Bir ay önce kimsenin adını bilmediği “Halk TV” isimli televizyon
kanalı insanların gündemine oturdu. Olanakları yok denecek kadar az olan bu kanal
insanların haberalma da tercih ettiği üç TV kanalından biri oldu. Gezi Parkı
direnişinin başladığı ilk günlerde oraya girip canlı bağlantıyı telefon
kamerasıyla kurmaları, Sorumlu yayıncılık yaptıkları için televizyon binasının önüne gelen Çarşı
direnişlerini tek kameraları olduğu için görüntüye alamayınca. Çarşı
direnişçilerinin kameranın olduğu pencereye doğru gelmeleri son günlerin
unutulmazlarındandı. Diğer şaşalı haber kanalları gözlerini yumup, kafalarını
kuma gömerken Halk TV gibi kanallar haberciliğin onuru oldu. On yıllardır
medyanın başına çöreklenen “görmedim, duymadım, söylemem” türündeki
aymazlık artık ayan beyan ortadaydı.
Bunu farkeden halk bu medya gruplarının patronlarını protesto için onların
bankalarını, markalarını boykot etti.
Bununla da kalmadı yeşili
yokeden kenti beton yığınına döndüren AVM’leri de protestolar başladı.
İnsanlar “Artık alışverişimizi AVM’lerden değil, mahallemizdeki esnaftan
yapalım” dediler. O donuk devasa alışveriş merkezlerine girme konusunda bir tür
panik atak yaşayan benim için heyecanlandırıcı ve sevindirici bir durumdu bu.
Şaka yapmıyorum bu büyük AVM’lere girince kalp atışım düzensizleniyor ve
neredeyse yükseklik korkusu gibi bir durum yaşıyordum. Kimisi bu duruma
gülüyordu, kimisi de bir psikoloğa gitmemi öneriyordu. Mesela bir arkadaşım bu
tip mağazalarda randevü verdiyse kapıdan geri dönüp telefonla arayıp aşağa
inmesini söylüyordum. Kimi zamanda buralara sanki arabam varmış gibi otoparktan
giriş yapıyordum. Sonra düşündüm bu kadar insan oralara girerken ben niye girme
özürlüyüm diye. Belki de ben gerçekten bir “Servet düşmanıydım” , öyle ya
gökdelen gördü mü gıcık olan, sırtımdan ter boşalan biriydim. Sadece dıştan
görüntüsü değil içi de beni basıyordu.
Bendeki bu garip durumun sadece gökdelen boyutundaki
alışveriş merkezlerinde olmadığını farkedecektim. Nişantaşı. Beyoğlu,
Beşiktaş’taki büyük kitapçılarda da aynı
duruma düşüyordum. Kitap, kırtaşiye ürünü, hediyelik eşya hatta müzik
CD’lerinin hepsini albenisiyle önümüze getiren bu mağazalarda beni dehşete
düşürüyordu. O dükkanlara kapıdan bir grip nefesimi tutarak ani bir atakla
bilgisayarın başındaki çalışana gidip istediğim kitabı ya da CD’yi sorup varsa
hemen alıp çıkıyordum. Oysa ki ben eskiden kitapçılarda saatlerce kalırdım.
Aynı şeyi Müzik marketler için de söyleyebilirim. Ama şimdi herşeyi
bulabileceğim bu yerlerde mutsuz oluyordum. O eskiden kitapçıda kitaplara, CD
ya da plaklara elimi sürme, kapaklarını ciddi inceleme, arkadaki yazılarını
okurken duyduğum vazgeçilmez bahtiyarlık hissi bu dev mağazalarda yerini bir
korku filmi tedirginliğine bırakmıştı.
Oysa eskiden sadece müzik CD’si, kaset ve plak satışı yapan
dükkanlara girdim mi çıkamazdım. Öğrencilik yıllarımda sadece kitap bulunan
dükkanlarda da aynı hissii yaşardım. Teknolojinin de gelişimiyle hayatımızdan
CD’ler çıkınca en son müdavimi olduğum dükkanda işi tişörtçüye döndürecekti.
Belki zaman değişiyordu ama benim gibi adamlar için bu dükkanlar kalmalıydı.
Bundan bir kaç yıl önce İtalya ve Fransa’ya gittiğimde bir de baktım ki benim
isteğim o dükkanlar oralarda hala var. İçimden “buraları geri ülkeler herhalde”
diye geçirdim.
Şimdi insanların AVM’leri boykot ettiği bu günlerde biraz
umutlandım. O çocukluğumda mahallede bile kitapçı, plakçının bulunduğu günlere
geri dönebilir miyiz diye. Yaşadığım semt olan Kuzguncuk’ta bu düşüncelerle
gezinirken bir anda durup “Yahu bizim semtin kitapçısı var” dedim. Evet
Kuzguncuk’da bir sahaf konumunda olsa da bir kitapçı var. Hatta geçen yıl çıkan
çizgi roman kitabımın imza gününü burda yapmıştım. Burası bir sahaf olsa da
yeni çıkan kitabımın satışı da buradan
yapılmıştı. Aynı zaman diliminde buradaki kırtasiye dükkanında da az sayıda da
olsa kitap satılıyordu. Orayla da konuştuğumda “Biz kitap satmak istiyoruz ama
…” diye devam etti. O “ama” gerçekten çelme gibiydi. Kırtasiye dükkanının bir
bölümünde kitap satışı da yapmak istemişler. Aradıkları kitapevleri bir kitaptan
en az 500 tane gönderebiliriz diyorlarmış. Bu sebeple de küçük dükkanlar bu
sevdadan vazgeçiyordu. Oysa şimdi fırsat doğdu. Bu konuda da direnelim.
Kitapçılar mahallelere yayılsın eskisi gibi. O soğuk devasa mağazalar yerine samimi sıcacık
kitapçılar olsun. Kitapçıya girdiğimde gözüme gözüma best seller” sokulmasın. Başkalarının
bana sundukları değil, ben tercih ettiklerimi bulayım. Yeni yazarlarla tanışmam
engellenmesin. Ne dersiniz olmaz mı. (Yoksa bu da mı ofsayt)