Sayfalar

17 Ağustos 2013 Cumartesi

İstanbul… İstanbul! Ara ki Bulasın

PAZAR KEYFİ, PAZAR ÇİZİMİ YAZISI
Merhabalar bu pazar günü de bir çizim ve ona eşlik eden bir yazı yer alacak. Umarım seversiniz. Biraz uzun oldu ama kusuruma bakmayın. Selamlar.
Aptülika


Çocukluk günlerimde Ankara’ya gidenler,
 “Orada dev apartmanlar var. İsmi de gökdelenmiş.” derlerdi. 
İçinde büyük ve gerçeküstücü şaşkınlık beliren bu ifadeler, bir beğeniden ya da hayranlıktan ziyade gelişmişliği vurgulamak içindi. Hayretle anlatılan o sözcüklerde “ah keşke biz de de öyle olsa” diye özenilen nokta kaloriferli evlere ve tabii apartmanlara özlemiydi, İstanbulluların.
Ama hemen ardından,
“Fakat deniz yok. Orada iki gün kalmaya dayananamam. “sözleri de hemen eklenirdi.
70’lerin Ankara’sındaki o çok katlı yapılara artık “gökdelen” denebilir mi? Belki o zaman  da denmiyordu ama biz İstanbullular için öyleydi. O tarihlerin İstanbul’unda eski ahşap evlerde oturanlar hep şikayet ederdi. Yok sobasıydı , yok evin eskiliğiydi bin bir dert gırla giderdi.
Pazar günleri yıkanmak bir törene tabiiydi. Su ısıtılır aile bireyleri sırayla yıkanırdı. Annemiz bağırırdı, 
“Hadi çocuklar su soğumadan girin.” 
Bazı evlerde odunla yanan sofbenler olurdu. Yakana kadar canın çıkar, yandığında da odun kokusu hafiften gelirdi. Öyle “Duş alma” vesaire yok. Kafandan tas ile suyu dökersin. İşte o yıllarda bu külfetleri çeken anneler, 
“Bıktım bu evin külfetinden, bir apartmana çıkamadık ki.” 
Öyle ya apartmanda yıkanmak için telefon avizesi gibi bir şeyden su fışkırır öyle yıkanılırdı. Bi de o “küvet” denilen bir şey vardı ki, kayık gibi bir şey, içine su doldurur uzanırsın. Gel keyfim gel.
İstanbul’un arnavut kaldırımlı sokaklarına dizilen cumbalı ahşap, kagir evlerde  tuvalet vardı ki, onun da isimleri “hela”, “Yüznumara” diye çeşitlenirdi. Hani o zaman biri “Şöyle bir lavaboya gideyim” demezdi. Laf aramızda “tuvalet” bile demezdik. Çünkü o dönemin eski evlerinde banyo ile tuvalet bir arada bulunmazdı. Bir de tuvaletler bugünkü gibi değildi. Bizim “hela” diye bildiğimiz yer klozetli değildi. Eski usul alaturka  modeldi. Suyu bile maşrapa ile dökerdiniz. Oysa yeni evlerde öyle miydi? Adamlar giriyorlar tuvalete bir koltuğa oturuyorlar ve tuvaleti bitirdikten sonra kolunu uzatıyor duvarda tepeye doğru asılı kutunun ipini çekiyorlar tuvalet temizleniyordu. Bu alafranga modeldi. Tabiki apartımanda bulunurdu.
Apartman özleminin diğer bir güzelliği de “Oğlum seni bakkala bir daha göndereceğim ama Vita yağını söylemeyi unutmuşum. Hadi bir koşu alıp gel” diye bir şey son buluyordu. Zira apartman denilen cennette “Kapıcı” vardı. Zile basarsın iş tamamdır.
70’lerin İstanbul’unda eski evlerde yaşayanlar hep apartmanların hayaliyle iç geçirirlerdi. Şimdi eski yaşadığım o yerlere gittiğimde bizim kıymet vermediğimiz evler astronomik fiyatlara ya kiralanıyor ya da satılıyor. Bazen de dolar ya da Avro ile yazıyorlar ederlerini.
O yıllarda Ankara’ya vay be diyen bizler öyle ilerledik, geliştik ki… Artık İstanbul, Ankara’nın hayal bile edemeyeceği gökdelenlere sahip. 50’lerde mi ne İstanbul’a Hilton Oteli yapılacakken bazı solcu ve “servet düşmanları” karşı çıkmışlar. Karşı çıkış sebepleri de “İstanbul’un tarihi siluetini bozacak.” diye. “Silueti bozmak”tan kasıt, Üsküdar’dan vapurla Kabataş’a geçerken Avrupa yakasına bakıyorsunuz diyelim. Görüntüye gelen Taşkışla’dan yüksek olup, olmaması. Tabi olmamış ama o günlerdeki eleştrilerde onunla aynı hizada bulunması bile hoş görülmemiş. Oysa yıllar geçip bugünlere geldiğimizde Dolmabahçe Camii’nin minarelerini aşan bir gökkafes yükselir  ki. Gel de işin içinden çık şimdi. Beni hep görüntüsüyle rahatsız eden ve edecek olan gökkafes bile artık cüce kaldı.  Tarihi siluetten vazgeçtim, tarihi eserleri bulabilene aşkolsun. Bazen komik görüntüler de cabası hani. Tarihi binaların ya da eserlerin önünde bir fotograf çektirmek isteseniz bu mümkün değil. Çünkü görüntüye mutlaka bu çağa ait bir zamazingo girecek. Tarihi eseri tam kadraj görebilseniz de arkasında bir gökdelenin hamilik ettiğine şahit oluyorsunuz.
Bundan dört, beş yıl önce Paris’e gitmiştim. O şehri ilk defa gören biri olarak kafa herşeyi kayda alıyordu. Paris’in göbeğine inmiş meydandaydım. Orada ufacık bir karınca gibiydim. Kocaman bir meydan, ama öyle böyle değil. O hani bizim için simgeleşen Paris görüntüsü “Eyfel Kulesi” bile meydanın uzağına atılmış gibi taaa ötede bir yerde. Bu arada sanayileşmenin abidesi olarak 20 yüzyılın başında dikilen bu kuleyi Fransızlar tarihi eser falan olarak görmedikleri gibi pek de sevmiyorlar. “Eyfel Kulesinin en güzel yeri içidir. Çünkü oraya çıkıp baktığınızda Eyfel’I görmeyeceğiniz tek yer orasıdır.” lafını hala söylüyorlar. 
Ömrü hayatımda Paris’e gitmemiş olan ben şaşkınlık içindeydim. Filmlerde gördüğüm Paris aynen duruyordu. Ne filmi eski romanlardaki yerleri satırlar arasında tanıyordunuz. Fikret Mualla’nın fotoğraflarında gördüğümüz balkon ile teras arası çatı katları aynen duruyordu. Bunların aklına “yahu şurayı katla birleştirip, kapayalım.” demek, nasıl olur da gelmez… diye çok düşündüm. Hala tam anlamıyla bitiremediğim müzeleri görmek vesaire unutamadığım bir an da Notre Dame’daydı. İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olduğu yüzyıllar evvelsinde izlediğim siyah beyaz ve sessiz sinema dönemi “Notre Dame’ın Kamburu” filminin sanki içindeyim. Sonra o filmin sesli halini de izleyecektik. Orada da aklımıza “Bana su verdi” tiradı yerleşecekti. İşte o kiliseninin önüne geldiğiniz de kendinizi karıncadan da ufak birşey gibi hissediyorsunuz. Dev gibi duruyor karşınızda, yapı. O dev yapının önüne geçip, fotograf çektirebiliyorsunuz. Bu fotografa baktığınızda o dev bina kadraja girebiliyor. Fotoğraf karesinde bugüne ait tek şey sizin giysileriniz. Etraftan ne bir tabela ne bir bina bugünü hatırlatmak için girmiyor.
Paris gezisi bitmişti ve İstanbul’a dönmüştük. Eve girdiğimizde televizyonu açtık. Şansa Paris’te çekilen bir film vardı. Filmin tarihi ya 1970 ya da 1969’du…  Yani 40 yıl önceki film. Hemen izlemeye başladık bütün gezdiğimiz yerler o filmde de aynı şekilde duruyordu. Tek değişen şey arabalardı. Oysa ben oralarda 1 hafta kalmıştım,  bu 7 günlük aradan sonra bile İstanbul’da bir çok şeyi değişmiş bulacaktım.
Ha orada gördüğüm iki anaktodu daha vereyim. Bir caddede yürüyoruz ve çeşitli mağazaların önünden geçiyoruz. Birden karşıma Mc Donalds yazısı göründü. Ama öyle garip ki. O bildiğimiz renklerinde değil. Diğer dükkanlar, mağazalarla aynı biçimde bir tabelası var. Neden böyle diye sorduğumuzda adamlar, “Burası Paris” lafını sarfedip, bize “acaba deli mi, bunlar” diye bakacaklardı. Ha bir de unutmadan bir vakayı daha anlatayım. Bu Parisliler her yere yerin altından gidiyorlar. Biz de metroya bindik ama öyle çok durak ve onları gösteren haritalar var ki, anlatılamaz. Yolda giderken geçilen istasyonları ve gelecek istasyonları okuyorum. Bir de ne göreyim istasyonlardan birinin ismi, “Stalingrad”. Tabii inanmadım, ve kendimden şüphe ettim. Belki de bir halisinasyondu. Ama duramıyordum… Ve duramadımda ertesi günü tanıdığım bir Fransız’a “Yahu metroda ‘Stalingrad’ diye bir yer ismi gördüm. Herhalde metro treni eskiden kalmaydı, o yüzden yeni adı yazılmamıştı. Peki yeni adı ne?” sorusunu yöneltecektim. Tabi bu sorum karşısında afallayan Fransız, suratıma garip garip bakacaktı. Bir açıklama getirmem gerektiğini düşünerek, “Sovyetler bitince Ruslar bile isimleri değiştirdi” diyecektim. Ama gene anlamıyordu Fransız, “Buranın ismi 2. Dünya Savaşından sonra verilmişti. Stalin fasizme karşı mücadele veren bir isimdi. O günlerin anısına bu isim verilmiş, niye değissin ki.”  diyerek beni tersleyecekti. Tabi deliliğim iyicene azıyor ve Stalinist olup olmadığını soruyorum. Aldığım cevap tam tersine Stalin’i siyasal olarak benimsemediğini üzerine vurgulayarak belirtiyordu. Sözün özü bu Fransızların öyle olur, olmaz park, mahalle, semt, bahçe adını değiştirdikleri de yok.
Oysa bizim İstanbul öyle mi. Hen an bir devinim, her an bir değişim, her an bir yenilik. Beton beton üzerine...  İnşaatlar... gökdelenler.
 İstanbul 
ara ki bulasın. 
Gökdelen, beton yığınları arasında araki bulasın.

Aptülika

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder