Sayfalar

11 Nisan 2017 Salı

ROCK 'N' ROLL'UN MUCİDİ: CHUCK BERRY!


YİĞİT ELVIS İLGÜ


Kreuzberg, Berlin 














Bruce Springsteen 70'lerin başında, henüz toy bir delikanlıyken, Amerika’nın Maryland eyaletinde Chuck Berry’nin öngrubu olarak çıkmak için davet alır. Tabii o da büyük bir C.B. hayranıdır. Springsteen yarım saat çalar, ardından Jerry Lee Lewis sahne alır. Yaklaşık 10 bin kişilik bir salon, tıklım tıklım doludur. Sırası gelmiş olan C.B. hala ortalıkta yoktur. Organizatör panik halinde ne yapacağını düşünürken, sahnesine beş dakika kala Chuck elinde gitar çantasıyla kapıda belirir.
Kendi arabasıyla, tek başına gelmiştir. Doğruca mekanın ofisine gider ve önceden konuştuğu 11 bin doları alır. Kendisine eşlik eden grubu beğendiği ve teknik problem yaşamadığı takdirde 1000 doları geri verecektir. Springsteen, çekine çekine Chuck’a gider ve ona eşlik edecek grubun gitaristi olduğunu söyleyip hangi şarkıları çalacaklarını sorar. Cevap “birkaç Chuck Berry şarkısı çalacağız!” olur. 
Chuck sahneye yürür, gitarını yavaşça çantasından çıkartır, herkesin önünde rahatça akordunu yapar. Grup hangi şarkı ile başlayacaklarını bilmiyordur ve Chuck’ın gitarı ötmeye başlar “Da-nana-na, na-na-na!”
Springsteen o akşam hangi şarkıları çaldıklarını hatırlamamakla beraber, Chuck’ın onlardan memnun kaldığını ve bir ara “paranız için çalın gençler!” dediğini hatırlar. Chuck, onların bedavaya çaldıklarını bilmiyordur. Konser doruğa çıkmışken Chuck spotların altında gitarını tekrar çantasına koyar, seyircilere el sallar ve geldiği gibi gider. (1000 doları geri vermek üzere kulise, organizatörün yanına muhtemelen.) Kendilerinden geçmiş olan seyircileri öylece bırakmıştır; konser bitmiştir. Grup bu sırada Johnny B. Goode ritmini çalmaktadır.

 18 Mart'ta 90 yaşında aramızdan ayrıldığında, Chuck sadece dünyada değil, evrende tanınan bir müzisyendi. Johnny B. Goode öyle bir şarkıydı ki, bugün uzaylılar bile severek dinliyor olmalı! 1986’da NASA'nın insansız uzay aracı Voyager’da uzayın derinliklerindeki olası canlılara dünyalıların müzik zevklerini tanıtan seçkin örneklerden biri olarak, Johnny B. Goode da vardı. Toplam yirmi yedi parçalık seçkide, Beethoven ve Bach gibi isimlerin yanında Chuck Berry de yerini almıştı.

Bir zamanlar The Beatles grubu “o olmasaydı müzik yapıyor olmazdık büyük ihtimalle” demişti ve John Lennon, Chuck Berry'den bir kahraman olarak hep söz etmiştir. Atlantic Records sahibi Ahmet Ertegün'ün kurucularından olduğu Rock and Roll Hall Of Fame'in birinci üyesi yine Chuck Berry'ydi. The Beatles, Rollin’ Stones, Beach Boys gibi daha nice müzisyenler onun şarkılarını altmış seneden fazladır coverlamaya devam etmekte. Kral da ondan etkilenmişti. Presley 70'li yıllarda C.B. parçalarını konserlerinde söyleyerek, rock 'n' roll teorisyenine saygısını göstermişti. Siyah bir müzisyen tarafından yaratılan müzik tarzı, Elvis Presley, Beach Boys, The Beatles, Rolling Stones gibi beyaz süperstarların oluşmasına sebep olmuştu. Rock and rollun kralı Elvis Presley ise, atası-babası da Chuck Berry'dir!


Chuck Berry'yi iki kere (2005 ve 2007 yıllarında) izleme şansım oldu, hatta bir de tuhaf anım var kendisiyle ilgili: 2005 Berlin konserinde gösterinin son şarkısı Reelin’ and Rockin’ çalıyordu. Onun konser biter bitmez mekanı terk ettiğini ve grubun bir süre daha çalmaya devam ettiğini öğrenmişim ya, Chuck daha el sallarken, ben belki bir imza koparırım umuduyla mekanın (Tempodrom) arka kapısında soluğu aldım. 79'luk delikanlı Chuck, lüks bir Mercedes’in direksiyonundaydı, yan koltukta da sarışın bir hanımefendi. Elimdeki CD ve kalemi görünce camı indirdi. Ama arabada Chuck’ın olduğunu gören, nerden çıktıklarını bilmediğim beş – on kişi de arabaya doğru koşmaya başladı. Chuck bana, evet bana, yaklaşık elli metre ötedeki kavşağı göstererek “şu köşeye gel, oradan sağa dönüp seni bekleyeceğim. Burası kalabalık” dedi ve camı kapatıp gaza bastı. Arabasının tam da dediği gibi sağa, Hallesches Ufer yönüne döndüğünü gördüm. Hayatımın en hızlı elli metresini koştum. Ancak Chuck durmamıştı... Kanal kıyısında hızla gözden kaybolan arabasının ışıklarını zar zor seçebiliyordum...

Ördek yürüyüşünden sallan yuvarlana 

Besteleri, yer yer oldukça sofistike sözlerinin yanı sıra, gitarıyla yaptığı çeşit türlü danslarıyla da Chuck özellikle beyaz Amerikalıların büyük ilgisini çekmişti. Yaptığı spagatlar, hillbilly stomp, chicken peck dansları dışında bugün herkesin onunla özdeşleştirdiği yepyeni bir dansı nasıl icat ettiğini C.B. şöyle anlatıyor: Çocukken plastik topum zıplaya zıplaya mutfak masasının altına kaçmıştı. Ben de peşinden topu almak için seke seke masanın altına girmiş ve tüm gün bu hareketi tekrar etmiştim. Bu, annemi ve onun kilise korosundan arkadaşlarını kahkahalara boğmuştu. Bir süre bu hareket bizim evde meşhur oldu ve her misafir geldiğinde benden bunu yapmam istenirdi. Yıllar sonra New York’taki ilk konserim sırasında bu hareket aklıma geldi ve gitarımla zıplamaya başladım. O gece orada olan bir gazeteci bu dansa bir isim vermekte gecikmemişti: Duckwalk! Ördek yürüyüşü!

Chuck'ın sahnede yaptığı bazı danslarda gitar sapı penisi, kıçı ileri geri sallama hareketi ise seksi, çağrıştırıyordu. Cinselliğin 50’li yıllardan itibaren batı ülkelerinde tabu olmaktan çıkmaya başlamasında Chuck’ın payı göz ardı edilemez. C.B. sadece rock and rollun mucidi değil, sahnede cinselliği çekinmeden konu eden ilk sanatçıydı. Bugün popüler müzik videolarında gördüğümüz kıç sallayan kızlar, kaslı erkekler birçok şeyi ona borçludur.
Chuck 1958 yılında, kazandığı ilk ciddi para ile, siyah ve beyaz gençlerin birlikte eğlenip dans edebilecekleri Bandstand isimli bir kulüp açmıştır. Mississippi’nin pamuk tarlalarında çalışan Siyahların acı dolu tınılarını ve Beyazların savaş sonrası pop müziğini kendince harmanlayıp, tempoyu yükseltip üzerine de ergenlerin deneyimlerini, arzularını dile getiren sözler yazıp yeni bir tarz oluşturmuştu. Bugün dinlediğimiz rock müzik ve tüm türevlerinin atası olan tarzı yaratmıştı: Rock and Roll. Sallan yuvarlan!
II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik kalkınma ve kültürel gelişimin yarattığı Amerikan rüyasını belki de en iyi özetleyen oydu. Genç kesim savaş muhabbeti duymak istemiyor, müzik, dans, güzel arabalar ve kızlarla ilgilenmek istiyordu. Artık yeni hevesler vardı. Gençler dünyaca meşhur rock star olmayı hayal ediyordu tam da Johnny B. Goode şarkısındaki gibi: you will be the leader of a big ol' band. Sweet Little Sixteen parçasında, tüm vaktini rock yıldızlarını yüceltmekle geçiren genç bir kızla tanışmıştık. Roll Over Beethoven ise yepyeni bir müzikal manifesto niteliğindeydi. Savaş sonrası nesile geleceğin hayat tarzının nasıl olacağının haberini veriyordu. Çılgın partiler, lüks arabalar, elektrikli gitardan çıkan ve insanı dansa zorlayan hızlı melodiler!.. Eski olan her şey geride bırakılıyordu. Beethoven ve Çaykovski geride bırakılan, miladı dolmuşlar grubuna katılmıştı.

Siyahlar ve Beyazlar için farklı repertuar
Chuck'ı en ilginç yapan şeylerden biri de, o zamana kadar sadece Beyazlar tarafından icra edilen, Amerika’nın taşra müziği country ve hillbilly icra etmesiydi. Siyah bir hillbillyci! Böyle bir şey daha önce görülmemişti. Siyah müzikseverlere ise o çılgın sahne şovları pek bir şey ifade etmiyordu. Onlar daha çok Muddy Waters tarzındaki Rhythm and Blues parçaları çaldığı zaman coşuyorlardı. Bu nedenle Chuck Berry, kariyerinin ilk yılları olan 50'lerin başında iki farklı sahne programına sahipti. Beyazların gittiği mekanlar için farklı, kendi memleketi St. Louis’de Siyahların kulüplerinde farklı parçalar çalıyordu. Bu durum ilk 45'liğini doldurduğunda henüz değişmemişti.
Afroamerikanların maruz kaldığı sosyal ve ırksal ayrım, 50’li yılların ortalarına kadar ABD'de hala büyük bir problemdi. 1926 doğumlu C.B. müzikteki ırk ayrımını ilk atlatan müzisyenlerden biridir.
İlkokul yıllarında yazdığı bir şiir:
If you’re white,

you’re alright.
If you’re yellow,
You’re fair fellow.
If you’re red,
You’re low bread.
If you’re brown
Dont come around
And if you’re black
Just stay back.

“Beyazsan,
İyisin.
Sarıysan,
İdare edersin.
Kızılsan,
Ucuz ekmeksin.
Kahverengiysen,
Yanıma uğrama.
Ve Siyahsan,
Aman uzak dur.”

Günlerden bir gün Chuck, Knoxville kasabasında bir organizatörden konser için davet alır. Hemen her zaman olduğu gibi yerel bir grup ona eşlik edecektir. Konserden iki saat önce mekana arabasıyla varır. Çam yarması bir herif kapıyı açar ve ona kim olduğunu sorar. Konserin biletleri günler öncesinden tükenmiştir. Cevap “Chuck Berry” olunca adam gülmeye başlar. Chuck cebinden sözleşmeyi çıkartınca adam kağıda kısa bir göz atar ve Chuck’a “burada bekle” diyerek kapıyı suratına çarpar. Yarım saat kadar sonra kapıda patron görünümlü bir adam belirir ve ona “Biz Chuck Berry’nin siyah olduğunu bilmiyorduk. Kusura bakma, burada renklilerin çalması yasak” der. O zamanlar çekilen siyah-beyaz fotoğraflarda kimin siyah kimin beyaz olduğunu anlamak güçtür.
Velhasıl o akşam Chuck kendi konserine girememiştir. Mekanın hemen karşısında, ne yapacağını bilmez vaziyette arabasında otururken başka bir grubun kendi şarkısı Maybellene’i çalmaya başladığını duyduğu an gaza basar ve oradan uzaklaşır.
1955’te çıkan Maybellene Beyazların pop chartında bir numaraya oturmuş ve Chuck bazı akşamlar bu parçayı yoğun istek üzerine altı kere çalmıştı. Yavaş bir blues parçası olan Wee Wee Hours ise Siyahların rhythm and blues listelerinde en üstteydi.
1956’dan itibaren çıkardığı Roll Over Beethoven, Johnny B. Goode ve Sweet Little Sixteen gibi parçalarla nihayet hem siyah hem beyaz teenagerların sevgilisi olmuştu. 
Diğer her şey gibi radyo kanalları da siyah-beyaz olarak ayrılıyordu. Chuck'ın radyoda dinleyip, etkilendiği isimlerin tümü de siyahtı: Tampa Red, Big Maceo, Lonnie Johnson, Arthur Crudup, Muddy Waters, Lil Green, Bea Boo, Rosetta Thorp ve daha sonraları Louis Jordan, T-Bone Walker, Buddy Johnson, Nat Cole ve Charles Brown.

Gitarla tanışması ve kriminal bir hayat

Chuck “ailemde ilk sigaraya başlayan, okulu ilk asan, evden ayrılıp uzaklara ilk giden ve hapse giren ilk bendim. Öte yandan, ilk Cadillac sahibi olan, ilk görkemli bir düğün yapan, ilk Avrupa’ya giden, ilk milyon dolar kazanan ve haksız olduğunda haksızlığını en son kabul edecek kişi de bendim” diyerek mal mülke olan düşkünlüğünü, özeleştiri yapmayı da ihmal etmeden dile getirmişti.
İlk sahne tozunu 1941 yılında Confessin’ The Blues parçasını söyleyerek yutar. O zamana kadar gitarda ona arkadaşı eşlik etmekteydi fakat o gün, yıllardır kilisede ve cemiyetlerde söylediği şarkılara kendisi gitar çalarak eşlik etmeye karar verir. Dört telli bir gitar bulur ve öğrendiği ilk şarkılar Worried Life Blues ve Going Down Slow gibi blues parçalarıdır. Henüz on dört yaşındadır.
Büyüdükçe kiliseye gitmemeye ve haytalığa başlar. Kendisi bu avarelik döneminde kamyon depolarından benzin çekmekten, jant kapağı çalmaya, araba hırsızlığından, dükkan soygunlarına kadar uzanan kriminal bir süreç yaşar.
Bu yasadışı hayat fazla sürmez ve henüz on sekiz yaşındayken mahpus damına düşer Chuck. Yaklaşık üç sene Algoa cezaevinde kalır.Orada mahkumlardan bir gospel quartet kurar ve civar kasabalardaki kiliselerde pazar ayinlerinde şarkı söylerler. Bir gün kendi memleketi St. Louis’den davet alır (ablası ön ayak olmuştur) ve ayin sonrası Chuck’ın evinde yemek yeme izni bile alırlar. Cezaevinden uzaklaşabilmek için boks yapmaya başlar ve çıktığı ilk ciddi maçta nakavt olarak boks kariyerini başlamadan bitirir. Yirmi birinci doğum gününün sabahı Chuck salıverilir. Artık özgür ve genç bir adamdır fakat bu onun son cezaevi ziyareti olmayacaktır. Aradan tam otuz beş yıl sonra Chuck, Algoa cezaevine geri döner. Ancak bu sefer hayırlı bir iş için, bir yardım konseri için oradadır. 

1962 yılında otuz beş yaşındaki Chuck tekrar kendini cezaevinde bulur. Bu seferki sebep, kendi gece kulübünde çalıştırmak üzere Meksika’dan getirdiği bir kızın henüz reşit olmamasıdır. Bir buçuk sene geçirdiği Springfield hapishanesinde Chuck her zaman yaptığı gibi pozitif düşünmeye devam eder. İçerideyken No Particular Place To Go, Nadine, You Never Can Tell gibi birçok yeni şarkı yazar, dışarıdan liseyi bitirir, hem de muhasebe dersleri alır. Özgürlüğüne kavuştuğu zaman, birçok bürokratik meseleyi artık kendi halledebilecek durumdadır. Yıllar önce olduğu gibi yine bir 18 Ekim günü (doğum günü) salıverilir. Elli üçünde, vergi kaçakçılığından üçüncü kez hakim karşısındadır Chuck. Bu defa memleketinden uzakta Kaliforniya’daki Lompoc cezaevine gönderilir ve orada dört ay kalır. Aslında ölene kadar mahkeme ve davalarla işi bitmez. 90'larda sahibi olduğu restoranın tuvaletine taktığı kamera yüzünden birçok kadın şikayette bulunur. Savunmasında “bir çalışanımızın para çaldığından şüpheleniyorduk, onu yakalamak için taktık” der. Chuck'ın kızlara ve sekse düşkünlüğü herkesçe bilinmekte ve kendi de bunu verdiği röportajlarda sık sık dile getirmişti. 1986 yılında Chuck Berry için bir konser düzenleyen Keith Richards, onu evinde ziyaret ettiğinde ilginç bir şeyle karşılaşır. Yatak odasındaki iki büyük televizyonun birinde normal bir kanal açıkken, diğer ekranda çıplak beyaz kızların birbirlerine pasta atmasından oluşan bir film dönüp durmaktadır.
2000 yılındaki bir davası ise, 50'lerde beraber çaldığı efsane piyanist Johnnie Johnson'ın ona karşı açtığı davadır. Birçok parçayı beraber besteledikleri halde kendi adının geçmemesidir sebep. “Aradan çok uzun zaman geçmiş” kararıyla dava düşer.

Chess Records'dan Beyaz Saray'a
Chuck ilk mahkumiyeti sonrası müzikle daha da fazla haşır neşir olmaya başlar. Nat King Cole ve Muddy Waters'dır idolleri. Bir gün Broadway’de bir sokak köşesinde Nat Cole ve Dizzy Gillespie’i sohbet ederken görür. Hayranı olduğu Nat’a seslenir, Nat ona bakar ancak o kendinde gidip konuşacak cesareti bulamaz... Chuck, Beyazlar için çaldığı mekanlarda Nat Cole tarzı şarkıları İngilizce telaffuzuna çok dikkat ederek okumaktadır. Bu yüzden ilerleyen yıllarda radyoda sesini duyan birçok kişi onu Beyaz zanneder. Siyahlar için çaldığında ise Muddy Waters gibi orijinal siyah ağzıyla okur blues parçalarını.
Chicago’ya ilk gittiği gün önce bir kulüpte Howlin' Wolf ve Elmore James’i izler. Ardından arkadaşının ona bir sürprizi vardır. Onu en sevdiği bluescunun çaldığı kulübe götürür. Muddy Waters o akşam Mo Jo Working parçasıyla kapanışı yapar ve Chuck konser sonrası Muddy’nin yanına giderek onun büyük hayranı olduğunu söyler ve nerede şarkılarını kayıt edebileceğini sorar. “Amerikan başkanı ya da papa ile konuşmuş olsaydım, daha az heyecanlanırdım” diye bahseder o görüşmeden yıllar sonra. Waters’ın Chuck’a önereceği tek bir adres vardır: Chess Records!
Leonard Chess, onun müziğindeki cevheri görür ve ilk kaydettikleri şarkı Maybellene’dir. Müziğin daha dolgun duyulması için Muddy Waters’ın da birçok şarkısını yazan blues efsanesi Willie Dixon basları çalar. Tabii ki kontrbas. 50'lerin başında Leo Fender bas gitarı yeni icat etmişti ve henüz yaygın değildir. 21 Mayıs 1955 Cumartesi günü Chess stüdyosunda Chuck toplam dört şarkı kayıt eder. Birçok müziksever için o gün, rock and rollun doğum tarihidir.

Chuck yeni arkadaşı Muddy Waters’ı bir gün Ike Turner'ın çaldığı kulübe götürür. Ike ve Chuck, St Louis’de o zamanlar rakiptir. Muddy Waters gişeye yönelir ve “Ben Muddy Waters” der. Gişedeki kadın fazla umursamaz, cevabı “giriş 1,5 dolar” olur. Chuck kendine bir ders çıkarmıştır. “Bu ufak olaydan sonra kendime bir söz verdim. İleride her ne kadar meşhur olursam olayım, bedavaya bir şey elde etme umuduyla kendimi hiçbir zaman böyle tanıtmayacaktım.”

C.B. kariyerinin zirvesini İngiltere’de, 1973 yılında 35 bin seyircinin de eşlik ettiği My Ding-A-Ling şarkısıyla yakalar. İşin ilginci bu şarkının o akşam kayıt edildiğinden kendisinin haberi yoktur. Listelerde zirvede en uzun kalan şarkısı da bu olur. Chuck, o güne kadar toplu halde aldığı en büyük meblağın bu kayıt sonrası olduğunu şöyle anlatmıştır: “Elime tutuşturduklara çekteki sıfırları sayarken aklım başımdan gitmişti. Çeyrek milyon dolarlık bir çekti bu!”

1979'da dönemin Amerikan başkanı Jimmy Carter, Chuck'ı bir konser için ilk kez Beyaz Saray'a çağırmış ve Clinton, Obama dönemlerinde de Beyaz Saray'a ziyaretlerde bulunmuştu.



Rock and roll, kızlar, arabalar ve para! Belki de onu en iyi tanımlayan kelimeler bunlar. Chuck Berry, rock and rollun DNA'sıydı. 60'lı yıllar dendiğinde onun aklına ilk gelen mini eteklerdi. Onlarca Cadillac'a sahipti ve para kazanmayı çok seviyordu.
Geçtiğimiz sene sürpriz bir şekilde otuz sekiz yılın ardından Chuck adlı yeni bir albüm çıkartacağını duymuştuk. 16 Haziran'da çıkması planlanan albümünden ilk single geçen hafta yayınlandı. Ayrıca bu yazıda en sevdiğim şarkısından hala bahsetmediğimi fark ettim. Bir sabah güne Run Rudolph Run ile merhaba deyin! O gününüzün kötü geçmesi neredeyse imkansızlaşır. Belki de mutluluğun formülü Chuck'ın dediği gibi yaşam ve ölümü o kadar da ciddiye almamakta. 

“Anneannemin cenazesi hatırladığım ilk acı olaydır. Annemin ne kadar üzüldüğü hala gözlerimin önünde. Ağıt yakmayı seven biri değilim. Hayatın her koşulunda mutluluğu ararım. O günden beri cenaze görmek ve cenazelere katılmaktan kaçınıyorum. Kendi cenazem de dahil.”
Kaynak & Link:
Film. Hail! Hail! Rock 'n' Roll. 1987.
Kitap. Chuck Berry. The Autobiography. 1987.



Chuck’ın Little Richard ile anısı 
“Bir gün Connecticut’da bir okulda Little Richard’ın da çalacağı bir etkinliğe gitmiştim. İlk kez aynı programda sahne alıyorduk. Her fırsatta kendisinin king of rock n roll olduğunu belirtmekten hiç kaçınmazdı. Posterde kendi adının benim altımda olmasına rağmen. Ödemeden memnun kaldığım sürece bir gösterinin yıldızı olmak ya da olmamak bana bir şey ifade etmez. Konser öncesi selam vermek için odasına gittiğimde beni çok sıcak karşıladı. Ortalıkta hiç kız yoktu, kulis genç erkeklerle doluydu. Şaşırmadım.
Beni görünce elini havaya kaldırıp “Herkes dışarı! Chuck ile konuşmak istiyorum” diye bağırdı. “Maybellene’i ilk duyduğumdan beri seninle tanışmak istiyordum. Seni gördüğüme çok sevindim!” dedi, yüzündeki büyük gülümsemeyle. Elimi sıkarken beni kendisine doğru çekerek “bu akşam otel odamdaki partiye gelmek ister misin?” diye sordu. Onun homoseksüel olduğunu biliyordum. Tereddüt etmeden direkt sordum “bu partinin tek misafirleri biz mi olacağız?”. Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. “Seninle birlikte çalışmak istiyorum Chuck” dedi. Ben de “Sevişmekten mi bahsediyorsun?” diye sordum. “Hoşuna gidecek. Dünyadaki başka hiçbir şeye benzemez” diye fısıldadı.
Ben ise gülümsemeye çalışarak, gösterim için hazırlık yapmam lazım diyerek, iznini istedim. Olay burada bitti. O günden sonra birçok kez beraber sahne aldık ve biraraya geldik ama o konuşmanın bahsi aramızda bir daha hiç geçmedi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder