1 Kasım 2018 Perşembe

Yazarımız Cenk Akyol dış basında


 Michael Limnios Yunanistan'ın önde gelen müzik yazarlarından. Memleketi dışında Living Blues, Kudzoo, Music City, Rock File, Monthly Discography gibi bir çok dergide yazıyor. ulusal gazeteler ve dergilere içerik hazırlıyor, bir çok klüpte DJ'lik yapıyor. Radyo programı Blues: The Rose of Music Avrupa'da blues üzerine önde gelen ve etkili bir program. Blues Hall Of Fame tarafından Yunanistan Blues Büyükelçisi seçilen Michael, yazarımız Cenk Akyol ile bir röportaj yaptı.

Röportajı aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz;

http://blues.gr/profiles/blogs/q-a-with-turkish-music-writer-cenk-akyol-one-of-the-most-interest?fbclid=IwAR1EuhsJwg_5kgbVmm-N_cduSh_xAIlziaz_qvw1JDb7g7tCGsBRlsK8FM8

Röportajın Türkçesi de aşağıda yer almaktadır;


Rock, Blues ve caz müziğe merakın ve bu konudaki araştırmaların nasıl ve ne zaman başladı?

Öncelikle röportaja değer gördüğünüz için çok mutlu oldum. Bu nazik talebiniz için çok teşekkür ederim. Bu röportajda bahsedeceklerim  farklı ülkelerdeki müzik fanatikleri ile paralellikler taşıyacağına eminim. Çünkü benim neslimle birlikte dünya daha geniş bir global kültürel paydaya ulaştı. Hem yerel müzik akımlarının hem de anglo-amerikan anlayışın hakim olduğu ana akımın yerele ulaşması çok daha kolaylaştı. Son dönemdeki internet devrimi ile bu ortak zevkler 20 sene öncesine göre kıyas kabul edilemeyecek şekilde yaygınlaştı. Beni facebook'tan bulduğum Mike Vernon ile yaptığım röportaj sayesinde buldun. 25 sene önce tahmin edilemez bir şeydi bu. 2012 – 2017 yılları arasında yaptığım Terra Incognita isimli programda rock müziğin beşiği olan İngiltere, A.B.D. dışındaki büyük pazarın dışındaki ülkelerdeki rock, blues, fusion örneklerini sundum. Programın kaynakaları internette benim gibi müzik meraklılarının blogları idi. Socrates'i PLJ Band'i buralardan tanıdım. Doğu blokundaki harika gruplar; Modry Efekt, FSB, Leb i Sol ha keza. Bir çok arkadaşlık kurdum. Selanik'te, Atina'da arkadaşlarım oldu. Onlar beni, ben onları ziyaret ettim. Bir çok sanatçı ile yüz yüze tanışma imkanı buldum. Bunlar hepimiz için daha önce mucize nevinden şeylerdi. Müzik hepimizin hayatını şekillendiriyor, Güzel insanlar getiriyor hayatımıza. 

X jenerasyonunun üyelerinden biri olarak ilk gençliğimde 60'larda ve 70'lerde altın çağını yaşayan rock , caz ve blues kahramanlarının son dönemlerine yetiştim ve yaptıkları son işlerine canlı tanıklık ettim. Rock müziğe merakım Queen'in en popüler zamanı olan The Works (1984) dönemi ile başladı diyebilirim. Bu albümün gazı ile eski albümlerini toplamaya başladım. Temmuz 1985'teki Live Aid canlı yayınlandığında bana online eğitim gibi gelmişti. O zamanlar devlet televizyonunda harika konserler yayınlanırdı. Simon & Garfunkel'in Central Park konseri, Jethro Tull'ın Madison Square konseri, Martin Scorsese'nin The Last Waltz belgeseli o yıllardan beri aklıma kazınmıştır. Yine TRT 3'deki ( devlet radyosu) Stüdyo FM ve programın yapımcısı Yavuz Aydar'ın TV'deki kısa müzik bölümleri, İzzet Öz'ün radyo ve televizyondaki Teleskop isimli rock ağırlıklı programları ile azılı bir rock müzik tutkunu olmuştum. O zamanlar kaset dönemi yaşanıyordu. Plaklar ortalıktan iyice çekilmiş sayılırdı. Bir çok müzik dükkanı yurtdışındaki güncel ve eski klasik albümleri tanıdık diplomat, hostes, tır şoförleri vs aracılığı ile getirtip kasetlere çoğaltarak satardı. O zamanlar telif hakkını gözeten hiç bir yasal düzenleme olmadığı için kasetler, betamax vidyolar ortalıklardaydı. Kiss, Accept, Iron Maiden, Judas Priest, Venom, Deep Purple konserlerini vidyo furyasında izlemiştim. Eagles, Supertramp, Traffic, Deep Purple, Led Zeppelin, Rush gibi bu işin köşetaşı grup ve sanatçıları yalayıp yutuyordum. O dönemdeki açlığımı hatırlıyorum da ne kadar heyecanlı ve istekliydim.  İlk konserim 1987 yılındaki Al Di Meola konseriydi. İlk bir kaç sene en önlerden izlemek çok önemliydi konserleri. Müzisyenlerin enstrümana hakimiyet çok etkiliyordu beni. Blues müziğini doğal olarak  türevlerinden yakaladım. Robin Trower, Eric Clapton, Ten Years After, Fleetwood Mac, Keef Hartley Band gibi İngiliz blues rock sanatçıları ile blues'a meylettim. Hiçbir zaman gerçek ve katıksız bir blues sevdalısı olmadım. Bir dönem progressive rock'a yoğunlaştım. Bir dönem fusion ve caz-rock. Ama müzik zevkimi besleyen ana damar her zaman klasik rock olmuştur. 




Ama şurası bir gerçek ki ciddi şekilde müzik yapmak ve müzikle ilgilenmek artık genç neslin değer verdiği bir şey değil. Büyük yığınların arasında müzik ile gerçekten ilgilenen gençler artan nüfus ile aynı oranda artmıyor. Seyreliyor bu kitle. İstanbul'daki 25 sene önceki canlı müzik mekanları şu andakilerin 3, 4 katı idi.  




Caz ve blues dünyaya bakışını ve bu dünyadaki yolculuğunu nasıl etkiliyor ?

Geçenlerde gitar ağırlıklı, retro blues rock gruplarına kucak açan  Amerikan plak şirketi Grooveyards sanatçısı Craig Erickson'un bir sözünü okudum. “Bana sorarsanız blues, ırk, dil, din, nesil, cinsiyet, gelir düzeyi gibi sınırları aşmaya yarayan bir titreşimdir” Hemen her sanat için bunu söyleyebilirsiniz. Blues'un basit kalıplara dayanan yapısı, geniş emprovizasyon imkanı ve günümüzdeki asıl enstrümanı gitarın özellikle elektrikli gitarın şehveti ile bunu kolayca başarmasını sağlıyor. Aslına bakarsan biraz daha sofistike şeyler aradığımda caz-rock ile tatmin oluyorum ben. Benim olayım blues'dan çok Caz-rock ve fusion. Birbirleri ile çok etkileşimli iki türev müzik. Ben ne cazcı ne de blues'cuyum. Yemekleri bile karıştırarak yiyen birisiyim. 

Gazetelere yazdığım konser yorumları ve Caz portalı olan Cazkolik.com için yazdığım yazılar sayesinde klasik caza ve günümüzdeki caza da yakınlaştım. Farklı müzik janrlarını takip etmek ve yakınlaşmak insanı açık fikirli yapar diye düşünüyorum.



Geçmişin müziğinden çoğunlukla neyi özlüyorsun? Geleceğe ait ümit ve korkuların nelerdir?

Sanırım nostalji blues, caz ve rock severlerde ortak nokta. Herkes o eski şaşalı günleri arayıp, üzülüyor. Eskiyi yüceltip, bugünün müziğini aşağılıyor. Ben de ilk gençliğimde öyleydim. Hatta halen eski iyi albümleri, ıskalanmış hazineleri arayıp, bulup mutlu oluyorum. Ama belli bir dönemi, belli bir türü kutsamak bana komik geliyor. En azından dar görüşlülük olduğunu düşünüyorum. Şu anda da bir çok iyi grup kimsenin dikkatini çekemeden dağılıp gidiyor. Çağlardan ve tarzlardan bağımsız bir problem bu. Takdir görmesi gereken bir çok grup pazarlama eksikliğinden dolayı kalitesiz grupların ardında kalıyor. 

Ama şurası bir gerçek ki ciddi şekilde müzik yapmak ve müzikle ilgilenmek artık genç neslin değer verdiği bir şey değil. Büyük yığınların arasında müzik ile gerçekten ilgilenen gençler artan nüfus ile aynı oranda artmıyor. Seyreliyor bu kitle. İstanbul'daki 25 sene önceki canlı müzik mekanları şu andakilerin 3, 4 katı idi. Gazeteler liselerarası ülke çapında müzik yarışmaları yapıyordu. Şimdi televizyonda kasaba pavyonlarındaki, panayırlardaki kalitede şeyler yarıştırılıyor. Kaliteli 3, 5 iş de seyirci bulamıyor. Dünyada da yazın düzenlenen festivallere bakın hala 70 yaşındaki adamlardan medet umuluyor. Son büyük grup U2 sanırım. Belki de Coldplay. Biri 40 diğeri 20 senelik gruplar. Yeni nesli akranlarının grupları değil ancak DJ'lerin şovları cezbediyor. 

Şayet korkularımdan bahsedeceksem biraz yerelleşmem ve politikleşmem gerekiyor. Ama Türkiye özelinde 20, 25 sene öncesine göre bir çok kayıp söz konusu. Yaklaşık 20 yıldır iktidarda bulunan, kendini muhafazakar, milli, yerli diye konumlandıran   iktidar her şeyde olduğu gibi sanatta da bir tek seslilik bir nobranlık sunabiliyor ancak. TV'de Radyo'larda sürekli bayağı müzikler, birbirinin kopyası diziler, ekmek aptalları için eğlence programları var. Ana akım medyanın çoğu iktidar destekçilerinin.   Onların görüşüne ait olmayan her hangi bir laf dahi piyasada değil.  


Türkiye'deki blues ortamının bir muhasebesini yaparsan en ilginç dönem ne zamandı yerel blues sahnesinde?

Blues daha doğrusu blues-rock  90'lardan bu yana seviliyor ve daha çok ortalıkta. Cover çalan bir çok grup repertuarında bilinen blues-rock parçasına yer verir. Ama blues müzikle özdeşleşen çok fazla grup olmadı. 90'larda D-100, İstanbul Blues Kumpanyası, Moe Joe gibi gruplar albüm yayınlayabildiler. Şimdi de bir çok blues grubu var. Fötr Blues Band, Tuncer Tunceli Band, The Cork, Bluesaint, Sahte Rakı benim bir çırpıda sayabildiklerim. Ankara ve İzmir gibi büyük illerde , Eskişehir, Edirne gibi üniversitenin kültürel etkisinin fazla olduğu şehirlerde de seyrek de olsa canlı blues dinleyebileceğiniz etkinlikler olabiliyor. 

İstanbul'da bir kaç senedir şehrin göbeğindeki bir kaç klüpte tekrar yeni destekçiler sağlayabiliyor kaliteli 1, 2 klüp sayesinde. Kadıköy'deki Ağaç Ev ve Kum Saati tamamen blues müzisyenleri çıkaran kendini blues'a adamış klüpler. Geçtiğimiz yaz blues severler bir dernek de kurdular.


Blues ve yerel halk müziğinde veya geleneksel müziğinizde paralellikler var mı?

Sanırım tüm otantik müzikler kırsala ait ortak ve katışıksız duygular ve çoğunlukla 1 veya 2 enstrüman ile ifade eden akustik enstrümanlar sebebiyle az, çok bir birine benzeyen müzikler. Her ne kadar şehir kökenli bir müzik olsa da Rebetiko da öyle bizim halk müziğimizdeki Bozlak, Hoyrat formları da öyle. 

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...