en had safhada olduğu yıllarda bir siyah, beyaz ırktan bir çocuğu kurtarmak uğruna yangının ortasına dalar. O siyah adam çocuğu kurtarır ama feci şekilde yanar ve suratı tanınmaz hale gelir. Şimdi kitabın tanıtım yazısından bir alıntıyla olayı açayım:
"Köleliğin kaldırılmasıyla birlikte siyahilere duyulan nefretin ayyuka çıkması yetmezmiş gibi, siyahi yardımcı Henry Johnson’ın da korkulan bir “canavara” dönüşmesiyle karakterler arasındaki bütün ilişkiler değişir. Görünen o ki bir insanın yüzünü kaybetmesi, toplumda ona atfedilen rolü de kaybederek tanınmaz hale gelmesi demektir. Yazar ise asıl canavarın Henry mi, yoksa kendinden olmayanı nefretle dışlayan toplum mu olduğuna karar vermeyi okuruna bırakır."

Stephen Crane'ın "Canavar" kitabı bizi gene empresyonist bir tablonun içine atıyor. Bu tabloda sosyolojik renklerle bu konudaki görme biçimlerimizi değerlendireceğiz.

"Canavar" novellasında Stephen Crane'nın ırk ayrımcılığına bir beyaz olarak yüzyıl öncesinden karşı duruş ve  ilerici yaklaşımını da övgüye değer buluyorum. 
 
 Aptulika
 

27 Kasım 2020 Cuma

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 152



Stephen Crane
 "Sokak Kızı Maggie
(Bir New York Hikayesi)"
Uzun Öykü (Novella)
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri Nilgün Miler
 (2020)

"Sokakta hayat vardır", "Arka sokaklar", "Varoşlar", "Underground" ve daha niceleri... Hepsinin sonuna bir de ünlem kattınız mı... oldukça havalı olur hani. Son otuz yılımızda bu tanımlar üzerine bir de "alt kültür" kreması sürülerek cezbedici hale getirilerek sunuldu durdu. Herkes kameralarının objektifini oraya dikti ama kimse oralarda yer almadan kaymağını yemeye tercih etti. Tabi bu konulara el atıp çok güzel işler çıkartanlar da oldu ama genele baktığımda hep bu şekilde örneklerden gına gelmiştir. Yoksul, ezilen kesimden gelip oraları anlatanların sınıf bilincini es geçmeleri... O kesimden gelmeyenlerin de maceralı gelmesi sebebiyle el attıkları ama sınıfsal bakışı es geçtikleri için çıkan sonuç  hep bu şekilde olumsuz yargılar taşımama sebep olmuştur. O kesimden gelenler oraları anlatırken sınıf atlamayı hedeflerken, dışardan bakanlardan da rahat yaşamlarına şükretmiş ve sonuçta sınıfsal bakışı es geçilmiş bir "Arka Mahalle Macerası"na döndürülmüştür. 
Bu dediklerim tabiki bizde yazılan edebiyat ürünlerinin tümü için bir yargı değildir ama popüler kültür alanında son otuz yılda  bu tip yaklaşımlar ortalığı fena halde toz dumana katmıştır. Sınıfsal bakışı eksik yaklaşımlarla neredeyse her şey bir reklam metin yazarı kafasına dönmüştür. 

Şimdilerde elime geçen bu kitabın ismini görünce aklıma gene bunlar gelmişti. Hele ki alt başlıktaki "Bir New York Hikayesi" alt başlığını da görünce kıllanmamış da değildim hani. Ancak yukarda bahsettiğim yaklaşımların dışında sokak ya da "arka mahalle"ye nasıl bakılır derseniz, Stephen Crane ismini bir yerlere not etmenizi salık veririm. 

Stephen Crane, 1871 ile 1900 arasında yaşamış ABD'li bir yazar. Gerçekçi anlatımıyla çağdaş Amerikan natüralizminin öncülerinden biri. "Sokak Kızı Maggie" yazarın 21 yaşında yazdığı ilk romanı. Aslında buna roman yerine uzun öykü (novella) dememiz daha uygun olur ama yüz sayfayı aşmayan bu eseri okurken kap kalın bir roman okumuş gibi hissediyorsunuz. Bunun yanısıra anlatımdaki sahneler kafanızda öyle canlanıyor ki sanki bir sinema filmi izlediğiniz bile sanıyorsunuz. Bunun başlıca sebeplerinden biri de Crane'in yazım dilinin resim sanatındaki empresyonizme (izlenimcilik) yakın bir işlevi taşıması. Crane anlatıcağı konuya kamerasını koymuş ve gerçeği tüm çıplaklığı ile sunmuş. Bunu yaparken ne bir güzelleme yapan süsleyici ne de bir ahlakçı gibi davranmış. Öyküyü izlemeniz için yalın bir şekilde ortaya koymuş ve kitabın isminin alt başlığına uyacak bir şekilde "Bir New York Öyküsü" ( yada kesiti diyelim) ortaya çıkmış. New York’un soygunlara, cinayetlere, fuhuşa sahne olan, göçmenlerle yoksulların yaşadığı kesimlerini bir izlenimci ressamın tuvali alıp, sunması gibi karşımıza çıkıyor. Burada Crane'in gazete muhabirliği yapması sebebiyle bu çevreyi iyi de tanıdığını söylemeliyiz. Bu nedenle Sokak Kızı Maggie’de kendi gözlemlerinden faydalanmış. Ama yukarda yazdığım yaklaşımda da belirttiğim gibi o çevreyi bir "sefalet güzellemesi" ya da ahlaki yargılama ile değil tamamen izlenimci bir kesitle yansıtmış. 
Kitapta İrlandalı göçmen bir ailenin üç çocuğundan biri olan, alkolik ebeveyn şiddetinin ve zorlu sokak şartlarının gölgesinde savunmasız kalan Maggie ile birlikte büyük şehrin kenarda köşede kalmış insanlarının gündelik hayatını ve alışkanlıklarını anlatan Crane, bize dönemin New York’undan bir kesit sunar.

Amerikan edebiyatında öncü bir görev üstlenen Stephen Crane, bu yapıtıyla sinemadaki anlatıma kadar etkili olmuştur. Buna karşın Crane bu ilk eserini 1893’te bastıracak yayınevi de bulamamış. Anlatımın sert olmasından dolayı yayıncılar yayınlamaya pek yanaşmamışlar. Yazar da Johnston Smith adıyla kendi olanaklarıyla çıkartmak zorunda kalmış. 

 Aptulika
 

25 Kasım 2020 Çarşamba

15 yıl önce bugün Best ve şimdi de Maradona'yı kaybettik.

 

 

Bugün 25 Kasım ve bundan 15 yıl önce 68'lerin efsane futbolcusu George Best'i kaybetmiştik. 



15. ölüm yıldönümünde Kuzey İrlanda'dan çıkan bu büyük futbolcuyu anacaktım. Bu konuda bir yazı yazmak için hazırlanıyordum ki, gelen bir haberle şaşkına dönecektim.

Şu anda gelen haberde :

 "Kısa bir süre önce geçirdiği beyin ameliyatından sonra Tigre'deki evinde olan 60 yaşındaki Diego Maradona kalp krizi sonrası yaşama veda etti."  

diyordu. 

15 yıl önce bugün 1968'lerin efsane futbolcusu George Best'i kaybetmiştik.

Bugün de 1980'lerin futbol efsanesi Maradona'yı kaybettik.



Her iki futbolcu da sıra dışı isimlerdi ve dönemlerine ve ötesine damgalarını vurdular.


Maradona 1980'ler ve 90'ların ... George Best 1968'lerin futbol efsaneleri ama bir de 1958 ve 60'ların efsanesi Brezilyalı Pele var. Bu yıl 80 yaşına gelen Pele, yaşayan en önemli futbol efsanesi olarak yaşamını sürdürüyor. 



24 Kasım 2020 Salı

Anthony Gomes'dan Containment Blues

 


Korona, Kovid ve Karantina derken pandemi devam ediyor. Her insanı vurdu ama sanatçı ve müzisyenleri daha bir vurdu bu dönem  ama müzik insanları gene de yeni yöntemler bularak ürettiklerini yansıtıyorlar. İşte onlardan biri de Anthony Gomes. Kanadalı blues rocker, dünyanın dört bir yanından müzisyenlerle bir araya gelerek, "Containment Blues" albümünü yapmış. Aslında Gomes, pandemi döneminde Toronta'dan ayrılmamış, bizde de canlı yayın, on line gibi yöntemlerin hayatımıza girdiği şekilde Brezilya, İsveç, Rusya, Venezuella, Kanada ve ABD'li müzisyenlerle bir araya gelerek kayda girmiş ve 15 Ekim 2020 tarihinde çıkan bu albümü yapmış. 

Kim ilgilenir bilmem ama Anthony Gomes'in albümde çalıştığı dünyanın dört bir yanındaki müzisyenlerin isimlerini ve ülkelerini aşağıdaki albüm iç kapağından öğrenebilirsiniz.



Yukardaki görselde bilmem farkettiniz mi? Albüm kapak görsellerini de Anthony Gomes kendisi illüstrasyonlarıyla oluşturmuş. Şarkı sözleri ve besteler de bir parça dışında tümüyle Gomes'e ait olmakta ki, adamın önünde bir kez daha şapka çıkararak selam sunuyorum. Ama benim için Gomes'in aklımı çelen yanı sesi. Çoğunlukla İskoç kökenli müzisyenlerde olan çatlak ses her zaman aklımı başımdan almıştır. Şimdi Anthony Gomes'i de tanıyınca bir kez daha keyiflendim. Albümün bütününde hem sesi hem de müzikalitesiyle dinlerken sizi tümüyle kavrıyor. 



Anthony Gomes'in yeni albümü pandemi döneminin izlerini taşıyor. Zaten albümüm ismi olan "Containment Blues" parçası Gomes'in kayınvalidesinin marketten tuvalet kağıdı ısmarlarken kendisine "Sosyal mesafeye dikkat et" uyarısını anlatan, espirili bir çalışma.  

2018'de çıkan "Peace, Love and Loud Guitars" ile üstün bir başarıyı yakalayan Anthony Gomes blues temelli müziği ve gitaristliği ile hard rock dinleyen kulakları da bir hayli mutlu edecek bir isim. Sanatçı bu yeni albümünde üç parçada keman, çello katılımıyla yeni bir boyut da verirken, kimi zaman da flamenko stili gitarı da müziğine katmış. 

Yazımızın sonuna da Anthony Gomes'in albümüyle ilgili  bir müzik sitesinde yapılan kritikteki yoruma yer vererek bitireyim:

"Her sanatçı pandemi döneminde albümlerini ertelerken, Gomes bunu olumluya çevirdi."

Bence bu yorum pek de haksız sayılmaz ama eksik, zira Gomes bu dönemde bize olumluluk yanında bir de ilaç gibi geldi.

Aptulika






22 Kasım 2020 Pazar

Sevinç Yurdem'in ses imzasıyla Caz Standartları


"Nina Simone, Billie Holiday, Frank Sinatra gibi efsanelerden duymaya alışık olduğumuz caz eserleri, Sevinç Yurdem yorumuyla tekrar hayat buluyor."

Albümün tanıtım bülteninde Sevinç Yurdem'in yeni albümü "Selections" ile ilgili böyle demişler. Çok güzel tanımlamışlar ama bence Abbey Lincoln ismini de anmaları gerekti. Tabi şimdi, "Be adam, o ismi kim bilir." diyebilirler ve haklılık payları da yok değildir ama Sevinç Yurdem'in albümünde Nina Simone klasiği "Don't Explain"ı dinlerken aklıma geliverdi. Simone'nun yorumlarını çok sever ve özgün bulurum ama "Don't Explain"i Abbey Lincoln yorumuyla ayrıcalıklı bulurum. Yurdem'in albümünde bu şarkının yorumunu dinlerken hem Abbey Lincoln'ü  hem de Nina Simone'u hissettim. Bu ezberlenmiş bir taklit değil, o iki sanatçının ruhunu hissedip, kendi çizgisini imza olarak ortaya koyabilmekti. Sadece Lincoln, Simone değil Ayten Alpman, Sevinç Tevs ve Rüçhan Çamay'ı da hissettim. 

Yüzyıllık Doluluk

Benim ayıbım ama Sevinç Yurdem'in vokaliyle ilk kez tanıştım ve hayranlık duydum. Caz kadın vokali adına gurur verici bir nokta. Farkındayım, yazıya apar topar başladım. Bu albüm nedir? Caz mıdır? Rock mıdır?  Hiç bir tüyo vermeden yazıya bodoslama daldım ama yılların dolmuşluğu var ve bir anda döküldüm, uluorta ve selamsız.  Öncelikle Sevinç Yurdem bir caz vokalisti ve bu hafta çıkan "Selections" albümünde caz standartlarına kendi yorumunu katarak yer vermiş. Diye ufaktan olayın aslını biraz anlattıktan sonra yılların doluluğuna bodoslama devam etmeyi sürdüreyim. 

Bizde iyi olan, yeni olan cezalandırılır

Hani Jethro Tull'ın tek parçalık efsane albümü "Thick As A Brick"te, "Bak bir çocuk doğar/ ...Biz onu adam ederiz / Ticarete bulaştırıp, vurgunculuğu ve /yağmurda nasıl şarkı söyleneceğini öğretiriz." Her iyi bir şeyle karşılaştığımda aklıma bu bölümdeki sözler gelir. Şimdi Sevinç Yurdem'i dinlerken aynı paniği yaşadım. Bizim diyarlarda iyi bir şey çıktı mı herkes bir yerinden takılır, oradan buradan çekiştirip kendilerine benzetilir. Bizde iyi olan yeni olan cezalandırılmalı ve var olana benzetildikten sonra geçer akçe olmalıdır. Hani o meşhur teori vardır ve ilk duyuşta akla uygun bile görülür: "Yahu kuzum, her şey iyi, güzel de bizden bir şeyler katsana." Evet doğru gibi gözükür ve yelkenleri indirmek zorunda kalırsınız ve ardından elbise daraltılır, oradan buradan çekiştirilir, malzemeden çalınır, iki üç de "cış tak" konulur, bir de darbuka ve iş tamamdır. Benim daha doğduğum yıllarda Ayten Alpman, Stockholm'e gider ve yetkin cazcılarla çalışır. Amacı Türkiye'ye dönüp, caz yapmaktır. Döner de ve geldiğinde ona, "Bildiklerin sana kalsın, şimdi biz sana yabancı parçalara söz yazalım, sen onları oku." derler. Hani o malum tartışma vardır ya, (Asla girmeyeceğim) "Niye İngilizce ? Türkçe yapsak daha iyi değil mi?"... O yıllarda (hatta bu güne kadar da) kimse şunu sormayı akıl edemedi: "Tabiki şarkıların sözleri Türkçe olmalı ama ya besteler ya yorum ?" 

Bir çoğunuz haklı olarak "yahu buraya nerden geldik?" diyeceksiniz ama dediğim gibi neredeyse yarım asırlık doluluğum işte, anlayıverin beni. 

Baltalarla girişip şekilsiz plazalar dikmek

Sevinç Yurdem, caz standartlarını yorumlayıp, albüm yapmış. Birileri kalkıp, "Bu şarkıları onca usta isimler okudu, yeniden yapmanın ne anlamı var ?" Bunlar caz standartları ve her okuyan kendi rengini, yorumunu kattığı için onlarca yıllarca yapılır. Yurdem de yorumuyla bu işi başarmış. Kimin umrundadır bilmem ama ben kendi adıma çok önemsedim. Ülkemizde bu alanda o kadar balta darbesi aldık ki, dilerim burayı de baltalayıp, üzerine şekilsiz bir plaza dikmezler. 

*

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji bölümünden mezun olan Sevinç Yurdem, öğrencilik dönemi boyunca ayrıca D.E.Ü. şan bölümü hocası Sebahat Tekebaş’tan özel şan dersleri almış. Aynı dönemde piyanist Ömür Gidel ile transcription, scat, caz armonisi üzerine çalışmalar yapmış ve çok geniş bir caz standartları repertuvarı hazırlamış. Üniversite ile birlikte sahne çalışmalarına da başlamış.  2004 yılında ilk kez Ayla Dikmen adına verilen başarı ödülünü almış.

Yorumculuğa orkestra şarkıcılığı ile başlayan Yurdem, birçok bağımsız tarzda projede yer almış. İzmir Kent Orkestrası solistliği yapan sanatçı bu süre zarfında da birçok şehir, mekân ve festivalde sahne aldı, adından çokça söz ettirdi. 2012 yılında TRT 1’de yayınlanan Türkülerle Caz projesinde yer aldı. Kariyerine bir süre Londra’da devam eden sanatçı, burada da çeşitli mekanlarda sahne almış.

Sevinç Yurdem'in “Selections” albümünün bilgilerini de kendisinden dinleyelim: 

“Çok uzun zamandır sahnede söylediğim ve kendimi en iyi şekilde ifade ettiğim şarkılardan oluşan bir seçki “Selections”. Müziğe başladığım ilk günlerden beri caz söylüyorum. Bir gün bu şarkılardan oluşan bir albüm fikri her zaman aklımın bir köşesindeydi, Universal Müzik Türkiye’nin desteğiyle bu hayali gerçekleştirmiş oldum. Albümde Nina Simone, Billie Holliday, Frank Sinatra, Tony Bennet, Sarah Vaughan gibi efsanelerin seslendirdiği 6 şarkıyı kendi yorumumla sizlere sunuyorum. Babajim Stüdyolarında 3 günde canlı olarak kaydettiğimiz albümün aranjelerini Kerem Türkaydın ve Uğur Güneş yaptı.” 

  “Selections” albümünü dijital platformlar üzerinden satın almak ve dinlemek için:

https://umgturkey.lnk.to/sevinc-yurdum-selections


Evet, belki lafı oradan buradan girip uzattım ama Sevinç Yurdem'in albümünü dinlerken aklıma gelenleri sizlerle paylaşmak istedim. Belki uzattım ama bunları yazmasam size karşı samimi olamayacaktım. 

Aptulika





 

 

20 Kasım 2020 Cuma

Avustralya'dan akustik blues için örnek olacak ikili



 Josh Teskey ve Ash Grunwald ikilisinin ismi bir çoğunuz için pek bir şey hatırlatmıyor hatta hiç bir şey ifade etmiyordur ama ilerki zamanlarda blues rock adına bahisleri bir hayli geçeceğe benzer. Hoş bu ikilinin yaptığı ve 13 Kasım (2020) tarihinde piyasaya çıkan "Push The Blues Away" albümleri daha şimdiden dünya blues çevrelerinde olumlu  eleştiriler alarak, beğeni topladı bile.

Avustralyalı iki blues müzisyeni böyle bir albüm yapma fikrine geçen yıl bir tesadüf eseri karar vermişler. 2019 yılında bir film çalışması için ilk defa bir araya gelen bu ikili Elmore James'in blues klasiği "The Sky is Crying"i doğaçlama şeklinde yorumlamışlar. Bu bir seferlik buluşmadan öyle keyifli bir sonuç çıkmış ki, ardından "Neden ikili olarak akustik bir blues albümü yapmıyoruz?" demişler ve böylece bugün zevkle dinlediğimiz, "Push The Blues Away" albümü ortaya çıkmış. Ash Grunwald albümle ilgili olarak, "Bence bu albüm herhangi bir blues albümünün nasıl olması gerektiğine göre yapıldı" diyor. Eh bu tanımlama biraz böbürlenme havası verebilir ama Grunwald lafının devamında, "Kendiliğinden ve içgüdüsel olarak." diyerek işin aslını özetliyor. 

Albümü dinlerken, Ash Grunwald'ın sözlerine katılmamanız elde değil hani. İkili öyle samimi, içten ve hesapsız bir şekilde bir birliktelik ortaya koymuşlar. Analog olarak kaydedilen albüm bize 1970'lerin hatta 50'lerin blues albümlerinin havasını veriyor. Albüm kapağı da dahil olmak üzere birine bu albümün 1968 yılında yapıldığı falan söyleseniz bile yer.  "Push The Blues Away" eski dönemleri hatırlatıyor hatırlatmasına ama son zamanların "nostalji" modası türünde bir cıvıklık ya da plak şirketi oyunları değil bu. Evet eskiyi hatırlatıyor ama bu bal gibi bugünün çalışması, zira Josh Teskey ve Ash Grunwald'ın isminin birlikteliği bir o kadar da özgünlük taşıyor. 

Biz gene Josh Teskey ve Ash Grunwald ikilisinin "Push The Blues Away" albümünü parçalarıyla şöyle bir analiz edelim. 

"Low Down Dog" - Albümün açılış parçasında tempo ve ölçülülük açısından klasik blues atmosferine harika bir giriş yapılıyor. Öncelikle armonika ve yavaş tempoda akan gitar bizleri bir anda içine alıyor. Parçanın başında Grunwald'ın 70'leri hatırlatan vokali "hah işte budur" dedirtirken ardından gelen Teskey'in vokali ikili çalışmanın uyumuna dair ilk tiyoyu veriyor. 

"Hungry Heart" - Parçanın girişiyle birlikte Ash Grunwald'ın vokali bana bir anda Creedence Clearwater Revival'ı ve tabiki John Fogerty'i hatırlattı. Ama bu bire bir taklitten öte o ruhla beslenmiş ve blues'la harmanlanmış bir saygı niteliğinde. Bu şarkı şu anda yaşadığımız soğuk kış günlerinde yazı hatırlatıyor. Öyle ki gece vakti kumsalda bir ateş yakmış gitar eşliğinde şarkılar söylüyormuşsunuz gibi... Tabii bir süre sonra ister istemez parçaya siz de katılıyorsunuz. 

"Thinking Bout Myself" - Albüm çıkmadan önce ilk kez duyurulan parçasıymış... yani albüm çıkmadan önce ABC'nin 'The Sound' isimli TV programında ilk kez seslendirmişler. Grunwald'ın gitarındaki hafif distorsiyon ilk anda hissediliyor. Alkış ritmi ve heyacan verici armonika parçanın enerjisini yönlendiriyor. Tesley'in  boğuk vokali ile Grunwald'ın derinlikli ve bir o kadar da ruha işleyen vokali birbirine kontrast oluşturması bu ikilinin başarı çizgisini yükseltiyor.  

"Push The Blues Away" - Albüme adını veren bu çalışma Tesley tarafından yazılmış ve Grunwald'ın yumuşak gitar tonu güzel bir etki yaratıyor. Ufak çaplı bir armonika solosu ise hafızamıza kazınacak nitelikte.

"It Rained" - Klasik blues'ın etkisini hissettiğimiz bu çalışmada şapka çıkarmak zorundayız. Bu şarkı bizi Mississippi'de çalışan siyahi işçilerin arasına götürüyor ve kara ormanların çetin ortamında tempo tutuyoruz. Bir kez daha tekrar ediyorum, ikili (Duo) çalışma için örnek teşkil edecek bir çalışma. 

"Something With Feel" - 'It Rained'in kırsal yapısından sonra bu parça ile tekrar kente geliyoruz. Parçada özellikle gitar rifflerinin etkisine giriyoruz.

"Preachin' Blues" - Albümün son iki parçası ustalara saygı nitelinde ve finale bir kala onlardan biri olan Son House klasiği "Preachin' Blues".

"The Sky is Crying" - Ve finale oturan Elmore James başyapıtı. Aslında bu albümün ilk işaret fiseği de bu Elmore James kavır'ı olmuş. Bizim dilimize son 30 yıldır yerleşen "Cover" ve sonradan telaffuzunu bize yönlendirerek "Kavır" yaparak Türkçeleştirdiğimiz kavram. Hoş buna 80'lerin sonu 90'ların başı Türk Rock grupları "İcra" derlerdi ve tabi "İcra Grubu" demek de "Kavır Grubu" anlamına gelirdi. Neyse lafı böyle ayrıntılarla dallanıp budaklandırdıktan sonra biz gene albümümüze gelelim... Tesley ve Grunwald burada Elmore James parçasını kavır yapmışlar ama doğaçalama şeklinde. Hadi bi de karşımıza "doğaçlama kavır" çıktı. Onu da anlamak için bu yorumu bire bir dinlemeniz gerekiyor. İş Blues olunca kavır da olsa kendinizden bir renk katıp, yeni bir boyut getirebilmelisiniz. 

Avustralya'dan iki müzisyen Josh Teskey ve Ash Grunwald bir araya gelerek, "Push The Blues Away" adında harika bir akustik blues albümüne damga vurmuşlar. Bu pandemi döneminde iyicene yavanlaşırken, bizlere bir anlamda umut oldular. Sanatla ve müzikle direnme olur mu? Asıl öyle olur diyorum ve bu ikilinin albümüne bir kez daha kulak kabartıyorum. Size de tavsiye ederim. 

Aptulika








16 Kasım 2020 Pazartesi

Her şey bitti derken... Yeniden AC/DC !

Geçtiğimiz Cuma günü AC/DC’nin yeni albümü “Power Up” çıktı. O gün albümü dinleyerek bir yazı kaleme almıştım. Aynı yazıda albümle ilgili detay bilgileri veremediğimi düşünerek, bir sonraki yazıya bırakacağımı söylemiştim. Ancak yeni bir yazı hazırlamak yerine BBC internet sitesinde AC/DC’nin albüm haberi aşamaları, grup elemanlarıyla yapılan röportajlarla çok güzel sunulmuştu. Bu nedenle yeni bir yazı yazmak yerine o yazıdan alıntılara yer vereceğim.

Aptulika



6 yıl sonra ve her şey bitti derken...

1973 yılında kurulan dünya Rock müziği sahnesinin efsane gruplarından AC/DC, 6 yılın ardından yeni albümle geri döndü. "Power Up" adlı albümde 12 şarkı yer alıyor.

Dört yıl önce 88 konserlik Rock Or Bust turnesini Philadelphia'daki Wells Fargo Center'da verdikleri konserle tamamlamıştı. Ancak bu turnenin bitişiyle birlikte grubun müzik hayatına devam etmesi konusunda kara bulutlar hakimdi. 

Daha “Rock Or Bust” turnesi devam ederken, grubun vokalisti Brian Johnson rahatsızlanacak ve turneyi bırakmak zorunda kalacaktı. Aslında “turneyi bırakma” lafı bile oldukça iyimser kalmaktaydı, zira efsanevi vokalist neredeyse müziği bırakma durumundaydı. Turnedeki konserlerinden birinde sesleri duyamadığını fark eden vokalisti  muayene eden doktorlar ona  turneyi bırakmasını söyleyeceklerdi. Zira doktorlar, turneyi bırakmaması durumunda işitme kaybı riskiyle karşılaşıp bütünüyle sağır kalacağını söylüyorlardı. Bu sebeple Brain Johnson turnenin kalan 23 konserinde yerini Axl Rose'a bırakacaktı. Bu sadece 23 konserlik bir ara değildi ve Johnson’un müzik hayatını da noktaladığına dair acı bir haberdi. 



AC/DC’nin etrafını saran kara bulutlar sadece bununla kalmayacaktı. Grubun kuruluşunda yer alan Angus’un abisi Malcolm Young ise daha çok önceden müzik hayatını ister istemez noktalamak zorunda kalmıştı. Demans rahatsızlığına yakalanan gitarist, bir süre sonra da hayata veda edecekti.  Efsane rock grubunun etrafını saran kara bulutlar bu kadarla kalıyor muydu? Ne gezer... bir de buna davulcu Phil Rudd'un hapise girmesi tuz biber ekecekti. Rudd ölümle tehdit suçlamasıyla Yeni Zelanda'da ev hapsine alınacaktı. 

Bu yüzden grubun kurucu üyesi Angus Young, turnenin son konserinin yapıldığı Wells Fargo Center'da finale oturan "For Those About to Rock (We Salute You)" şarkısının son akorunu bastığında AC/DC'nin konserlerinin de, kayıtlarının da artık bittiğini düşündü.

Belki bundan sonrası için plak şirketi bir toplama albüm önerebilirdi ama Young, "Başka bir albüm yapamayacağız." diye düşündü.

Florida, Sarasota'daki evinde, Johnson zorunlu bir emeklilikle yüzleştiğinde aynı derecede umutsuz hissediyordu.

Johnson o günlerine dair, "Orası oldukça yalnız bir yerdi. 37 yıldır birlikte olduğunuz iş arkadaşlarınızdan oluşan aileniz aniden gitti ve yapacak hiçbir şeyiniz kalmadı" diye anlatıyor.

"Birkaç ay boyunca kafamı bir şişe viskiye gömdüm. Epey işe yaradı!"

Ancak son dört yılda Young grubu yavaş yavaş ve titiz bir şekilde bir araya getirdi. Johnson bile, işitme duyusunu geri kazanacak öncü ve gizli çalışmalar yaparak gruba geri dönebildi.

Sonuç mu? 

6 yıl sonra yayımlanan grubun zamana karşı test edilmiş, onaylanmış formülünden ne sapan ne de onu incelten 17'nci stüdyo albümü: Power Up.



Young albüm hakkında, "Her zaman çaldığımız gibi çaldık. Yolumuzdan da sapmadık” diyor:

"Belki inatçı olduğumuz içindir ama The Stones'u dinlemek istediğimde The Stones'un caz grubu olmaya çalışmasına ihtiyacım yok. En iyi yaptığımız şeye sadık kaldık. Her zaman gücümüzün zayıflığımız olmadığını gördük."

 

'ŞARKILAR ARŞİVLERDEN ÇIKTI'

Albüm, 2017'de geçirdiği ağır demansın ardından yaşamını yitiren Malcolm Young'a adandı ve 1975'te yayımlanan ilk albümleri High Voltage'da bu yana her AC/DC parçasında olduğu gibi, her parçada ortak şarkı sözü yazarı olarak belirtildi.

Albüm kayıtları için Angus Young, kardeşi ile 2008'deki Black Ice albümü hazırlıklarında oluşturdukları arşive geri döndü.

2000 yılında yayımladıkları Stiff Upper Lip albümü ile Black Ice arasında uzunca ara verdiklerini ifade eden Young arşivlerini, "Bu sebeple Malcolm ile birlikte AC/DC için şarkı fikirleri üzerinde birlikte çalıştığımız uzun yıllarımız oldu" sözleriyle anlatıyor.

O kadar çok şarkı yazmışlardı ki Black Ice'a girecek parçaları seçmeye sıra geldiğinde bir CD'yi dahi tamamlayamamışlardı.

Bu demolara geri döndüğünde Young, kendi deyimiyle "oldukça iyi, sağlam bir şarkı koleksiyonu" keşfetti. Bazıları tamamlanmıştı, bazılarının ise detaylandırılması gerekiyordu.

Fakat Young tamamlanmış "güçlü bir şarkı yığınına" sahip olduğunda, başka bir sorunla karşı karşıya kaldı: Solisti bir kenara, bir grubu bile yoktu.

Johnson AC/DC'ye, vokalist Bon Scott'ın 1980'de alkol zehirlenmesi sonucu ölümünün ardından katılmıştı.


Johson'ın grupla kaydettiği ilk albümü (Scott'a ithaf edildi) Back In Black müzik tarihin en çok satan albümlerinden biri oldu ve dünya çapında 50 milyondan fazla sattı.

Ancak ne var ki Johnson, Rock Or Bust turunun ortasında işitme güçlüğü çekmeye başladı.

Johnson o günleri şu sözlerle anlatıyor:

"Kulaklarım 45-50 dakikadan sonra gidiyordu. Gitarları duyamıyordum. Bir şarkıcı için korkunç bir durum."

Çoğu hayran bu durumu fark etmedi bile. Kas hafızası sayesinde konserleri tamamladığını ifade eden Johnson, sonlara doğru bunun acayip zorlaştığını aktarıyor.

Johson'ın turneden ayrılmasından da öte grup turneyi bitirebilirdi. Ancak Young, turneyi iptal etmenin "pek çok yasal şeyi" içereceğini söylüyor. Ki neredeyse 90 kişiden oluşan bir tur ekibinin işten çıkarılmasından bahsetmeye bile gerek yok.

Ardından, damdan düşercesine Guns N 'Roses'un yıldızı Axl Rose aradı ve görev alabileceğini söyledi.

 'AXL ROSE'A MİNNETTARIZ'

Kalan 23 konserde mikrofonun başına geçen Rose için konuşan Young, "Gerçekten minnettar olduk çünkü en iyi performansını sergiledi ve bu konserleri bitirmemize yardımcı oldu" diyor.



Ancak Rose asla grubun kalıcı bir üyesi olmayacaktı. Ve turne bittiğinde de basçı Cliff Williams, "korkunç baş dönmesinden" muzdarip olduğu gerekçesiyle emekli olma niyetini açıkladı.

Johnson, ekibin diğer üyelerinin haberi olmadan, işitme sorunlarını çözmeye yardımcı olabileceğini söyleyen ses uzmanı Stephen Ambrose ile görüşmüştü. Günümüzde turne sanatçıları tarafından yaygın olarak kullanılan kablosuz kulak içi monitörleri icat eden Ambrose, Johnson'ın kulak zarına daha fazla zarar vermeden performans göstermesine izin verecek yeni bir kulaklık türü icat ettiğini iddia etti. Üç yıllık denemelerin ardından Johnson, teknolojinin kendisine tekrar turneye çıkmasına izin verebileceğini söylüyor. Sahip olduğu teknolojinin açıklanmaması için bir anlaşma imzaladığını aktaran Johnson küçük bir ipucu veriyor: "Bunun protez bir kulak zarı olduğunu söylersem, gerçeğe yakın bir yere varırsınız."Johnson, bu teknolojik yenilik sayesinde gruba dönebilse de onları gerçekten bir araya getiren kişinin Malcolm olduğunu söylüyor:

"Malcolm artık aramızda olmasa da, hayatta çok güçlü bir karakterdi. Ve hâlâ pes etmedi. Spiritüalist falan değiliz, ama o orada."

Grup ilk olarak 2017'de Malcolm'un Avustralya'daki cenazesinde yeniden bir araya geldi. Johnson, "Hepimiz orada otururken konuşulmamış bir bağ vardı, güven vardı. Ve bunun kıvılcım yaratmış olabileceğini düşünüyorum" diyor.

Bu aşamada, hakkındaki uyuşturucu bulundurma ve bir çalışanı ölümle tehdit etmek suçlamalarını kabul etmesinin ardından Rudd, hukuki sorunlarını geride bırakmıştı. Bu, Rudd'un metamfetamin etkisinde olduğu bir döneme denk düşüyor. Ancak Young, davulcunun bugün "iyi durumda olduğunu ve birçok problemini çözdüğünü" söylüyor. .

2015 yılında Rudd ile turneye çıkmayı reddeden grup, onu tekrar aralarına almış oldu. Grup yeniden bir araya geldiğinde, Williams ise emeklilik günlerinden emekli olmaya pek ikna olmadı.

AC/DC, prodüktör Brendan O'Brien ile 2018 yazında Vancouver'da yeniden bir araya geldi.


Johnson, yeniden stüdyoya girme sürecini "Tüm bu çabaların sonunda hiçbir şey çıkmazsa diye yaptıklarımızı gizlice yapmak istedik" diye anlatıyor:

"Ama tabii ki birisi gelip, biz stüdyonun dışındaki yangın merdivenlerinde sigara içerken sinsice fotoğrafımızı çekti. "

MALCOLM OLMADAN İLK ALBÜM

Kaydettikleri üçüncü şarkı, havalı riff'leriyle ve kaburga sallayan davullarıyla geri dönüş single'ları olacak olan "Shot In The Dark"tı.

En önemlisi, Johnson'ın vokalleri tam gaz yola çıkmıştı.

Young hayret ederek, "Başka zamanlarda basmadığı her notayı basıyordu" diyor.

Ancak grup, bunun Malcolm olmadan yaptıkları ilk albüm olduğunun farkındaydı.

Johnson, "Onu her yerde hissettik" diyor:

"Angus, kardeş oldukları için herkesten daha fazla hissetti. Sırf şarkı için Malcolm'den geçer not alabilmek için 'Şarkıyı tamamlamadan önce Malcolm ile kafamda bir konuşma yapıyorum' dedi."

Malcolm'un kayıtlarından bazılarını albüme dahil etmek kolay olabilirdi. Ama Angus bunun ona saygısızlık olacağını düşünüyordu:

"Bunlar onun gerçek gitarı mı olacaktı? Bunu bilinçli olarak yapmamayı seçtim. Malcolm nevi şahsına münhasır bir kişiydi. Kayıtlardan parçalar kesmeye başlamak istemedim.

"Bugünlerde bunu yapacak araçların olduğunu biliyorum, ama Malcolm bence bu durumdan hoşlanmazdı. Sağlam bir yaklaşım olmasını isterdi. Kardeşi olarak, onun kayıtlarından parçalar kullansaydım garip hissederdim."

Şarkı sözleriyle albüm hayranlarının beklediği kelime oyunlarına sahip. Ama mesela "Through the Mists of Time" isimli parçada düşünmek için de bir yer var.


Şarkı için "genç ve aptal olduğumuz mutlu rock and roll zamanlarına bir övgü" olduğunu söyleyen Johnson, şarkıda şöyle diyor: "Karanlık gölgeleri görün / Duvarlarda / Resimleri görün / Bazıları asılı, bazıları düşüyor."

Ve şöyle ekliyor: "Şarkı her çaldığında zihnimde Malcolm'u görüyorum."

'KORONAVİRÜS BİTTİĞİNDE COŞKUMUZ MUHTEŞEM OLACAK'

Stüdyoda şarkıyı kaydetmek de elbette bir şey ama kaydettiğiniz o şarkıyı canlı canlı konserde çalmak apayrı bir şey. AC/DC'nin albüm tamamlandıktan sonra turneye çıkıp çıkamayacağı bir soruydu. Cevabını bu yılın başında Hollanda'da aldılar.

Grup, resmi olarak "Shot In The Dark" şarkısına bir video klip çekmek için oradaydı. Ancak Angus Young'ın başka fikirleri de vardı. Yapılıp yapılamayacağını görmek için tam bir prova hazırlanmasını önerdi. Johnson, kendine özgü Geordie aksanında "Bize bir cankurtaran halatı atıyordu" diyor. Olup biteni Johnson şu sözlerle anlatıyor:

"Grup, 'Sakin sakin mi başlayalım, ne yapalım?' diye sordu. Ben ise 'Hayır Angus. Savaş başlasın istiyorum ... Back In Black'e ne dersiniz?' diye sordum. Çalıp, söyleyebileceğiniz en zor şey... Ve biz bunun üstesinden geldik. Sonra Shook To Thrill'i de kotardık. Sonrasında da 15 gün boyunca hiç durmadık. Benim için çok büyük bir gündü. Her şeyi duyabiliyordum ve sadece 'Aman Tanrım' dedim. Bu bir mucizeydi."

Kısa bir süre sonra koronavirüs salgını patlak verdi ve turneye çıkma hayali kısa süre içerisinde rafa kaldırdı. Grup yine de yola çıkıp çıkamayacaklarından emin değil.

Johnson, "Dürüst olmak gerekirse, biri 'başlıyoruz' dediğinde hissettiğim duyguyu hayal ediyorum. Bunun nasıl olacağını sadece hayal edebiliyorum" diye konuşuyor.

"Umarım formda ve sağlıklı kalabilirim. Umarım insanlar, kendilerini güvende hissederler ve tekrar bir araya gelebilirler. Koronavirüs gittiğinde coşkumuz fantastik olacak. Bu olduğunda orada olmak istiyorum."

BBC Türkçe







13 Kasım 2020 Cuma

17'sinde 25'inde ve tabi 70'inde de AC/DC dinlenir. Çünkü Rock'n Roll ebedi gençliktir.



 1987 yıl gibiydi ve Gırgır dergisinde Grup Perişan köşesini çizmeye başlamış ve yavaş yavaş kenarlardan rock taşmalarına başlamıştım. İşte o sıralarda benim eve bir karikatürist arkadaşım konuk olarak gelmişti. O da rock dinleyen biriydi ama duvarlarımda AC/DC posterlerini görünce şaşırarak, 
"Ben lisedeyken dinlerdim ama sen hala bu yaşta AC/DC mi dinliyorsun" 
demişti. O dönemde AC/DC grubunu "Teenage" denilen yeni yetmeler dinler demeye getiriyordu yani. O arkadaşım AC/DC'yi çok önceleri dinlemiş ama o sıralarda ilgisini punk ve post punk türlerine döndürmüştü. Ben ise o sıralar 25 yaşındaydım ve AC/DC dinliyordum. Bu sevda 25 yaşında değil sonraları da devam etti hani. 

Şimdilerde 60'lara merdiven dayadık ve bugün yeni çıkan AC/DC albümünü şöyle bir göz atayım derken, kaptırdım gitti. Açık konuşmak gerekirse 6 yıl önce çıkan albümlerinde biraz, "Yahu 60 yaşına gelmiş adam hala kısa pantolonlu ergen çocuk gibi oradan oraya zıp zıplar mı?" demişliğimde vardır hani. Belki de o bir önceki "Black Ice" albümünün bana biraz yavan gelmiş olması da bu fikrime etken olmuştur ama şimdi ben onların albümünü dinlerken 60'a iki kala evin içinde zıp zıplıyorum. Evet bugün 13 Kasım (2020) günü AC/DC'nin yeni albümü "Power Up" çıktı ve olan oldu. 

AC/DC'nin müzik sahnesine çıkışı tam 47 yıl önce olmuş. Angus o dönemde 17 yaşında falanmış ve şimdi 70 yaşına beş yıl kalmış ve bugün hala 17 yaşındaki gençlerin üzerinde grubun tişörtlerini görüyorum. Demek ki rock'n roll kuşak muşak tanımıyor ve her kuşağı birleştiriyor. 

Bu arada AC/DC deyip geçmeyin bu grubun altı yıl içinde yaşadıkları da az buz bir şey değil hani. Büyük abi Malcolm Young bir anda 'demans'a yakalandı ve kısa bir süre sonrada hayata veda etti. Bununla kalsa keşke... bir süre sonra da grubun vokalisti Brain kulaklarından bir rahatsızlık geçirecek ve sağır olma tehlikesiyle yüz yüze gelip müziği bırakmak zorunda kalacaktı. (Şimdilerde yeni albümle birlikte Brain'in sağır olma tehlikesinin tıbbi müdahale ve teknolojik bir katkıyla çözülmüş olduğunu da belirteyim. Bu yazıdan sonra AC/DC'nin yeni albümüyle ilgili BBC'de  çıkan röportaj ve yazıyı yayınlayarak bu konudaki ayrıntılara yer vereceğim.)

Görünen o ki, AC/DC yaşa başa bakmıyor yani. Hani son zamanlarda insan ömrünün uzayacağı hatta 150 yaşına kadar geleceğimiz bile söyleniyor ama bu her halde bizden sonraki nesillerde olur. Ama eğer öyle bir şey olursa AC/DC elemanları 150 değil 200 yaşında bile rock'n roll yapar ve dinletir. Hani o bilge adamın dediği gibi, gerçekten de,
"Rock'n Roll bööle bişi!"

 İşkoç kökenli Avusturalyalı Rock efsanesi AC/DC'nin pandemi döneminin bitmesinden sonra konserlere tam gaz devam edeceği müjdesini de buradan duyuralım hani. 

Aptulika

14 Kasım 2020

00:24

12 Kasım 2020 Perşembe

Hafta Sonu Blues Perişan Kütüphanesi'ne Katkı 151



William Saroyan
 "Yoksul İnsanlar"
Öykü 
Karacan Yayınları
Çeviri Memet Fuat
 (2. Baskı 1981)

William Saroyan'ın yazdığı ne olursa olsun hiç düşünmeden saldırır okurum. Adamın külliyatından dilimize çevrilen ne varsa okumuşumdur. Onun eserlerinden dilimize çevrilmeyenlerin sayısı o kadar fazla ki, bir yayınevi kurup hepsini çevirtmeyi bile düşünmüştüm. Biraz para olsa aynı deliliği yapmaya kararlıyım hani. (Bu arada Saroyan'ın yayın haklarına sahip bir yayınevi var, onlara da minnettarım. Benimkisi espri olsun diyeydi, dilerim bu dediklerimden alınmazlar. Ancak imkanları olursa yazarın dilimize çevrilmeyen eserlerini de yayınlarlarsa sevinirim. Tabi bunun içinde talep olması gerek.)
Saroyan ABD'li bir yazar ve öyküleriyle de ayrıcalıklı bir yere sahip. Hani bizim Sait Faik Abasıyanık öyküleri kadar hassas ve O Henry kadar delişmen. 
Bu kitap 1981 yılında yayınlanmış. Yayınevi'nin ismine bakanlara bugün için bir şey ifade etmez ama o yıllarda Milliyet gazetesinin sahibi Karacan'a ait. Bugün de aynı gazete var ama eskisinde doldurduğu alanı ne derece dolduruyor tartışılır. Aydın Doğan bey aldıktan sonra o eski kültür sanat doluluğu gittiği gibi rengi de soluklaştı ve tabi şimdi eski halinden ne eser kalmıştır bilinmez. İşte o 1970 ve 80'lerin Milliyet gazetesi ve yayınları unutulmazdı. Bu arada Milliyet Sanat, Milliyet Çocuk ve Hey dergileri de dönemin başka unutulmazlarındandı. Neyse yazıyı dallanıp, budaklandırmadan hemen kitaba dönelim.
Kitabın kapağına bakıp, yoksulluk, sefalet, acıklı manzaralar gelmesin aklınıza. (Kapağı grafik üstadımız Ferit Erkman yapmış.) Saroyan bu kitapta bulunduğu çevrede tanıdığı sıradan insanları bizlere aktarmış. Göçmenler, siyah insanlar, seyyar satıcılar, kenar mahalle insanları gerçekçi bir dille aktarılmış ama öyle acıklı bir bakışla değil... yaşama sevgisi, hayalleri ile insancıl bire atmosferde sunulmuş. 
Saroyan öyküleriyle nerede hangi kitabıyla olursa olsun teklifsiz ve hiç düşünmeden buluşun derim. Zengini, fakiri, çocuğu, yaşlısı her haliyle insanlık durumunu 'komedyası'yla bulacaksınız. 
Aptulika
 

11 Kasım 2020 Çarşamba

Shemekia Copeland yeni albümü "Uncivil War"


Shemekia Copeland'ı ilk dinlediğimde çok sevmiş ve radyo programlarımda sık sık yer vermiştim. Öyle ki ülkemizdeki radyo programlarında bu isme ilk yer veren programcılardan olduğumu söylersem, çok fazla abartmış olmam herhalde. Bu yüzden Copeland'ın her yeni albümü çıktığında bir heyecan duyar ve zaman kaybetmeden dinlemeye başlarım.

Shemekia Copeland, "Texas Bluesman" lakabıyla anılan büyük blues ustası Johnny Copeland'ın kızı. Babasının bu ünü Shemekia için yararlı olmuş olmasına ama müzik sahnesine çıkışını da biraz geciktirmiş. Baba Copeland'ın son yıllarındaki rahatsızlığında kızı onun tedavi aşamasında yanında bulunduğu için müzik kariyerine ilk adımını atmakta biraz gecikmiş. Buna rağmen 1998yılında yaptığı "Turn the Heat Up" isimli ilk albümde geniş bir ilgi uyandırarak arada geçen yılların farkını bir anda kapamıştı. Hatta ona bir çok müzik eleştirmeni Koko Taylor'ın tahtını bile layık görmüştü.  

Shemekia Copeland, 2009 yılında ülkemize gelip konserler de vermişti. Bu bir Efes Pilsen Blues Festivali'ydi. Bugün artık yerinde yeller esen bu festival, 20 yıl boyunca sürmüştü ve blues'un bir çok ustasını getirip İstanbul'dan Van'a kadar bir turne şeklinde konserlerle gerçekleşiyordu. İşte bu festivalde Copeland'ı canlı dinleme imkanı bulmuştuk. O günlerde içimi sızlatan tek şey ise sanatçının Irak'ı işgal eden askerler için parça yapmasıydı. Bu bende soğuk duş etkisi yaratsa da  tabi 11 Eylül (İkiz Kuleler) travmasınında etkisiyle onun penceresinden demek ki bu şekilde görünüyordu. Aynı tip yaklaşımı John Lee Hooker'ın oğlunun aynı festivaldeki konserinde de rast gelmiştik. Tabi bunları siyahi müzisyenlerden görmek bize çelişkili gelse de onların penceresinden nasıl görülebildiğini de hissedebiliriz. 

Bu soru işaretleri Shemika Copeland'ın 2018 albümü "America's Child" da ise artık bir sonuca varmış gibiydi. Bir Amerikan bayrağını üzerine sarmış küçük siyahi bir kızın olduğu bir kapakla sunulan albüm beni iyiden iyiye soğutmuştu sanatçıdan. Açıkcası karşımızda ABD övgüsünde methiyeler düzen bir bluesçu mu vardı ?  Şimdi çıkan yeni albümü "Uncivil War" ile ardaki soğukluk bir nebze olsa da buzlarımı eritmiş gibi. Sanatçı son albümünde ABD'nin iç savaş günlerine giderken, yer yer eleştirel ve ironik bir yaklaşımını da görüyoruz... hepsinden önemlisi de savaş karşıtı bir yaklaşımı (ABD tarihinden izler üzerinde de olsa)  bulabiliyoruz. 

Shemekia Copeland'ın "Uncivil War" albümü 23 Ekim 2020 tarihinde piyasaya çıktı. Blues'ın efsanevi ve kıdemli plak şirketi Alligator Records tarafından çıkan albümün prodüktörlüğünü ise Will Kimbrough üstlenmiş. Albümün mutfağında sadece Nashville'lı usta prodüktör yok ustalar ustası Duane Eddy başta olmak üzere Steve Cropper, Jason Isbell, Christone 'Kingfish' Ingram ve Jerry Douglas gibi isimler de usta blues vokaline eşlik etmişler. 

"Uncivil War" albümünde ilk dikkatimi çeken kapak oldu diyebilirim. İlk dönem kadın blues ustalarını anımsatan bir fotoğrafla görüyoruz Copeland'ı. Sanatçının diskografisi içinde en iyi albüm olup olmadığından önce blues tadına yeniden eriştiğimiz bir albüm diyebilirim. Hele ki pandemi döneminin uyuşukluğunda güzel bir ferahlama oldu bu albüm. 11 parçanın yer aldığı "Uncivil War"da yer alan bir iki çalışmadan bahsedip, ne sizi ne de kendimi yormadan yazının sonunda albümdeki her parçada yer alan müzisyenleri sunup bitireceğim. Bence yolunuz bir şekilde düşerse biraz kulak verin derim.

* Clotilda's On Fire : Albümün açılış parçası olan bu çalışma oldukça etkileyici. Şarkı Amerikan topraklarına inen son kçle gemisine atıfta bulunuyor.

"Senin için geliyor

Zincirlerin şakırtısı 

hala kulaklarımda

seni köleye çeviriyor..."

Derinlikli bu konu, ikiz gitarların iç içe geçmesi ve Copeland'ın yükselen ama kontröllü sesi ile muhteşemleşiyor. Parçanın dikkat çekici yanlarından biri de, ilk dinleyişte sanki tanıdığınız bir parçaymış gibi ister istemez sizde katılıyorsunuz.

* Uncivil War : Sam Bush'un güzel tınılı mandoliniyle albüme ismini veren parça, her türlü övgüyü hakediyor. Akustik olan bu parçada Copeland,

"Sevdiğimiz her şey saldırı altında"

diye yakınırken Amerikan tarihinin acılı sayfalarını açıyor ve

"İç savaşta kimse kazanamaz

El sıkışıp

Tekrar arkadaş olabiliriz"

diyor.

* Under My Thumb : Rolling Stones'un klasiği Copeland'ın yorumuyla farklı bir etkide sunulmuş. Copeland'ın sesinin yanısıra parmak çıtlamaları ve Kimbrough'un hırıltılı gitarıyla harika bir etki yakalıyor.

* Apple Pie And A. 45 : Silahlanma ahmaklığı ve bu ABD kültürünün çağdışılığına bir tokat gibi çarpan bir çalışma.

"Annem mutfakta cephaneleri kontrol ediyor.

Silahıyla limonatasını yudumluyor,

bebek aka bahçede el bombasını atıyor."

Sözlerdeki ironik bakış açısıyla öne çıkan bu parça, albümün en çok rock duruşunda olan parçası. Hatta bu parçayı AC/DC yorumlasa bile dedim.


Shemekia Copeland'ın "Uncivil War" çalışmasına bu şekilde kısa bir bakıştan sonra şimdi de albümdeki parçalarda kimlerin yer aldığına bir bakalım ve yazımızı sonlandıralım. 

1. Clotilda’s On Fire (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Jason Isbell: Lead Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums


2. Walk Until I Ride (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Jerry Douglas: Lap Steel Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

Lisa Oliver-Gray, Janelle Means and Will Kimbrough: Background Vocals


3. Uncivil War (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Jerry Douglas: Dobro

Sam Bush: Mandolin

Steve Conn: Hammond B3 organ

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

Orphan Brigade: Background Vocals


4. Money Makes You Ugly (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Christone "Kingfish" Ingram: Lead Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

Lisa Oliver-Gray and Janelle Mean: Background Vocals


5. Dirty Saint (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Phil Madeira: Organ

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

Lisa Oliver-Gray, Janelle Means and Will Kimbrough: Background Vocals


6. Under My Thumb (Mick Jagger and Keith Richards, ABKCO Music Inc., BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

The Shemekia Shnappers (Pete Abbott, John Hahn, Will Kimbrough): Percussion


7. Apple Pie And A .45 (John Hahn and Will Kimbrough, Avarice and Greed Publishing /Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp. BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums


8. Give God The Blues (Shawn Mullins, Phil Madeira and Chuck Cannon, Chuck Cannon Music, BMI/Nashville Minute, BMI/Roadieodie Music/ Warner Tamerlane, BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Phil Madeira: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums


9. She Don’t Wear Pink (John Hahn and Webb Wilder, Avarice and Greed Publishing, BMI/Montressa Music, SESAC)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Duane Eddy: Guitar

Webb Wilder: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums

Lisa Oliver-Gray and Janelle Means: Background Vocals


10. No Heart At All (John Hahn, Will Kimbrough and Tom Hambridge, Avarice and Greed Publishing , BMI/Will Kimbrough Music c/o Bluewater Music Corp., BMI/Tom Hambridge Tunes, ASCAP)


Shemekia Copeland: Vocals

Jerry Douglas: Lap Steel Guitar

Will Kimbrough: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums


11. In The Dark (Herman Parker and Don Robey, Songs of Universal Inc., BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Steve Cropper: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums


12. Love Song (Johnny Clyde Copeland, Johnny Clyde Copeland, Inc., BMI)


Shemekia Copeland: Vocals

Will Kimbrough: Guitar

Lex Price: Bass

Pete Abbott: Drums




8 Kasım 2020 Pazar

Timur Selçuk'un bıraktığı iz.

 


Şimdilerde elimizde cep telefonu olur olmaz her yerde fotoğraf çekiyoruz, bu kolaylığın 1977'lerde falan olmasını öyle çok isterdim ki... Hatta fotoğraf değil, video olarak da kaydeder ve bugün yayınlardım. 

Yer Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu ve bir piyano resitali. "Resital" ismiyle o zamanlar tanışmıştım ama klasik müzik konseri değildi. Parkalardan yemyeşil olmuş bir dinleyici kalabalığı ve sahnede bir piyano. Bir süre sonra onun başına bembeyaz giysileriyle bir adam geliyor. O bembeyaz giysi barışı simgeleyen "beyaz güvercin"den geliyor ama o bildiğiniz beyaz güvercinin barışını "Savaşsız ve Sömürüsüz" bir idealden vurguluyor. Bu yüzden piyanodaki adam oldukça sinirli başıyor tuşlara. Kimi zaman bir özgürlük kimi zaman bir direniş ama hep kavganın türküsü ama en sonunda da Sabahattin Ali'nin "Aldırma Gönül"ü. 

Türkü dedim ama bu oldukça kentli ve çok sesli. İşte böyle tanışmıştım Timur Selçuk'la Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'ndaki konseriyle. Bu elbetteki ilk tanışma değildi daha öncesinde "Caddeden sokaklara doğru sesler yükseldi" diyen popa ( o dönemki adıyla Türkçe sözlü hafif batı müziği) düzey getiren plaklarıyla tanımıştık ama o konser (ve konserlerdeki) daha bir başkaydı. 



Babam bir Münir Nurettin Selçuk ve Yahya Kemal tutkunuydu. Çocukluğumda Yahya Kemal'i okuma yazma öğrenmeden önce evde çalınan Münir Nurettin besteleriyle tanıdım. Babamda müzik insanıydı ve evimizde Türk Musikisinin eserlerine onun sesinden kulağım aşinaydı... belki de o yüzden müzik konusunda tutkulu ve kalitesizliğe taviz vermeyecek bir zevke sahip oldum, kim bilir. O tutku ile evimizde Türk Musikisinin ustalarının eserleriyle birlikte Aşık Veysel'i de tanıdım. 

Babamla Münir Nurettin'in AKM'deki konserlerine de giderdim ve o dev müzisyenin ciddiyetini hala unutamam. Sonra ben büyüdüm ve 16 yaşına geldim babam benimle birlikte Timur Selçuk konserlerine geldi. Yahya Kemal yerine benim şairim Nazım Hikmet oldu ve bu sefer de ben babama Nazım Hikmet'i tanıtacaktım. 

Şimdi bugünlerde bunları hatırladım. 6 Kasım 2020 tarihinde Timur Selçuk'u kaybettik. İçimde bir anda bir şeyler koptu ve yıllardır dile getirmediğim bir vefayı sunmak zorundaydım ve bu ne yazık ki o insanlar öldükten sonra oluyor. Bu çok hazin ama ne yazık ki böyle. Bizim diyarlarda farklı olanla dalga geçilir ama asıl "kaliteli" olanla dalga geçilir. Hayatını yaptığı işe adamış, tutkuyla sarılan insanlar tiye alınır. Timur Selçuk da işini ciddiye alanlardı ve o tutkuya dönüşmüş müzisyenlik aynı zamanda bir ahlaktı. Piyanosuyla kimi zaman dövüşür gibi hiddetli kimi zamanda bir sevgiliyle dans eder gibiydi. Bir bakardınız o batılı ( ki bir çoklarına göre "Burjuva" ile eşdeğerlenen) enstrüman işçi sınıfının mücadelesinde sınıf savaşı alanlarına taşınacaktı. Sazın bağlama ya da piyano olması değildi aslolan samimiyeti ve ciddiyetiydi... O yüzden "Nereye Payidar" diye grevlere ilham oldu "1 Mayıs" diye alanlarda inledi. 



1970'li yıllarda Timur Selçuk'un "Güneşin Sofrasında" plağını almıştım. Daha sonra AST'ta oynanan Brecht'in epik tiyatro oyunu "Tak Tik" in müziklerinden oluşan LP'sini edinmiştim. 12 Eylül geldiğinde onlar bir aramada elimden alınacak diye çok korkmuştum ama daha sonraları onları yitirdim. Ya bir arkadaşıma verdim ya da takas ettim ama bugün çok pişmanım. 


Timur Selçuk ismi üzerinde herkesin bir yorumu olacaktır. Kimimiz beğeniriz kimimiz beğenmeyiz ama hepimizin hemfikir olacağı bir şey vardır ki, kelimenin tam anlamıyla Müzik İnsanı'dır. Geçen zaman içinde şöyle bir bakarsak, bende bıraktığı izler şöyledir:

*Yeni yetmelik zamanlarımda onu konserlerde izlemeye başladığımda sosyalist dünya görüşünde müzik yapan biriydi. Bu dünya görüşünün devrimci yanıyla müziğini kentli ve çoksesli anlayışta yaptı. Yani ilerici bir dünya görüşüne çağdaş bir bakış sundu.

* Yaptığı tiyatro müzikleriyle Brechtçi 'Epik Tiyatro' anlayışına bizden ve özgün örnekler kattı.

*Daha önceden yaptığı pop müzik örneklerinde herkes yabancı parçalara Türkçe söz yazıp, 'bizden !' çalışmalar verirken, o kendi bestelerini orkestrasıyla yorumlarken farklılığını ortaya koyan imzasını attı.

Sözün özü o bir piyanist, vokalist, besteci, orkestra yönetmeni ve öğretmendi. 

Halkın yanında ama asla 'halk dalkavuğu' değildi. 

Aptulika

8 Kasım 2020

23:49


Not: Yukarda 'Resital' sözcüğü ile ilk tanışmamın Timur Selçuk konserinde tanıştığımı söylemiştim. Gene aynı dönemlerde bu sözcüğü ilk olarak Ruhi Su konserlerinde duymuştum. Resital'in anlamı, bir sanatçının bir enstrumanla verdiği konser demekti. Ruhi Su opera eğitiminden gelen biriydi ve resital enstrumanı bağlama idi.